|
MÜCÂHİD
EVLİYÂ (E - 2)
Osmanlıların kuruluş
devrinde Bursa'da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin İsmi Muhammed, lakabı Şemsüddîn'dir. Babasının adı Ali'dir.
H. 770 senesinde Buhârâ'da doğdu. Soyu, Peygamber efendimize dayanır. Ona,
Buhârâ'da doğduğu için Muhammed Buhârî, Seyyid olduğu için Emîr Buhârî, Yıldırım
Bâyezîd Hanın dâmâdı olduktan sonra da Emîr Sultan denilmiştir.
Emîr Külâl ismiyle tanınan
babası geçimini çömlekçilikle sağlayan bir velî idi. Buhârâ'da sevilir ve
duâsını almak için kendisine sık sık başvurulurdu. Nakşibendiyye tarîkatının
Nurbahşiye koluna mensuptu. Emîr Külâl oğlunu yetiştirmek için büyük gayret
gösterdi. Onu sağlam bilgi ve ahlâk temelleri üzerinde yetiştirmeye çalışan Emîr
Külâl, oğluna, bir mesleğe sâhib olması için, çömlekçiliği de öğretti. Emîr
Sultan küçük yaşta annesini kaybetti ve öksüz kaldı. Babası onun annesizliğini
aratmayacak ölçüde ona yaklaştı ve sevgi bağı kurdu.
Emîr Sultan 17-18 yaşlarına
geldiğinde babası vefât etti. Babasının vefâtından sonra bir müddet Buhârâ'da
kaldı. Sonra aldığı ilâhî emîr üzerine Mekke'ye gitti. Hac farîzasını yerine
getirdikten sonra Medîne'ye geçti. Niyeti, ceddi Resûlullah efendimizin mübârek
kabirlerine yakın bir yere yerleşmek ve ömrünün sonuna kadar orada kalmaktı.
Medîne'ye geldiği zaman,
kalacak bir yer bulamadı. Seyyidler için ayrılmış bir oda olduğunu duydu ve
oraya gitti. Orada bulunanlar, seyyid olduklarını ve odanın kendilerine tahsis
edildiğini söyleyerek, Emîr Sultan'ı yanlarına almak istemediler. Emîr Sultan
onlara; "Ben de seyyidim." dedi ise de dinlemediler. Hattâ; "Senin seyyid
olduğunu burada kim bilir? Seyyid olsaydın hâlinden belli olurdu." dediler. Emîr
Sultan onlara; "Ben de burada, Allah'ın garib bir kuluyum. Bizim yolumuzda gurûr
ve kibir yoktur. Gelin berâber kâinâtın efendisi Resûlullah efendimizin türbe
sine gidelim. Selâm verelim. Hangimizin selâmına cevap verirse, onun nesebinin
sahîh olduğu belli olsun." dedi. Bu teklif üzerine, onlar türbeye dahî gitmeden,
yüzlerini Resûlullah efendimizin türbesine dönerek; "Esselâmü aleyke yâ ceddî!"
dediler. Fakat hiçbirine cevap gelmedi. Emîr Sultan, ihlâs ve şevkle; "Esselâmü
aleyke, yâ ceddî!" dedi. Resûl-i ekrem mübârek sesiyle; "Ve aleyküm selâm, yâ
veledî!" diye cevap verdi. Bunun üzerine orada bulunanlar, görünüşte fakîr ve
hakîr gibi olan Emîr Sultan karşısında büyük bir mahcûbiyet duydular ve af
dilediler.
Emîr Sultan hazretleri,
Medîne-i münevvereye yerleşmek ve ömürlerinin sonuna kadar orada kalmak
niyetinde iken, bir rüyâ gördü. Rüyâsında Peygamber efendimiz ve hazret-i Ali
yanyana oturmuş hâlde idiler. O da gidip edeble yanlarına diz çöküp oturdu.
Hazret-i Ali ona; "Ey Oğlum! Sana cenâb-ı Hak tarafından ceddin Muhammed'in
sünnetini, takvâ yoluyla öğretmen için Rum iline gitmen işâret olundu. Senin
önünde, ilerliyen nûrdan üç kandil belirecek, o kandiller nerede gözünden
kaybolursa orada kalacaksın. Mezarın da orada olacak." dedi. Emîr Sultan uykudan
uyanınca; "Demek ki takdîr-i ilâhî böyle." diyerek yola çıktı. Hazret-i Ali'nin
dediği gibi, üç kandil ona kılavuzluk etti.
Emîr Sultan, Medîne'den yola
çıkıp Bursa'ya doğru gelirken, yolda bir beyin oğlu, Emîr Sultan'ı gördü ve
kalbi ona talebe olmaya meyletti. Hemen silâhlarını bırakıp, Emîr Sultan'ın
yanına gitti. Ondan kendisini talebeliğe kabûl etmesini istirhâm etti. Emîr
Sultan onu talebeliğe kabûl etti. Bir süre sonra bir yol kavşağına vardılar.
Oranın yerlisi olan bir kişi, yolun birinde, geçit vermeyen bir ejderhâ, büyük
bir azman yılanın olduğunu söyledi ve o yoldan gitmemelerini tenbih etti. Emîr
Sultan'ın önünde giden kandil o yolu gösterdiği için, o yoldan ilerlediler. Bir
süre sonra yol kenarında bir ejderhânın uzandığını gördüler. Ejderhâ, sanki
avını bekler gibi değil de, şerefli bir misâfiri bekler bir hâldeydi. Emîr
Sultan hâriç, herkes ürkek bir hâlde ve endişe içinde yürüyordu ve; "Acabâ
ejderhâ ne yapacak? Kâfileden kimlere saldıracak?" soruları zihinlerini
kurcalıyordu. Kâfilenin önünde bulunan Emîr Sultan, ejderhâya yaklaşınca,
ejderhâ derhâl Emîr Sultan'ın devesinin ayaklarına kapanarak; "Hoş geldiniz
Şeyhim! Emrinizdeyim!" dedi. Kâfiledekiler bu durumu hayretler içinde
seyrettiler. Fakat onlara yolda katılan bey oğlu, bu duruma pek inanmadı. O
sırada ejderhâ, derhâl onun üstüne atladı. Beyzâde; "Aman Allah'ım! Yâ Emîr bana
yardım et!" deyince, Emîr Sultan ejderhâya onu bırakması için işâret etti. Bunun
üzerine ejderhâ, derhâl geri dönerek oradan uzaklaştı. Böylece, gencin
kalbindeki şüphe gitmiş oldu.
Emîr Sultan'ın kâfilesi,
Sakarya Nehri kenarında bulunan bir bahçede konaklamıştı. Bahçede her çeşit
meyve vardı. Fakat talebelerden birinin canı hurma istedi. O sırada talebenin
önünde bir hurma ağacı yükseldi. Üzerinde olgun meyveleri vardı. Ama talebe,
olup biteni bir türlü anlamadı. "Acabâ eskiden burada mıydı? Yoksa ben bunu
görmedim mi?" soruları zihnini kurcaladı. Bunu fark eden Emîr Sultan; "Canın
hurma yemek istiyordu, işte hurma, al ye!" buyurdu. Bunun üzerine talebe, bu
durumun hocasının kerâmeti olduğunu anladı.
Emîr Sultan hazretleri
Bursa'ya geldiği zaman, önündeki nûrdan üç kandil, pınar başında Üç servi
civârında fakirler için tahsis edilmiş eski bir kilisenin yanında durdu. Böylece
Emîr Sultan Bursa'ya yerleşti.
Bu sırada Yıldırım Bâyezîd
Han Macarlarla savaşıyordu. Düşman kuvvetleri, Osmanlı ordusuna büyük zâyiât
verdiriyordu. Bu esnâda bir genç, yaralıların yaralarını sarıyor, bâzan da
ellerini açıp duâ ediyordu. Kolundan yaralanan Yıldırım Bâyezîd, bu genç askerin
gayret ve mahâretle yaraları sardığını görünce, o gence karşı kalbinde bir
yakınlık hâsıl oldu. Yanına kadar giderek; "Benim de kolumda yara var, yaramı
sar!" deyince, Emîr Sultan cebinden bir mendil çıkarıp; "Buyurun Pâdişâhım,
sizin yaranızı da bu mendil ile sarayım." dedi. Sabah olunca, sarılan bütün
yaraların iyi olduğunu, askerlerin ayağa kalktıklarını Yıldırım Bâyezîd Hana
haber verdiler. Yıldırım Bâyezîd de merak edip kendi yarasını açarken, kolundaki
mendilin, hanımının nişanlı iken kendisine hediye ettiği mendilin yarısı
olduğunu farketti. Akşam yaraları saran askerin, yanına getirilmesini emretti.
Fakat o kimseyi bulamadılar.
Osmanlı ordusu daha sonra
Niğbolu Kalesi önlerine geçti. Niğbolu Kalesinin fethi için günlerce kanlı
çarpışmalar oldu. Kale bir türlü feth edilemedi. Hücûmların en şiddetli ânında,
daha önceki muhârebede askerlerin yaralarını saran genç, kale kapısını ardına
kadar açtı. Yıldırım Bâyezîd ve askerleri kaleye girdiler. Kaledekiler, bu durum
karşısında teslim olmak mecburiyetinde kaldılar. Zaferden sonra bu genci
aradılar, bir türlü bulamadılar. Yıldırım Bâyezîd Han, Rumeli fethinden sonra
Bursa'ya gelmeyip Edirne'de konakladı.
Bu sırada Yıldırım
Bâyezîd'in kerîmesi (kızı), rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Resûl-i ekrem
ona; "Oğlum Muhammed Buhârî ile evlen, sakın beni kırma ve sözümü dinle!"
buyurdu. Temiz rûhlu, edeb ve hayâ sâhibi Hundî Fâtıma Sultan, rüyâsını kimseye
söyleyemedi. Ertesi gün yine Resûl-i ekremi rüyâda gördü. Server-i âlem, ona;
"Eğer âhirette benden şefâat etmemi istiyorsan, Muhammed Buhârî ile evlen."
buyurdu. Hâlbuki Hundî Fâtıma Sultanın, Rumeli Beylerbeyi Süleymân Paşa ile
evleneceği söylenmekte idi. Emîr Sultan, zâhiren fakîr ve garîb bir kimse idi.
Hundî Sultan, bu çâresizlikler içinde bunalıp, duâ etti. "Acabâ Emîr Buhârî'nin
bundan haberi var mı?" dedi. Kiminle ve nasıl haber gönderebileceğini
düşünüyordu. Sonra kendisi gibi edeb ve hayâ sâhibi hizmetçisine rüyâsını
anlattı ve durumu Emîr Sultan'a bildirmesini söyledi. Hizmetçisi gidip durumu
Emîr Sultan'a anlatınca, o; "Bizim de mâlûmumuzdur. Nikâhımız, Allahü teâlâ
tarafından kıyıldı. Dînimiz üzere burada da kıyılması gerekir. Durumu Hundî
Fâtıma Sultan'a iletin." dedi. Bunun üzerine Emîr Sultan, dünürler gönderip
sultânın kızını istedi. Fakat Vâlide Sultan kızını vermek istemeyip, işi zora
sürerek, dünürlere; "Emîr Sultan'a söyleyin, kırk deve yükü altın getirirse
kızımı veririm." dedi. Emîr Sultan hazretleri de; "Sultan vâlidemiz develeri
göndersinler, isteklerini yerine getirelim. İstediği altınları gönderelim."
deyince, sarayı bir telâş aldı. Bu işe kimsenin aklı ermedi. Böyle fakir bir
dervişin kırk deve yükü altını nasıl vereceğini, şaşkınlıkla karşıladılar.
Saraydan kırk deveyi Emîr Sultan'a götürdüler. Emîr Sultan, develerle birlikte
Nilüfer Çayının kenarına gitti. Develeri getirenlere; "Heybeleri bu kumlarla
doldurun, sizler de istediğiniz kadar alın. Aldığınız altın olsun." buyurdu.
Kimisi şüphe ederek bir şey almadı. Kimisi de heybeleri ve keselerini
doldurdular. Kırk deveden meydana gelen kervan saraya girince, Emîr Sultan;
"Boşaltın, istediğiniz altın olsun." dedi. Heybeler boşaltılınca, hepsi altın
oldu. Kimi kendisi için de almadığı, kimisi de yolda aldıklarını döktüğü için
çok pişmân oldu.
Emîr Sultan ile Hundî Fâtıma
Sultan'ın evlenmelerine karar verilince, Fâtıma Sultan, kendi el işlemesi gömlek
ve çamaşırları Harem ağası ile Emîr Sultan'a gönderdi. Emîr Sultan, bohça
geldiği zaman bir odada mangal yakmış, talebeleri ile sohbet etmekte idi. Harem
Ağası içeri girip; "Vâlide Sultan'dan." diyerek, bohçayı Emîr Sultan'a verdi.
Bohçayı bir kenara bırakan Emîr Sultan, onların sıhhat ve âfiyetleri için duâ
etti. Sonra bohçayı açıp, içinden bir mendil aldı. Mendilin içine birkaç köz
parçası koyup, mendili kapadı. Tebessüm ederek Harem Ağası'na; "Vâlide Sultan'a
selâm söyleyiniz. Biz fakir dervişlerin, sultânlara hediyesi ancak böyle köz
parçaları olur. Kabûl etmelerini arz ederim." dedi. Harem Ağası, herkesin şaşkın
bakışları arasında oradan ayrıldı. Yolda giderken mendilin yanıp yanmadığını
merak etti; fakat mendilden duman bile çıkmıyordu. Saraya kadar kendisini zor
tuttu. Hediyeyi Vâlide Sultân'a teslim etti. Mendil sarayda olanların merakları
arasında açıldı. Mendilin içinden ateş tâneleri değil, gözleri kamaştıran elmas
parçaları çıktı. Bu durumun, Emîr Sultan hazretlerinin kerâmeti olduğu
anlaşıldı.
Nikâh haberi Edirne'ye
ulaşınca, Yıldırım Bâyezîd, Kapıkulu askerlerinden kırk askeri Süleymân Paşanın
emrine vererek, Emîr Sultan'ın ve Hundî Hâtun'un başlarını getirmesi için
Bursa'ya gönderdi. Süleymân Paşa Bursa'ya gelince, Vâlide Sultandan onları
istedi. Vâlide Sultan vermeyince, kırk asker, Vâlide Sultan'ın sarayına
saldırdı. Vâlide Sultan, onların bu saldırısından korktu. Emîr Sultan onun bu
hâlini görünce, ona; "Bu dehşet ve korkunuz nedir? Allah aşkına söyleyin." dedi.
Sonra Vâlide Sultan'a "Şu yayı alın ve oku gerin. Ben bakayım siz atın." dedi.
Vâlide Sultan; "Ben ok atamam." deyince, Emîr Sultan; "Siz oku takın, o
kendiliğinden gider." dedi. Bunun üzerine Vâlide Sultan, pencereden askerlere
karşı oku kirişe koyup, bıraktı. Yeşil ok, parlayarak gidip kırkına saplandı.
Askerler derhâl kaçtılar. Vâlide Sultan; "Yâ Emîr Sultan! Niye oku sen atmadın
da bize attırdın?" diye sorunca, Emîr Sultan; "Eğer oku biz atmış olsaydık, hem
o askerlerin, hem de Osmanoğullarının nesilleri helâk olurdu. Onun için bu işi
size yaptırdık." dedi.
Pâdişâhın, Emîr Sultan'ın ve
kızı Hundî Sultân'ın öldürülmesi için Bursa'ya asker gönderdiğini duyan Molla
Fenârî, Yıldırım Bâyezîd'e şu mektubu yazdı:
"Mektubuma, dâimâ kullarına
acıyıcı olan Allahü teâlânın adıyla başlarım. İnsanların en âcizi olan ben, Türk
ve İslâm memleketlerinin koruyucusu, Osmanoğullarının övündüğü ve Hak uğruna
savaş edenlerin başkanı, İslâm dîninin ve müslümanların yardımcısı olan,
Pâdişâhımın ömrünün uzun olmasını ve evlâdının çoğalıp kıyâmete kadar şan ve
şerefle yaşamasını Rabbimden niyâz ederim.
Sultânımızın şunu bilmesi
gerekir. Bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafâ'dan önce, Îsâ aleyhisselâm,
kendine inananlardan üç kişiyi Hak dîne dâvet için bir beldeye göndermişti.
Fakat oranın halkı, onları yalanlayıp ödürdüler. Bu cinâyeti işledikten sonra,
sevinerek evlerine gittiler. Cenâb-ı Hak onların bu davranışlarından râzı olmadı
ve Cebrâil aleyhisselâma, o belde üzerinde yürekleri parçalayıcı, korkunç ve
keskin bir sesle haykırmasını emretti. Cebrâil aleyhisselâm haykırınca,
oradakilerin hepsi bir anda öldü. Böyle büyük bir felâkete düşmekten Allahü
teâlâya sığınırız.
Şimdi bizim de Sultânımızdan
bir ricâmız vardır. Dün öldürülmesini emrettiğiniz Emîr Sultan, Resûl-i ekremin
neslinden hürmete değer bir insandır. Bu zât gibi temiz kalbli, Peygamber
neslinden bir kişi, zamânımıza kadar Anadolu'ya ayak basmamıştır. Buna benzer
aslı temiz bir kimseyi elleri hediyeler dolu davetçiler göndererek Buhârâ'dan
Anadolu'ya getirmeye çalışsaydınız, sizin için ebedî bir şeref olurdu. Böyle
yapmadığınız hâlde, mânevî irâde üzerine yurdumuza gelen bu zât dolayısıyla
Peygamber efendimize yakınlık kazandığınız takdirde, dünyâ ve âhiret saâdetiniz
artacaktır.
Şunu da bildireyim ki, bu
dâmâdınız, Peygamber efendimizin; "Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğullarının
peygamberleri gibidir." buyurduğu kimselerdendir. Bizim böyle seyyidlerden
gördüğümüz feyz eserlerini, hazret-i Muhammed'den sonra kimse göstermemiştir.
Eğer bir daha onun başını kestirmek için asker gönderirseniz, bütün yurdumuzun
felâketi olacağından şüphemiz yoktur. Son ferman sultânımızındır."
Aradan günler geçtikten
sonra Bursa'ya dönen Osmanlı ordusunu ve sultânı karşılayanlar arasında Emîr
Sultan da vardı. Yıldırım Bâyezîd, onunla selâmlaşınca, harb meydanında
askerlerle kendi yarasını saranın bu genç olduğunu anladı. Sultan, ona şifreli
olarak; "O el çabukluğu ne idi?" diye sordu. Emîr Sultan; "Allah'ın kuvvet ve
yardımı, o bîat edenlerin vefâ ve sadâkatlerinin üzerindedir." (Feth sûresi: 10)
meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu. Yıldırım Bâyezîd; "Ya o mendilin yarısı ne
oldu?" diye sorunca, Emîr Sultan; "Babacığım, o mendilin yarısı cebimdedir.
Bendeniz dâmâdınız Muhammed Şemseddîn." dedi. Yıldırım Bâyezîd Han atından
inerek onunla kucaklaştı ve gözyaşlarını tutamıyarak ikisi de ağladılar.
Sultan Yıldırım Bâyezîd Han,
Niğbolu zaferinden sonra kazanılan ganîmetler ile müslümanların ibâdet etmeleri
için, Bursa'nın güzide bir yerinde câmi yaptırmak istedi. Bu durumdan vezîrini
de haberdar etti. Bugünkü Ulu Câminin yeri uygun görüldü ve arsa sâhiplerine
mülklerinin bedelleri verildi. Herkes gönül rızâsıyla arsalarını verdiler. Fakat
câminin inşâ edileceği yerde bir ihtiyar kadıncağızın evi vardı. Bu hanım; "Ben
evimi satmam." diye inâd etti. Ona; "Bize bu ev mutlaka lâzım." denildi ise de,
hiçbir kimsenin, sözünü dinlemedi. Sultan Yıldırım Bâyezîd Han da o kadının
yanına gidip, durumu anlattı. Fakat, kadını fikrinden döndüremedi. Sonra Sultan,
dîvânı toplayarak bu husûsu görüştü. Dîvânda, Emîr Sultan hazretlerine durumun
bildirilmesi ve ona göre hareket edilmesi kararına varıldı. Sultan Bâyezîd, Emîr
Sultan'ın huzûruna giderek durumu anlattı ve; "Sizin hizmetinize muhtâcız, yoksa
câmi-i şerîf yapılamaz." dedi. Emîr Sultan; "Her işin gerçekleşeceği bir vakit
vardır." diyerek Sultânı teselli ve teskin etti. O gece ihtiyar kadın rüyâsında,
mahşer günündeki hâlini gördü. Herkes Muhammed Mustafâ'dan şefâat umup, Cennet
tarafına gidiyordu. İhtiyar kadın da onlar gibi Cennet'e gitmek istedi. Fakat
yürümeye gücü olmadığı için, Arasat meydanında yapayalnız kaldı. Bunun üzerine
ihtiyar kadın feryâd etmeye başlayınca, zebâniler ona; "Niye ağlıyorsun?" diye
sordular. İhtiyar kadın; "Müslüman tâife Cennet'e gitti. Ben kaldım, onun için
ağlarım." dedi. O sırada gâibden bir ses; "Eğer sen de Cennet'e gitmek istersen,
Yıldırım Bâyezîd Hana evini sat, inâd etme, yoksa inatçılardan olup, ehl-i nâr,
cehennemlik olursun." dediği ânda, ihtiyar kadın hemen uyandı. Uyandığı zaman,
evinin bir nûr ile kaplanmış olduğunu gördü. "Elhamdülillah ben de Cennet ehli
oldum." diyerek sabaha kadar ibâdetle meşgûl oldu. Sonra gönül rızâsı ile evini
sattı ve câminin yapılmasına vesîle oldu.
Emîr Sultan çok gayret
göstermesine rağmen, Tîmûr-Yıldırım çarpışmasının önüne geçemedi. İki müslüman-Türk
ordusunun birbirleri ile savaşmasını istemeyen Emîr Sultan, sonucun ne olacağını
da çok iyi biliyordu. Ankara Savaşının başlamasına çok az bir zaman varken,
hanımı Hundî Hâtun; "Niçin babamı yalnız bırakıyorsunuz yâ Emîr?" diye sordu.
Emîr Sultan; "Telâşın boşunadır yâ Hundî! Bu savaş bizim aleyhimizedir. Bunu
muhteşem pederinize daha önce arzettim." deyince, hanımı; "Ne olursa olsun. Şu
anda babamın yanında olmanızı arzu ediyorum." dedi. Hanımının isteği üzerine
Allahü teâlânın izniyle bir anda cepheye vardı. Orada Sultan Bâyezîd Han ile
görüşmesine rağmen, kararından dönmeye niyetli olmayan Pâdişâhı, savaştan
vazgeçiremedi. Emîr Sultan'ın îkâz ettiği şekilde, savaş Yıldırım Bâyezîd'in
aleyhine sonuçlandı.
Ankara Savaşından sonra
Tîmûr Hanın ordusu Bursa önlerine gelip konakladı. Ordu uzun süre burada kaldığı
için, Bursa'da yiyecek tükendi ve halk sıkıntı içine düştü. Bunun üzerine halk
Emîr Sultan'a gidip yardım istedi. Emîr Sultan onlardan birisine; "Tîmûr'un
ordusuna git, orada kumral sakallı, kırmızı yüzlü, kimsenin yüzüne bakmayan,
bizi yürekten sevenlerden bir eskici var. Ona selâm söyle ve bir aydan beri
müslümanlar yiyeceksiz kaldı. Göçmezler mi acabâ? de!" buyurdu. Bu emri alan
kişi, Tîmûr'un ordusundaki eskiciyi buldu ve Emîr Sultan'ın sözlerini nakletti.
Eskici Baba; "Evet, buraya geleli epey oldu. Artık göç vakti geldi." diyerek
elindeki iğne ipliği bir kutuya yerleştirdi. O anda orduda toplanma hazırlıkları
başladı. Kısa süre sonra Tîmûr'un ordusu şehri terk etti.
Yıldırım Bâyezîd'in Ankara
Savaşı mağlubiyetinden sonra, Amasya'da bulunan Şehzâde Çelebi Mehmed, bir gün
Molla Ali'yi huzûruna dâvet edip dedi ki: "Yâ Molla Ali! Meydana gelen hâdiseden
ibret aldın mı? Babam Yıldırım Bâyezîd'in başına gelen musîbet ve belâların
sebeplerini düşünebiliyor musun? Görüyorsun ki, herbirimiz bir yere ayrıldık.
Kardeşim Mûsâ Çelebi, Îsâ Çelebi'nin üzerine yürüdü ve Bursa'da tahta oturdu.
Kardeşim Süleymân Çelebi ise Edirne'de tahta oturdu. Düşman bizden korkarken,
şimdi biz âleme maskara olduk. Özellikle Edirne'de oturan kardeşim Süleymân
Çelebi'nin fitne ve fesâdından korkulur. Din ve devlete taşıdığım iyi niyet ve
gayret, bu olaylar karşısında beni daha da hassas kıldı. Gel seninle tac ve taht
düşüncesini terk ederek hacca gidelim!" Çelebi Mehmed hem söylüyor, hem
ağlıyordu. Akşam ikisi de istihâreye yattı. Çelebi Mehmed rüyâsında dedesi Murâd-ı
Hüdâvendigâr'ı gördü. Yanında Emîr Sultan vardı. Ona bir kılıç, bir de
eğerlenmiş at vererek; "Haydi yiğidim! Din esâslarını ikâme eyle!" dediler.
Çelebi, ata binmek istemediği hâlde, çâresizlik içinde binmek zorunda kaldığını
ve Gelibolu istikâmetine hareket ettiğini gördü. Molla, aynı gece rüyâsında
Bursa'da olduğu ve Çelebi Mehmed'i tahtın üstünde, Mûsâ Çelebi'yi ise tahtın
altında gördü. Bunun üzerine Mehmed Çelebi, Bursa'ya hareket etti ve Osmanlı
tahtına geçti. Rüyâda gördüğü gibi Osmanlı tahtına sâhib oldu.
Kurtuluş Savaşının mücâhid
gâzilerinden Es'ad İleri Hoca (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaştan
îtibâren mükemmel bir tahsil ve terbiye ile yetişti. Gençliğini ve ömrünü ilim
meclisleri ile savaş meydanlarında geçirdi. Birinci Dünyâ Savaşında cihâd-ı
mukaddes îlân edildiği zaman, halkı dîn-i İslâm ve ümmet-i müslümanı koruma
yolunda cihâda teşvik etti. Bunun için bir de broşür çıkardı. Burada cihâd
hakkında âyet ve hadîslerin izâhından sonra şöyle demekteydi:
"...Ey din kardeşler!
Cümlenin malûmudur ki, Moskof, müslümanlığın kadîm düşmanıdır. İngiliz ve
Fransızlar da son zamanlarda müslümanlık âlemine karşı bir cellât kesildiler.
İngiliz ve Fransızlar, Rusya gibi gaddâr ve müstebit bir hükümetle elele vererek
idâreleri altında bulunan müslüman kardeşlerimize yapmadık fenâlık bırakmadılar.
Geçen sene Rumeli fecâyii de onların zâlimâne ve hâinâne tertibleri netîcesinde
yapıldı. İşte onların mezâlimi bugün sâha-i cihanda ve üç yüz milyon ehl-i
İslâmın uyanmasını ve kalkmasını mûcib oldu. Bugün Rus, İngiliz, Fransız ahalisi
bir araya gelse, toplansa, hüküm ve esâretleri altında bulundurdukları ehl-i
İslâmın yarısından azdır. İşte bugün Âlem-i İslâmın en müthiş ve mel'ânetkâr
düşmanlarıyla muhârebemiz var. Öyle düşmanlar ki; idâresi altında din
kardeşlerimiz envâ-ı mezâlime uğruyor. Lâkin Allahü teâlânın yardımıyla o din
kardeşlerimizin göz yaşları Hükûmet-i muazzamamızın ve şanlı ordumuzun tedbir ve
gayretleri ve Âlem-i İslâmın vatanperverâne hareketleri ile silinecektir.
Ehl-i İslâmın düşmanı ne
kadar çok olursa olsun, Âlem-i İslâmı mahvedemezler. Muhâfaza-i din ve vatana
âit şer'an mükellef olduğumuz vazîfeyi lâyıkı ile îfâ edersek netîcede zafer
bizimdir. Resûlullah efendimizin dîninin nûrları sönmez. Dîn-i mübîn-i İslâm
kıyâmete kadar pâyidâr olacaktır. Dîn-i celîl-i İslâmın hâmisi, Allahü teâlâ ve
şefîi Resûl-i müctebâ efendimiz hazretleridir.
Allahü azîmüşşânın ve
Resûl-i müctebânın emîrleri mûcibince hareket ve böyle cihâd zamânında malımızı
ve canımızı fedâya gayret edelim. Zîrâ gördüğümüz felâketler dûçâr olduğumuz
musîbetler artık cana dayandı. Elhamdülillah dünyâ yüzündeki âlem-i İslâm
uyandı. Malûmdur ki; dünyâ yüzünde üç yüz milyon müslüman kardeşlerimiz var.
Hilâfet makâmının şefkatli, merhametli sancağı altında mesûd ve bahtiyar hayat
süren yirmi milyon nüfûs-ı müslime bulunuyor. İran ve Efgan hükümetlerinin
idârelerindeki on altı milyondan maâda iki yüz altmış dört milyonu ecnebilerin,
düşmanların boyunduruğu, idaresi altındadır. Yazık değil mi? Allahü teâlâyı bir,
Peygamberân-ı izâmı hak tanıyan din kardeşlerimiz, hakkı yıkmaya çalışanların
esâreti altında bulunuyor, inliyor.
İslâm memleketlerini birçok
zamanlardan beri kaplayan felâketleri düşünelim. Koca Endülüs Devlet-i
İslâmiyesi ne oldu? Bir fert kalmayıncaya kadar İslâmlar mahvoldu. Yüzden fazla
vilâyete sâhip, İslâmın saltanatının merkezi olan o koca müslüman memleketi ne
için İslâmların elinden çıktı? Üç yüz bin câmii şerîfi olan ve üç yüz bin
minberde hutbe okunan o koca kıtanın, İspanyalıların eline düşmesi acaba
nedendir? Hindistan müslümanları neden esâret altına girdi? Neden her karış
toprağını ecdâdımızın kanlarını dökerek aldıkları memleketler düşmanlar eline
geçti? Neden olacak:
Kişiye zulmeder mi hiç
Mevlâsı,
Kişinin çektiği kendi
cezâsı...
.
Yine Kur'ân-ı kerîmde
buyrulmuştur. Meâl-i şerîfi: "Bir millete, bir kavme ihsân olunmuş memleketi,
nîmeti cenâb-ı Hak ellerinden almaz. Ne zaman ki; o millet, o kavim, o ilâhî
nîmetin kadrini bilmez, kıymet-i hakikiyesini takdir etmez, sefâhete gider,
nefsinin peşine düşerse hazret-i Allah ellerinden alır." İşte şu sırr-ı celîl-i
İlâhî, müslümanlar hakkında zuhûr etmiştir.
Allahü azîmüşşân bize
tarîk-i necâtı göstermiştir. Kur'ân-ı azîmüşşânda..." diyerek uzun uzun âyet ve
hadîsler zikredip halkı birliğe ve cepheye koşmaya dâvet etmekteydi.
Birinci Dünyâ Harbinin
kaybedilip vatanın işgâl altına düşmesinden sonra Es'ad Hoca silâha sarılarak
yanına aldığı gençlerle tâ Gümülcine'den beri tıynetlerini iyi tanıdığı Yunan
çetelerinin karşısına geçti. Aydın havâlisinde çarpışan Kuvay-ı Milliyeciler
içinde cidden çok büyük hizmetler yaptı. Muntazam ordu teşekkül ettikten sonra
da millî ordunun fahrî müftüsü sıfatıyla zafere kadar hitâbeti ve silâhıyla din
ve vatan uğrunda görülmemiş bir fedâkârlıkla çalıştı. Es'ad Hoca'nın bu
devredeki uzun ve teferruatlı mücâdelesinin bir kısmını, millî mücâdele Aydın
cephesi kumandanı ve harekât-ı harbiye reisi Tâhir Özerk Bey bir mektubunda
şöyle nakletmektedir:
"...Millî mücâdelede, Aydın
ve Ödemiş cepheleri harekât-ı harbiye reisi bulunduğum cihetle pek muhterem
diğer bir hocamızdan da bahsetmek vecîbedir. O da birinci Büyük Millet
Meclisinde Aydın mebûsu olarak bulunmuş olan Hoca Es'ad Efendidir. Aydın'da
sultânî mektebinde muallim ve Aydın Hilâl-i Ahmer reisi iken işgâl üzerine
silâha sarılarak cephemize gelmiş, hakîkî bir muhârib olarak bizimle
muhârebelere iştirak etmiştir.
Yunan, Ödemiş'in Mendegüme
üstündeki bayıra, açık ordugâh kurmuştu. Biz de Koçak Deresi ağzında yüz elli
mevcutlu bir piyâde taburu ve bu taburun sağında kırk kadar zeybek kızanıyla
Mendegümeli Hasan Hüseyin Efe, sol cenahdaki tepede bir kudretli cebel topu ve
benim maiyetimde yedi süvâri (muhterem Hoca Es'ad Efendi de dâhil), buna mukâbil
düşman bir alay piyâde ve dört toplu bir cebel bataryasından mürekkeb idi.
Fecirle berâber savaş başladı. Her neye mal olursa olsun Mendegüme havzasını
düşmandan geri almamız esas gâyemiz idi. Bunu da taarruz emîrlerimizde
bildirmiştik. Fecrin o ıssızlığı sırasında ordu müftümüz muhterem hocamız Es'ad
Efendi kendisi ve topçu askerleri tekbirler getirerek ilk mermiyi biricik
topumuzun namlusuna yerleştirtti. Harp kızıştı. Açıkta mevzi alan düşman
topçusu, Koçak Deresi ağzına doğru dört mermi attı. İşâretimiz üzerine bizim
topumuz açıkta bulunan düşman topçusuna tekbirlerle ateşlendi. Tekbirlerle
yerleştirilen bu mermi düşman topunun birinin ağzına isâbet etti, bunu müteâkip
de düşman topları üzerine beş mermi daha yollandı. Düşman topları susup yalnız
bizim topumuzun patlaması Yunanlıları sarstı, düşman topçusu mühim zâyiâtla
perişan bir halde geriye kaçtı. Yunan askerleri bozulup, yüzlerce ölü bırakarak
kaçtı. Bizim zâyiâtımız, biri mülâzım olmak üzere üç yaralıdan ibâretti. İki
buçuk saat sonra Başören, Küçükören, Mahmutlu köyleri tamâmen düşmandan geri
alındı. Biz de muzaffer olarak cephe karargâhı olan köşke döndük.
Muhterem hocamızın gerek
muhârebe ve gerek siyâset sâhalarında büyük hizmetleri vardır. Aydın
muhârebesinden sonra Yunan mezâlimini İstanbul hükûmetine ve Îtilaf devletleri
mümessillerine anlatmak üzere umum halkın mümessili olarak Aydın Belediye Reisi
Reşat Beyle birlikte Rodos tarikiyle İstanbul'a gitmesi ve beynelmilel bir
tahkik heyetinin gelmesine ve lehimizde rapor verilmesine dâir büyük
hizmetlerine paha biçilmez, takdir ve tebcîl-i vecîbedir."
Es'ad Hoca Birinci Türkiye
Büyük Millet Meclisine Aydın mebûsu olarak seçildi. İkinci devrede ise, Menteşe
(Muğla) Mebûsu oldu. O gerçekleştirilmesi için üç sene milletçe yekvücut bir
halde ve fedâkârca çalışılan Mîsâk-ı Millî'nin tescil ettirilmesini cânu
gönülden arzuluyordu. Ancak Lozan heyetinin bu gâyeden uzak faâliyetlerini
görünce, şiddetli tenkitlerde bulundu. Mecliste muâhedeye red anlamına gelen
kırmızı oy verdi. Bilhassa Batı Trakya Türklerinin mukaddesâtı üzerindeki
tâvizkâr politikayı tenkîd eden Es'ad Hoca, yaptığı konuşmada; "Ben Yunan
palikaryalarını bilirim. Onlara teslim ettiğiniz Türklerden birgün gelecek; bir
torba kemik bile alamayacaksınız." dedikten sonra, Mora ve Girid gibi yerlerde
bunun misâllerini nakletti. |
|