MÜCÂHİD
EVLİYÂ (E - 1)
Ebdal Kumral
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında yaşamış mücâhid ve akıncı bir derviş olup,
Şeyh Edebâlî hazretlerinin müridlerindendir. Şeyh Edebâlî hazretleri Eskişehir
yakınlarındaki İtburnu adlı köyde ikâmet eder, tâliblerine ilim öğretmek,
insanlara huzur dağıtmakla meşgûl olurdu. Talebelerini daha çok kâfirlerle
cihâda sevk ederdi. Nitekim sohbetlerinde kemâle gelen Ebdal Kumral'ı da hem
talebe yetiştirmek ve hem de Allahü teâlânın dînini yaymak için kâfirlerle
harbetmek üzere vazîfelendirdi.
Ebdal Kumral, İslâmiyetin
yayılması için pekçok gayret gösterdi. Zaman zaman Hızır aleyhisselâm ile
görüşüp sohbet ederlerdi. Yine bir defâsında Ermeni derbendi denilen yerde
dinlenirken Hızır aleyhisselâma rastgeldi. Tatlı tatlı konuştular. Hızır
aleyhisselâm, Ebdal Kumral'a Osman Bey'den söz etti. Onun dağılmış olan
müslümanları bir bayrak altında toplayacağından ve kurduğu devletin üç kıtaya
yayılacağından bahsetti. Ebdal Kumral hazretleri bu genç beyi tanımıyordu.
Ancak, birçok gazâda bulunduğunu ve zaman zaman gelip Şeyh Edebâlî'nin
zâviyesinde misâfir kaldığını duymuştu. Hızır aleyhisselâm; "O genç erin,
geleceği çok ümitlidir. Kendisine bu müjdemizi ulaştır" dedi. Kumral Ebdal
kendisini tanımadığını söyleyince, Hızır aleyhisselâm; "Onu, Edebâlî
hazretlerinin yanında bulacaksın. Şeyhe bu mevzuda bir rüyâsını nakledecektir."
buyurdu.
Kumral Ebdal, Hızır
aleyhisselâmdan ayrılınca, içini bir ateş ve özlem sardı. Büyük doğuşun
müjdesini içinde hissediyordu. Doğruca şeyhi Edebâlî hazretlerinin huzuruna
varmak üzere yola çıktı.
Bu sırada Osman Gâzi Şeyh
Edebâlî'nin Bilecik'teki zâviyesinde misâfir bulunuyordu. Osman Gâzi o gece bir
rüyâ gördü. Rüyâsında, Edebâlî hazretlerinin koltuğu altından çıkan bir nûr,
gelip Osman Beyin koltuk altına girdi. O nûrun girmesiyle, Osman Beyin karnından
bir ağaç peyda oldu. Birden dallanıp budaklandı. Dalları çok yükseklere ulaştı.
Altındaki nice dağlar ve nehirleri gölgeledi. Onun gölgesindeki dağ ve
nehirlerden birçok insan gelip istifâde etmeye başladı, Osman Bey uyandı. Hemen
abdest alıp şeyhinin huzûruna vardı. Baktı ki şeyhi birkaç derviş ile sohbet
etmekte. Bunlardan biri de Ebdal Kumral'dı.
Ebdal Kumral Osman Gâzinin
rüyâsını dinlerken heyecandan kalbinin duracak gibi olduğunu hissetti. İşte
Hızır aleyhisselâmın bahsettiği genç. İşte muazzam İslâm devletini kuracak genç
mîmâr. Bu sırada Osman Gâzinin rüyâsını dinleyen Şeyh Edebâlî tebessüm edip,
ruhları okşayan tatlı bir sesle şöyle tâbir etti:
"Ey Osman! Sana müjdeler
olsun. Sana ve senin evlâdına Hak teâlâ saltanat verdi. Ve dünyâ âlem, evlâdının
saltanat güneşi altında ola. Ve hem kızım Mal Hâtun sana helâl oldu."
İşte şeyhi ile Hızır
aleyhisselâmın söyledikleri de birbirini doğruladı. Ebdal Kumral hazretleri
artık daha fazla dayanamayıp şeyhi ile mürid arasına girdi. Osman Gâziye Hızır
aleyhisselâmın müjdesini de söyledikten sonra; "Ey Osman! Sana pâdişâhlık
verildi. Bize şükrâne ne verirsin?" diye sordu. Osman Gâzi ise;
"Ne vakit pâdişâh olursam
sana bir şar, şehir vereyim." dedi. Ancak Ebdal Kumral'ın gözü öyle yükseklerde
olmadığından; "Bize şu köyceğiz yeter. Şehirden vazgeçtik." dedi. Osman Gâzi
kabûl etti. Ama Ebdal Kumral, ileride bu vaadi Osman Gâzinin çocuklarına karşı
ispat etmek için yazılı bir belge istiyordu. Bu maksatla; "Öyleyse bize bir
kâğıt ver." dedi. Osman Gâzi ise; "Kâğıt yerine işte bir kılıcım var. Babamdan
ve dedemden kalmıştır. Onunla birlikte bir de maşrapa vereyim. Birlikte senin
elinde olsunlar. Neslin bu nişanı saklasın. Eğer Hak teâlâ beni pâdişâhlığa
eriştirirse benim neslim dahi bu alâmeti görüp kabûl etsinler, köyünü
almasınlar." deyip verdi.
Böylece Osman Gâzinin kılıcı
Ebdal Kumral ve onun nesli eline geçti. Ancak Kumral Ebdal hazretleri Osman
Gâzinin tahta çıktığını göremedi. 1288'de Osman Gâzi, babası Ertuğrul Gâzinin
yerine baş seçildiğinde o vefât etmişti. Osman Gâzi ise bu mücâhid şeyh
hazretlerini unutmadı. Ona Ermeni Derbendinde güzel bir zâviye yaptırdı. Birçok
köy ve tarlalar vakfetti. Çünkü o, günün birinde rüyâsı her anlamıyla
gerçekleşir ve Osmanlı Devleti cihânı kaplayan bir devlet olursa, bunda îmânlı
kılıç sâhipleri kadar, îmân sâhibi dervişlerin de payı olacağına yürekten
inanıyordu.
Bu arada her Osmanlı
pâdişâhı, Ebdal Kumral neslinden gelen dervişler elinde o kılıcı görünce pekçok
ihsânlar ettiler ve o kılıcın kınını yenilediler.
Bursa velîlerinden Ebdal
Murâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bursa'nın fethinden önce Buhârâ'dan
Bursa'ya gelen hak âşığı adı verilen kırk abdaldan biridir. Ebdal Murâd, Orhan
Gâzinin Bursa'yı fethinde yanında bulunan mücâhidlerden idi. Yanında dâimâ bir
tahta kılıç bulundurur, bu nasıl kılıç deyip alay edenlere; "Siz onun ne kadar
keskin olduğunu bilmezsiniz" derdi.
Ebdal Murâd fetih esnâsında
Bursa kalesini gözetleme vazîfesi yaptı. "Hıdmet-ül-Mülûk nısf-üs-sülûk" (Devlet
başkanlarına hizmet tarîkat yolculuğunun yarısıdır) sözü gereğince fetihde
Sultan Orhan Gâziye maddî ve mânevî yardımlarda bulundu. Dört arşın
uzunluğundaki tahta kılıç ile şaşılacak kahramanlıklar gösterdi. Tahta kılıcını
kocaman bir kaya parçasına vurmasıyla kayayı ikiye ayırması düşmanı dehşete
düşürdü.
Harp bitip Bursa feth
olunduktan sonra Ebdal Murâd'ın, Keşiş Dağı eteklerindeki tekkesine çekildiği ve
Orhan Gâzinin tekkeye binden fazla bakır kapkacak verdiği rivâyet edilmektedir.
Eskiden bu tekkede esnafa
peştemal kuşatılır ve çeşitli eğlenceler yapılır, sonra da Ebdal Murâd'ın
türbesine gidilerek duâ edilir ve; "Destini destime vergil destikeremdir. Allah
bir dedik, pervâne geldik, yönümüz dergâha döndük. Gün kubbe altında, yeşil
seccâde üzerinde, erenler meydanında, sizler huzurunda peştemal kuşanıp bir
murâd almaya geldik." denirdi. Sonra tekbirler getirilir. Velîlere rahmet
okunurdu. Kalfalar, çıraklar esnâfın en yaşlısının ve ustasının elini öperlerdi.
İhtiyâr usta da; "Allah mübârek etsin oğlum, sanatına doğru ol." diyerek duâ
ederdi.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Ya'fûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şam'a yakın Ya'fûr köyünde
yaşadı. Zühd, takvâ ve verâ sâhibi bir zât idi.
Kalabalık bir cemâat,
haçlıların Akka'da yaptıkları zulümden ona şikâyette bulundu. Bunun üzerine Ebû
Bekr Ya'fûrî onlara; "İnşâallah orayı ve sâhildeki diğer yerleri yakında
fethederiz." buyurdular. Bir müddet sonra Sultan Selâhaddîn tarafından
fethedilecek şehirlerin isimlerini saydılar. Zamanla haçlılar ile müslümanlar
arasındaki savaş çok şiddetlendi. Akka muhâsara edilmişti. Düşman ordusu kalenin
dışına çıkarak, İslâm ordusu ile şiddetli bir çarpışmaya girdi. Sonra tekrar
kaleye geri çekilerek kuvvetlerini takviye ettiler ve büyük bir sebât
gösterdiler. Kalenin fethi bir gün gecikti. Şemseddîn bin Sel'ûs, orada bulunan
Ebû Bekr Ya'fûrî'nin talebelerinden bir cemâate; "Hocanızın bir va'di olduğunu
biliyoruz. Ona gidip hatırlatınız. Artık bu harbin şiddeti son haddine ulaştı."
dedi. Benî Mibşere Dağındaki Keferkânâ köyünde bulunan, Ebû Bekr Ya'fûrî'nin
yanına gittiler ve durumu haber verdiler. Ebû Bekr Ya'fûrî atına bindi, Ümmül-kerûm
denilen Akka'nın dört saat mesâfede doğusuna düşen bir köye varıncaya kadar yol
aldı. Oradan, Akka'nın ışıkları ve dumanları görünüyordu. Yanındakilerden
birine; "Ey oğlum! Bana üç taş getir." buyurdu. Birinci ve ikinci taşı, "Allahü
Ekber! Yâ Muhammed!" diyerek attı. Sonra onlara: "Haydi dönünüz. İnşâallah yarın
kale fethedilir." buyurdu. Günlerden Perşembe idi. Muhâsarada bulunan bir grup
kimse, durumu şöyle anlattılar: "İki taşın atıldığı gün, her atışta büyük bir
ses vukûa geldi. Surlar parça parça oldu. Büyük bir toz bulutu yükseldi.
İnsanlar, gökten belâ indi diye bağırıştılar." Ebû Bekr Ya'fûrî'nin yanında
bulunanlar, niçin üçüncü taşı atmadın? diye sorduklarında; "Eğer onu da atsa
idim, bütünüyle deniz altüst olurdu. Bu hususta bize izin yok." buyurdu. H. 690
senesinde Akka fethedildi. Bunu tâkiben, Şam sâhilindeki haçlıların elinde
bulunan; Beyrut, Sayda, Sûr, Hayfa ve Usleys alındı. Buralar, Ebû Bekr
Ya'fûrî'nin isimlerini tek tek saydığı yerler idi.
Evliyânın meşhurlarından ve
Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Gayr-i müslimler ile yapılan savaşlara katılır, cihâd ederdi. Öyle bir zâtın
İslâm askeri arasında bulunması asker için bambaşka bir moral ve gayrete
getirici sebeb olurdu. Çünkü duâsıyla, davranışlarıyla, nasîhatlarıyla ve
kerâmetleriyle ordu için bir nîmet olurdu. Bir defâsında Rum diyârında cihâd
etmekte idiler. Ordunun önüne derin bir nehir çıktı. Ebû Müslim Havlânî
hazretleri öne geçip; "Bismillâhirrahmânirrahîm." diyerek; "Geçiniz." dedi.
Kendisi önden gitti, ordu da peşinden yürüdü. Nehrin suyu atların sırtlarına
kadar yükseliyordu. Geçtikten sonra; "Bir şeyini düşüren oldu mu?" diye sordu
ve; "Bir şeyini düşüren olduysa, onu bulmaya kefilim."dedi. Bir asker; "Benim
torbam düştü." dedi. Ona; "Beni takib et." deyip nehre daldı. Torbayı nehrin
suları arasından eliyle koymuş gibi bulup çıkararak askere verdi.
Osman bin Ebû Atîke şöyle
anlatmıştır: Rum diyârında gazâda idik. Komutanımız bir yere bir bölük asker
gönderdi. Dönecekleri zamânı da belirlemişti. Belirtilen vakit geldiği hâlde
gönderilen birlik dönmemişti. Bu sırada Ebû Müslim Havlânî namaz kılmak için
mızrağını önüne sütre olarak dikti. Bir kuş gelip mızrağa kondu ve dile gelip;
"Müfreze, askerî birlik selâmettedir. Zafer kazanıp, ganîmet aldı. Falan gün,
falan saatte size gelecektir." dedi. Ebû Müslim Havlânî, dile gelip konuşan kuşa
"Allahü teâlânın rahmeti senin üzerine olsun, kimsin?" dedi. Kuş; "Ben
müminlerin kalplerinden üzüntüyü gideren bir kuşum." dedi. Ebû Müslim, bu haberi
komutana ulaştırdı. Böylece komutan merakla beklediği asker hakkında haber almış
oldu.
Ebû Bekr bin Ebî Meryem,
Atiyye bin Kays'dan naklen şöyle anlatmıştır: "Şam'dan bir grup insan Ebû Müslim
Havlânî hazretlerini ziyârete gitmişlerdi. O sırada Rum diyârında bir gazâya
katılmıştı. Arayıp buldular. Bir çadır içinde idi. Yere deri bir yaygı sermiş,
bir köşeye de su koymuştu ve oruçlu idi. Oruçlu olduğunun farkına vardıklarında;
"Kendine neden bu kadar sıkıntı veriyorsun? Sefer halinde oruç
tutmayabilirsiniz, buna izin verilmiştir." dediler. "Eğer fiilen savaş başlarsa
tutmuyorum ki, güçlü kuvvetli bir halde cihâd edeyim. Savaş yapılmıyorsa
tutuyorum. Bilmez misiniz iyice beslenip semizleşen at savaş sırasında hedeflere
iyi koşamaz. Ancak fazla yağlı olmazsa çevik koşabilir. Önünüzde ibâdet ve
hayırlı işler yapabileceğimiz belirli günler, kısa bir zaman var." diye cevap
verdi.
Tasavvuf, hadîs, Şâfiî
mezhebi fıkıh âlimi, vâiz ve hatîb Ebû Tâhir Mahallî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri hakkında İbn-i Kalyûbî şöyle anlatır: Zamânın sultânı
yolculuğa çıkacağı zaman Ebû Tâhir Mahallî'ye uğrar, onun duâsını almadan yola
çıkmazdı. O da her defâsında; "Allahü teâlâ, sultânı muvaffak etsin." diye duâ
ederdi. Yine bir seferinde Sultan ve arkadaşları kendisini ziyâret edip duâsını
aldılar. Onlar ayrıldıktan sonra; "Sanki düşmanlarının üstüne gidiyormuş gibi
benden nusret için duâ istedi." dedi. Daha sonra sultânın askerleri arasına
katılıp, Avrupa'dan gelen zâlim Haçlı kuvvetlerine karşı çarpışmak için gitti.
Mensûre'deki savaşta atından inip düşmanla savaştı. Yanındakiler, hep şehid
oldular. O da pekçok kâfiri öldürdü. Ebû Tâhir Mahallî'ye de birçok ok ve kılıç
darbesi isâbet etmesine rağmen, hiç savaşa girmemiş gibi geri döndü."
Şam'da yetişen âlimlerin ve
evliyânın meşhurlarından Ebû Ubeyd el-Busrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, Allah yolunda cihâd etmek niyetiyle bir savaşa katıldı. Bir ata
binmişti. Yolda atı öldü. Duâ edip, seferden dönünceye kadar Rabbinden atın
diriltilmesini istedi. Ölen at, Allahü teâlânın izniyle dirilip ayağa kalktı.
Gazâ bittikten sonra Busr'daki evine varınca, oğlundan atın eğerini almasını
istedi. Oğlu, hayvanın çok terli olduğunu görünce eğeri almaktan vazgeçti. Bunun
üzerine; "Eğerini al, bu bize ödünç verilmiştir." buyurdu. Oğlu eğerini alınca,
at yere düşüp öldü.
En büyük velîlerden İmâm-ı
Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ceddi hazret-i Sa'd,
Resûlullah efendimizin hayır duâlarına kavuştu. Henüz küçük yaşlarda olan
hazret-i Sa'd, Uhud muhârebesinde Peygamber efendimize gelerek kendisini de bu
harbe götürmelerini arzetti. Peygamber efendimiz başını okşayıp; "Küçüktür,
gazâya gidemez." buyurdular. Çünkü âkıl ve bâliğ olmayanlara gazâya izin
vermezlerdi. Bu okşamanın eseri, onda ve neslinde görüldü. Hazret-i Sa'd daha
sonraki gazâlara iştirak etti. Kûfe'ye yerleşip orada vefât etti. |