MÜCÂHİD
EVLİYÂ (D)
Evliyânın meşhurlarından
Dârendeli Ömer Rızâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhir ve bâtın ilimlerinde
aldıkları derslerden sonra tasavvufa yönelip Bursa'da mürşid-i kâmil Seyyid
Münzevî Abdullah Nasreddîn hazretlerinin sohbet ve derslerine katıldı. Hocasının
kalp aynasını parlatması için koyduğu şartları aynen yerine getirdi. Nefsinin
isteklerine sırt çevirdi. Az yemek, az konuşmak, az uyumak ve çok ibâdet etmekle
tasavvuf yolunda ileri derecelere kavuştu. Hocasından icâzet, diploma aldı.
Ömer Rızâî hazretleri bundan
sonra yürüyerek hac etmeyi murâd ettiler. Ancak bu sırada Osmanlı Devleti Rusya
ile harp içerisine girmişti. Ulemâ ve şeyhler cihâda katılmaya başlayınca,
Seyyid Abdullah Efendi, Ömer Rızâî'den cihâda iştirak etmesini istedi. Bunun
üzerine Ömer Rızâî hazretleri asker ile İstanbul'a geldi. Ebû Eyyûb el-Ensârî
hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret ederek duâ ve niyâzda bulundu. Sonra
Avusturya cephesine hareket ettiler. Avusturya kuvvetleri 30 bin asker ve 70
topla Yergöği'ni muhâsara altına almışlardı. Osmanlı yardımcı kuvvetlerinin
gelmesiyle kale önünde kanlı bir savaş oldu. Osmanlı askerinin zaferi ile
netîcelenen savaşta Ömer Rızaî Efendi kılıcı ve duâsı ile yardımcı oldu.
Gazâdan dönünce tekrar
Bursa'ya hocası Seyyid Abdullah hazretlerinin huzûruna geldi. Şeyh hazretleri
ona pekçok duâ ettikten sonra; "Şeyh Ömer! Yavrum şimdi bedeninizde kuvvet var
iken Beytullah'ı hac etmeniz gerekir." dedi. Bundan sonra ona bizzat hazırladığı
hacı elbiselerini giydirdi. Eline bir koyun postu ile bir abdest ibriği ve on
para da harçlık verdikten sonra; "Var yavrum Mevlâm muînin, yardımcın olsun."
diye duâ edip Fâtiha okudular ve uğurladılar.
Ömer Rızâî Efendi köy ve
kasabalara vardıkça câmilerde ibâdet ediyor, halka vâz ve nasihatlarda
bulunuyordu. Varsa o beldenin mübârek zâtlarını da ziyâretten sonra yoluna devâm
ediyordu. Bu şekilde Rodos'a vardı. Bu sırada o havâlide birbirlerine hasım ve
düşman iki derebeyi tâifesi vardı. Bunlardan birinin adamları Ömer Rızâî
Efendiyi karşı tarafın câsusu diye tutup hapse attılar. Konuşturmak için çok
sıkıştırdılar. Bu sırada yine karşı gruptan yakaladıkları bir adamı işkence ile
öldürdüler. Ömer Rızâî Efendiye; "Şâyet yarın da konuşmazsan seni de bu şekilde
öldürürüz." diye tehdid ettiler. O gece reisleri birkaç defâ korkunç bir rüyâ
ile uyandı. Ne zaman uykuya dalsa büyük bir felâket ve azap ile karşı karşıya
kalmakta idi. Sabah erkenden adamlarını toplayıp; "Bu ne haldir bir günahsıza
zulüm mü yaptık?" diye sordu. Adamlarından bir tânesi dün bir kişi yakalamıştık.
Devamlı hapishânede namaz kılıyor ve duâ ediyor diye bildirdi. Reis onun derhal
huzûruna getirilmesini bildirdi. Böylece Ömer Rızâî hazretlerini reisin huzûruna
getirdiler. Reis, Şeyhin ayaklarına kapanıp affedilmesi için yalvardı, ne
dilerse vereceğini söyledi. Ömer Rızâî Efendi hakkını helâl ettiğini bildirip
serbest bırakılmasını istedi.
Rodos'ta kırk gün kadar
kalan Şeyh hazretleri, Hasan Kapudan ismindeki bir şahsın yardımıyla gemi ile
Kâhire'ye geldi. Burada Câmiü'l-Ezher'deki ulemâ ile sohbet etti. Câmilerde
vâzlar verdi.
Hac mevsimi geldiği zaman
Mısır huccâcıyla Süveyş'ten Yenbua'ya, oradan da Medîne-i münevvereye vâsıl
olup, Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâretten sonra Mekke'ye
vardılar.
Ömer Rızâî hazretleri hac
vazîfesini îfâdan sonra iki sene Mekke'de mücâvir olarak kaldı. Bu zaman içinde
geceleri harem-i şerîfi tavâf etti, namaz kıldı, Allahü teâlâyı zikirle meşgul
oldu. Mekke tüccarından bir kimse kendisine her gün bir tas çorba hazırlar ve
onunla idâre ederdi.
İki sene sonraki hacılarla
tekrar Medîne'ye geldi ve Peygamber efendimizin kabrini ziyâretten sonra
mukaddes beldelere vedâ etti. Dönüşte Kâhire'ye vâsıl olduklarında bir câmide
vâz ü nasîhatla meşgûl iken Mısır Vâlisi İzzet Mehmet Paşanın dikkatini çekti.
Paşa, Ömer Efendinin ilim ve ihlâstaki yüksek derecesini görerek onu ilim
meclislerine dâvet etti. Bunu duyan Mısır'ın en değerli âlimleri meclisine
gelerek Ömer Efendinin sohbetine katıldılar.
Diğer taraftan İzzet Paşa
sadâret emeli ve arzusu ile de dolu idi. Nitekim o bu maksadla Ömer Efendiden
duâ buyurmasını istedi. Bunun üzerine Ömer Rızâî Efendi; "Bizim elimizde bir şey
yoktur. Allahü teâlâ ne dilerse o olur. Duâ edelim haklarında hayırlısı olsun."
buyurdular. Sonra bir câmide kırk gün ibâdet ve zikirle meşgul oldu. Kırk günün
sonunda murâkabeye daldığı bir sırada Peygamber efendimizi gördü. Resûlullah
efendimiz İzzet Paşayı kır bir atın üzerine bindirip; "Var Allahü teâlânın
kullarının hizmetini güzelce gör." diye emir buyurdular.
Ömer Rızâî Efendi ertesi gün
huzûruna gelen İzzet Paşanın adamlarına; "Paşanızın murâdları hâsıl oldu." diye
müjde verdi. Nitekim İzzet Paşanın bu müjdeyi aldığı gün çok geçmeden
İstanbul'dan dâvetçi tatar, postacılar gelerek kendisine sadâret verildiğini
bildirdiler. İzzet Paşa müjdenin tahakkuk etmesi üzerine Ömer Rızâî Efendiye
pekçok teşekkür ettikten sonra onu İstanbul'a dâvet edip nerede isterlerse o
mahalde bir tekke veya medrese inşâ ettireceğini bildirdi. İzzet Paşaya muvaffak
olması için duâ eden Ömer Rızâî hazretleri; "İnşâallahü teâlâ mübârek beldeleri
bir kez daha ziyâret ve sıla-i rahmden sonra saâdet kapısına, İstanbul'a
geliriz." buyurdu.
Deryâ Ali Baba
(rahmetullahi teâlâ
aleyh) Anadolu velîlerinden olup On beşinci yüzyılda yaşadı. İstanbul'un fethi
sırasında orduda Sakabaşı olarak vazîfe yaptığı için Saka Ali Baba veya Deryâ
Ali Baba diye meşhur olmuştur..
Canını, malını Allahü
teâlânın yüce dîni olan İslâmiyeti yaymak, insanların dünyâ ve âhirette saâdete,
mutluluğa ermelerine vesîle olmak için fedâ etmeye hazır olan Deryâ Ali Baba'nın
hayâtı hakkında fazla bilgi yoktur. Ancak Anadolu'da yetiştiği ve Fâtih Sultan
Mehmed Hanın İstanbul fethi için hazırladığı ordunun Sakabaşısı yâni Sucubaşısı
olduğu bilinmektedir.
Fâtih Sultan Mehmed Han,
İstanbul'u küffâr elinden kurtarmak üzere kuşatmıştı. Fetih ordusu İstanbul
surlarına dayanmış, Fâtih Sultan Mehmed Han fethin gerçekleşeceği zamânı
sabırsızlıkla bekliyordu. Leşker-i duâ adı verilen duâ ordusu âlimler ve
velîler, fetih için gözyaşı dökerek duâ ediyorlardı. Kır atının üstünde heybet
ve celâdetle duran genç hükümdâr, orduyu şevke getirici konuşmalar yapıyordu.
Etrâfa dalga dalga yayılan ordu, Feth-i mübînin gerçekleşmesi için canla başla
çarpışıyordu. Şehir düşmek üzere idi. İşte tam bu kritik zamanda ordunun
arasında; "Ordu susuz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya, kuyular boş, çeşmeler
akmıyor." şeklinde bir söylenti yayılmaya başladı.
Bu kötü haber kısa zamanda
her tarafta yayıldı. Ağızdan ağıza, kulaktan kulağa yayılan bu söylenti nihâyet
genç pâdişâhın kulağına kadar geldi. Bu haber üzerine genç pâdişâhın yüz hatları
bir anda değişti. Etrâfında bulunan vazîfelilere hitâb ederek; "Tez gidin
Sakabaşını bana getirin!.." dedi. Vazîfeliler hemen gidip Sakabaşı Ali Efendiyi
genç pâdişâhın huzûruna getirdiler. Yüzünden nûr akan, hafif beli bükük Ali
Efendi sırtında kırbası olduğu hâlde Fâtih Sultan Mehmed Hanın huzûruna girdi.
Pâdişâh ne kadar telaşlı ve üzüntülüyse, Saka Ali Efendi de o kadar soğukkanlı
ve sâkin duruyordu. En ufak bir endişe izi taşımıyor, her zamanki gibi tebessüm
eder bir hâlde pâdişâhın yüzüne bakıyordu. Pâdişâh onun böyle kritik bir anda
gâyet sâkin ve aldırmaz bir durumda olduğunu görünce iyice celâllendi ve şöyle
seslendi:
"Olanlardan haberin yokmuş
gibi duruyorsun Ali Efendi!.. Ordu susuz kalmış, asker susuzluktan kırılıyor.
Neden gerekli tedbiri almazsın da bizi müşkil hâle düşürürsün? Şimdi ne olacak.
Bu hâle nasıl çâre bulacağız?"
Sakabaşı Ali Efendi gâyet
sâkin ve tebessüm ederek; "Devletlü pâdişâhım! Merak etmeyiniz. Su çok." diye
cevap verdi. Onun bu hâli karşısında daha da hiddetlenen genç pâdişâh; "Su çok
mu dersin? Alay mı edersin sen askerle? Ordu susuzluktan kırılırken ne biçim laf
edersin?" Sultanın iyice öfkelendiğini ve üzüldüğünü gören Sakabaşı Ali Efendi,
arkasını pâdişâha dönüp, sırtındaki su kırbasını pâdişâhtan tarafa çevirdi ve;
"Ben yalan söylemem sultanım. Bakın isterseniz ne kadar çok suyumuz var." dedi.
Sakabaşı Ali Efendinin bu
sözünden pek bir şey anlamayan Fâtih Sultan Mehmed Han, Ali Efendinin sırtındaki
kırbanın içine baktı. Bir de ne görsün? Kırbanın içinde bir deryâ büyük bir
okyanus görünmekte. Göz alabildiğine uzanan su, bir değil, binlerce orduyu
doyuracak kadar çok. Gözlerine inanamayan genç pâdişâh, yanında bulunanlara da
kırbanın içine bakmalarını emretti. Sırasıyla kırbanın içine eğilip bakan
vezirler, kumandanlar ve diğer vazîfeliler de büyük bir şaşkınlık ve hayret
içinde aynı manzarayı gördüler.
Olanların, Allahü teâlânın
velî kullarına ihsân ettiği bir kerâmet olduğunu anlayan genç pâdişâh, su
bulunmasına rağmen askerin susuz bırakılmasından maksadın ne olduğunu birden
kestiremedi. Sakabaşı Ali Efendiye dönerek; "Su bulunmasına rağmen nedir senin
bu yaptığın?" diye seslendi. Pâdişâhın daha fazla gazaplanmasından çekindiği
için olanları tek tek anlatmaya başladı:
"Ey cihan pâdişâhı!
İstediğin kadar su işte burada. Fakat ben askere suyu doyumluk veremiyorum.
Çünkü onlar kahramanca savaşıyor, yorulup terliyorlar. Eğer istedikleri kadar
suyu versem hepsi hastalanıp yatacaklar. Sonra da zaferimiz tehlikeye düşecek
düşüncesiyle böyle yapıyorum." dedi.
Sakabaşı Ali Efendinin
ârifâne sözleri ve kerâmeti karşısında söyleyecek söz bulamayan Fâtih Sultan
Mehmed Han, saygı ve muhabbet dolu nazarlarla ona bakmaya başladı.
Kerâmet göstermekten
kaçındığı halde, kerâmetinin ortaya çıktığını gören Sakabaşı Ali Efendi,
sırtındaki kırbayı hızlıca yere bıraktı. Başta pâdişâh olmak üzere bütün
vezirlerin ve âlimlerin hayret dolu bakışları arasında kırbanın düşüp
parçalandığı yerde bir su kaynağı ortaya çıktı. Şırıl şırıl akan bu pınardan
ordunun su ihtiyâcı giderildi. Bu hâdise üzerine Fâtih, Sakabaşı Ali Efendiye
Deryâ Ali Baba ismini verdi.
Fâtih Sultan Mehmed Han,
fetihten sonra büyük bir velî olan Sakabaşı Deryâ Ali Dede'yi unutmadı. Ona
şimdi Kazlıçeşme'nin kurulu bulunduğu yerde geniş bir arâzi tahsis etti. Uzun
yıllar burada yerleşen, İslâm dînine ve müslümanlara hizmet etmeyi tek gâye
edinen Deryâ Ali Baba, Fâtih Sultan Mehmed Hanın saygı ve muhabbet duyduğu
kimselerden oldu. Zaman zaman ziyâret eden Fâtih Sultan Mehmed Han ona ve
sevenlerine iltifât ve ihsânlarda bulundu.
Dimitrofçalı Muslihuddîn
Efendi (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Sınır boylarında yetişerek, Rumeli'de İslâmiyetin yayılması için
gayret gösteren gâzî dervişlerden ve Rumeli evliyâsının büyüklerindendir.
Kânûnî Sultan Süleymân Han,
Zigetvar seferi esnâsında kaleyi kuşatınca, Pertev Paşa da Küle kalesini
kuşatıp, topa tuttu. Zafer müyesser olmadı. Dimitrofçalı Muslihuddîn Efendi
Dimitrofça'dan talebelerini toplayıp, Küle'ye doğru yola çıktı. Muslihuddîn
Efendinin oraya ulaştığı gün, asker arasında zafer haberi yayıldı. Askerin
mâneviyâtı çok yükseldi. Askerler, daha kale alınmadan birbirlerini tebrik
ediyorlardı. Kısa süre sonra İslâm ordusu kaleyi fethetti. Muslihuddîn Efendi,
fetihten sonra Hüseyin Dede'ye; "Hemen bir (atlı) araba bul, öğleyin çıkıp
Zigetvar gazâsına yetişelim!" diye tenbih etti. Hüseyin Dede, arayıp taradı,
münâsip bir şey bulamadı. Bütün arabacılar, askere erzak ve silâh yetiştirmekle
meşgûldü. Gelip Muslihuddîn Efendiye durumu arzetti. Muslihuddîn Efendi; "Ne
yapıp yapmalı, bir araba bulmalıyız. Bütün erenler, gazâya çıktılar." dedi.
Hüseyin Dede, yeniden araba aramaya çıkıp, ikindiye doğru bir araba buldu. O
gece Travnik kasabasına vardılar. Ertesi gün ikindi saatine doğru, havâlideki
nehre ulaştılar. Ancak yakında konak yeri olmadığından, bir saldırı tehlikesi
vardı. Bunun için köprüden geçmeyip yukarıdan dolaştılar. Cumâ günü seher vakti
kalkıp, öğle vaktinden sonra Şikloş'a yetiştiler. Oradan da sevenleri yanlarına
katılıp, akşama doğru pâdişâhın ordusuna ulaştılar. Ertesi gün savaş alanına
vardılar. Çok geçmeden hisâr tutuştu, yanmaya başladı. Bir müddet sonra da İslâm
bayrağı Zigetvar kalesi burçlarında dalgalandı.
Tefsîr, hadîs ve fıkıh âlimi
Dursun Fakîh (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şeyh Edebâlî hazretlerinin dâmâdı
ve Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Beyin bacanağıdır. Doğum târihi
bilinmemektedir. Sultan Orhan devrinde vefât etti.
Aslen Karamanlı olup, hocası
Edebâlî hazretlerinin hemşehrisidir. Çeşitli ilimleri, Edebâlî'den tahsîl edip,
tefsîr, hadîs ve fıkıh bilgilerinde âlim, tasavvufta yüksek derecelere sâhib
oldu. Kalbi, kötülüklerin pisliklerinden temizlendi. Dünyâlık olan şeylerden
uzaklaşmakta ve takvâda, güzel ahlâkta, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına
uymakta, insanlara doğru yolu göstermekte çok ileri idi.
Bu sırada Anadolu Selçuklu
Devleti Sultanının, İlhanlı Gâzan Han tarafından İran'a götürülmesi üzerine
devlet parçalandı. Her önüne gelen bey, herkes sığınacak yer arar oldu. Haber
Osman Beyin meclisine ulaştı. Mecliste hazır bulunan Osman Beye, hatîb ve vâiz
Dursun Fakîh şu teklifi yaptı: "Beyim! Cenâb-ı Hak size, sığınacak yer arayan
müslümanları bir araya toplayıp idâre etmek basîretini ve gücünü ihsân etmiştir.
Allahü teâlânın inâyeti, duâ ordusunun himmet ve bereketi, gazâ ordusunun kuvvet
ve kudretleriyle çevrenizdeki tekfurları dize getirip, birçoklarının
topraklarını mülkünüze dâhil ettiniz. Şimdi sıra Anadolu topraklarını ehil
olmayanların elinden kurtarıp, ahâlisini huzûra kavuşturmaya gelmiştir. Müsâade
buyurun da, adınıza hutbe okuyup, sizi sultan îlân edelim." dedi. Sultan
düşünüp, istişâre etti. Dursun Fakîh'e hak verdi. O gün Dursun Fakîh, Osman Gâzi
adına hutbe okuyup, beyinin sultanlığını îlân etti.
Dursun Fakîh bundan sonra
Osman Gâzinin cihâd hareketine iştirak etti. O hem elinde kılıcı ile gazâlara
katılıyor hem de namaz vakitlerinde gâzilere namaz kıldırıyordu. Ayrıca
gâzilerin dînî meselelerdeki suâllerini de Dursun Fakîh çözüyordu. Bu
husûsiyetleri ile onun Osmanlı Devletinin resmî olmamakla berâber ilk kâdıaskeri
hüviyetini taşıdığı anlaşılmaktadır.
Dursun Fakîh, okuduğu
hutbelerde vâz ve nasîhatlarında gâzilerin gazâ şevkini artırıcı sözler
söylerdi. Resûlullah efendimizin ve O'nun mübârek Eshâbının güzel ahlâk ve örnek
yaşayışını anlatırdı. Bu mübârek âlimin sözleri ve duâları bereketi ile Osman
Gâzinin seçme yiğitleri, Allahü teâlânın dînini yaymaya, insanlara merhametli
davranıp zarar vermemeye çok gayret ettiler. Herkese iyilik edip, hayırlı amel
işlediler. Nefslerini terbiye edip, ebedî saâdete kavuşmak için gayret
gösterdiler.
Osman Gâzi 1302'de memleketi
beş idârî bölgeye ayırıp, Bilecik'in idâresini Şeyh Edebâlî hazretlerine
bıraktı. Dursun Fakîh bundan sonra hocası Şeyh Edebâlî'nin yanında kalıp onun
yerine tefsîr okuttu ve fetvâ işlerini yürüttü. Edebâlî hazretlerinin vefâtından
(1326) sonra onun zâviyesinde şeyhlik makâmına oturdu. 1330'da İznik, Orhan Gâzi
tarafından alındıktan sonra Bilecik kâdısı olan Candarlı Kara Halil, İznik
kâdılığına getirildi. Bu târihten îtibâren Dursun Fakîh'e de Bilecik kâdılığı
vazîfesi verildi. Dursun Fakîh'in bu görevde iken vefât ettiği tahmin
olunmaktadır. Kabri Bilecik'teki hocası Şeyh Edebâlî türbesi içindedir. Şeyh
Edebâlî hazretleri hatip, kâdı ve şâir olan talebesi Dursun Fakîh ile yanyana
yatmaktadır. Bu çok sevilen derviş gâzinin bir makam türbesi de, Söğüt'ün Küre
köyü civârında bir tepe üzerindedir. |