MÜCÂHİD
EVLİYÂ (B - C)
Evliyânın meşhurlarından
Bahri Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Kânûnî Sultan
Süleymân Zigetvar seferine çıkmadan önce hazırlıklarını tamamlayıp, evliyâ
kabirlerini ziyâret edip zafer kazanmak için duâ etti. Ayrıca hayatta olan
evliyâ ve ulemâdan da duâ istedi. Devrin meşhûr evliyâsı olan Bahri Dede'den de
duâ istemişti. Ayrıca fakirlere muhtaçlara dağıtır diye bir kese içinde bin
flori altın hediye etti. Bahri Dede bu hediyeyi kabul edip bir yere sakladı.
Sonra savaşa kendisinin de katılacağını söyledi. Ordunun hareket günü gelince o
da orduyla yola çıktı. Böyle evliyâ bir zâtın aralarında bulunması pâdişâh,
komutanlar ve askerler için büyük bir ümit ve moral oldu.
Zigetvar Kalesi kuşatılıp
peşpeşe iki taarruz yapılmasına rağmen kale fethedilemedi. Ordunun içinde büyük
bir mânevî destek olan Bahri Dede, kalenin fethedileceğini müjdeledi ve zafer
için çok duâ etti. Nihâyet üçüncü defâ büyük bir taarruz yapıldı. Bu taarruz
sırasında şiddetli yağmur yağdığı için arâzi çamur ve bataklık hâlini almıştı.
Her şeye rağmen Bahri Dede gibi evliyâ bir zâttan fetih müjdesi almışlardı. Bu
sebeple büyük bir azim içinde idiler. Yeniçeri bölükbaşısı abdest alıp
vasiyetini yazdı. Merdivenlerle kaleye tırmanıp mazgallardan birine humbara
yerleştirip fitilini ateşledi. O anda düşmanın hücûmuna uğrayan yeniçeri
bölükbaşısı şehît düştü. Fakat ateşlediği humbara patlayıp kalede büyük bir
gedik açtı. Osmanlı askerleri bu gedikten dış kaleye, daha sonra da iç kaleye
girerek kaleyi fethetti. Ordu zafere ulaştı. Bu seferde pâdişâh hastalanıp vefât
etmişti. Ordu Bursa'ya döndükten sonra, Bahri Dede, sultanın kendine hediye
ettiği bin altını sakladığı yerden çıkarıp geri iâde etti. Kısa bir müddet sonra
da vefât etti.
Bayraklı Sultan
(rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin asıl ismi Yûnus Mürebbî'dir. 1204 senesinde Selçuklu
kumandanlarından Hüsâmeddîn Çoban Bey komutasındaki ordu ile Kastamonu fethine
katıldı. Günlerce süren muhasarada kaleyi almak şöyle dursun, surlara tırmanmak
dahi mümkün olmadı. Bir gün Yûnus Mürebbî, Hüsâmeddîn Çoban Beyin huzûruna
çıkarak yapılacak ilk cenkde bayraktar olmak istediğini arzetti. Çocuk sayılacak
yaşta olması sebebiyle hayır cevabını alınca:
-Ata Beyim gece rüyâmda
sevgili ve şerefli Peygamber efendimizi görmekle şereflendim. "Yarın bana
kavuşacaksın. Fakat elinde bayrakla bana gel!" dedi, diyerek rüyâsını anlattı.
Cenk esnâsında belindeki
urganı kale burçlarına fırlatıp, dökülen kızgın yağlara, alevli parçalara
aldırmadan burca tırmanıp sancağı dikti ve elindeki kılıç ile kale kapısının
halatlarını keserek kapıyı açtı. Açılan kapıdan içeri hücum edilerek kale
fethedilince, Yûnus Mürebbî'nin vücudunda pek çok ok yarası olmasına rağmen
sancağı dimdik tuttuğu görüldü. Nâşı Kastamonu kalesine defnedilerek bir de
türbe yapıldı. Yöre halkının Bayraklı Sultan olarak tanıdığı Yûnus Mürebbî sık
sık ziyâret edilmektedir.
Mevleviyye yolunun
büyüklerinden ve yüksek hâller sâhibi velî Bostan Çelebi (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri Konya'da talebeler yetiştirmekte iken, Mevleviyye yoluna
düşman olanlar, kendisine çok eziyet vermekte idiler. Tam bu sıralarda Osmanlı
tahtında değişiklik oldu ve Üçüncü Mehmed Hanın ölümüyle tahta Birinci Ahmed Han
geçti (21 Aralık 1603). Birinci Ahmed Hanın sultân olduğu zaman, Osmanlı Devleti
çok zor şartlar ile karşıkarşıya idi. Devlet batıda Avusturya ve doğuda İran ile
harp hâlinde bulunduğu bu sırada; içte celâlî adı verilen âsîler yirmişer otuzar
bin kişilik gruplar meydana getirmişler, köyleri yakıp yıkmaya, üzerlerine
gönderilen orduları bozmaya başlamışlardı. Bu iç gâile, Osmanlı Devletini
temelinden sarsacak bir manzara görünümündeydi. Bilhassa İran, bu iç fitneyi
körüklüyor ve Osmanlı Devleti içerisindeki hurûfîler de bütün güçleri ile bu
fitne hareketlerini destekliyorlardı.
Bostan Çelebi hazretleri,
Sultan Birinci Ahmed'in tahta geçmesinden sonra büyük ceddi Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî hazretlerinin mânevî işâreti üzerine İstanbul'a geldi. Kadir gecesi olması
muhtemel bir gecede Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret
etti. Aynı gece Sultan Ahmed Han da şöyle bir rüyâ gördü:
Saray-ı hümâyûndaki husûsî
köşkün etrâfında heybetli ve nûrânî zâtlar geziniyordu. Onların kimler olduğunu
araştırınca, yakın adamlarından birisi gelerek; "Sultânım! Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî hazretleri köşkünüzü teşrif ettiler. Peşindekiler, onun dervişleri ve
talebeleridir." dedi. Bu haberi alan Sultan büyük bir sevinçle sarayın içine
girdi ve orada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerini gördü. İkrâm ve iltifât
olmak üzere ona saltanat tahtına oturmasını teklif etti. O zaman Mevlânâ
hazretleri; "Arşın gölgesi altında oturanlar, bu birkaç ağaç parçasından
yapılmış tahta iner mi? Bu tac ve taht sizindir." buyurdu. Bu sırada Sultan
Ahmed Han, Mevlânâ hazretlerinin orada bulunuşunu fırsat bilip, ondan devlete
isyân eden, azgınlık ve taşkınlık yapan celâlîlerin hakkından gelebilmek için
himmet ve hayır duâda bulunmalarını istedi. Mevlânâ hazretleri ona; "Sen eğer
bizim çocuklarımıza karşı azgınlık ve taşkınlık edip onlara sıkıntı verenlere
mâni olursan, biz de bunun mükâfâtı olarak mânevî yolla size karşı gelenlerin
zararlarını ve çıkardıkları fitneleri def ederiz. Bostan'ımıza var, himmetine
sarıl!" diye tenbih eyledi. Mevlânâ hazretleri oradan Ebû Eyyûb el-Ensârî
hazretlerini ziyârete gitti. Sultan Ahmed de kendisini tâkib etmişti. Gördü ki,
Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri hayatta ve Mevlânâ hazretlerinin torunlarından
biriyle sohbet etmektedir. Mevlânâ hazretleri de oraya varıp bu büyük sahâbîyle
sohbetten sonra vedâ edip ayrılırken; "Benim Bostan'ım budur." diye işâret etti.
Sultan Ahmed tam bu esnâda
uyandı. Böyle mübârek bir rüyâ görmenin şükrânesi olarak Allahü teâlâ için
kurbanlar kestirdikten başka, derhal Eyüb Sultan'a ziyârete gitti. Orada Bostan
Çelebi'yi görünce sevindi. Mevlânâ Celâ-leddîn-i Rûmî hazretlerinin tenbihi
üzere saray-ı hümâyûna dâvet etti. O da bu dâveti kabûl etti. Sultan ona Mevlânâ
hazretlerinin oturduğu yere oturmasını teklif ettiğinde; "Mübârek dedemin yerine
oturmam edebe sığmaz." diyerek, Sultanın akşamki rüyâsına işâret etti. Böylece
Ahmed Han, Mevlânâ hazretlerinin; "Bostan'ımıza yapış." sözündeki inceliği ve
Bostan Çelebi'nin de hâlinin yüksekliğini ve velî olduğunu anladı. Kendisine
pekçok hürmet ve saygı gösterdi. Sohbetlerinden bereketlendi ve bütün
sıkıntılarının giderilmesi için emirler verdi. Bu mübârek zâta ve mevleviyye
yolunun büyüklerine eziyet edenlerin, rahatsızlık verenlerin cezâlandırılmasını
istedi. Zâten Sultan Ahmed Hanın, Bostan Çelebi'ye gösterdiği hürmeti duyan
fesadçılar, büyük bir korkuya kapılmışlar ve sözlerini kesmişlerdi. Bostan
Çelebi bir müddet sonra Konya'ya gitmek üzere pâdişâhtan izin istedi. Bu mübârek
zâttan ayrılmak, genç pâdişâh Ahmed Hana çok ağır geldi. Büyük bir kalabalıkla
kendisini İstanbul'dan uğurladı. Ayrılırken memleketin isyâncıların şerrinden
kurtulması için pekçok duâ eden Bostan Çelebi, Konya'da da muhteşem bir
kalabalık tarafından karşılandı. Bostan Çelebi'nin ayrılışının üzerinden çok
geçmeden Ahmed Hanın Anadolu'da celâlîler üzerine gönderdiği ordunun zafer
haberleri gelmeye başladı ve kısa sürede âsîlerin tamâmı temizlendi.
Bostan Çelebi bundan sonra
daha rahat ve huzurlu bir şekilde talebelerine ders verdi. Bir gün yine
Mevlevîhânede talebeleri ile meşgûlken içeriye bir haberci girdi. Şeyhe,
kendisini Lala Mustafa Paşanın gönderdiğini ve ondan Şam'da boş bulunan Mevlevî
Dergâhına bir halîfe göndermesini istirhâm ettiğini bildirdi. Bostan Çelebi bu
istek üzerine himmet ve teveccühlerine kavuşmuş olan Kartal Dede'yi oraya
halîfesi sıfatıyla göndermek istedi. Ancak Kartal Dede'ye hocasından ayrılık çok
zor geldi. Gözyaşları içinde bu husûsu hocasına arzetti ve ayrıca; "Vâiz ve zikr
meclisleri için lâzım olan ilmim de yok." diyerek kendisinin bu vazîfeden
bağışlanmasını arz eyledi. Bunun üzerine Bostan Çelebi ona:
"Ağız senden, söz bizden.
Sana büyük bir âlim de mürid olur." diyerek onu teselli etti ve mâzeret kapısını
kapadı. Kartal Dede hocasının duâları bereketiyle Şam'a vardı. Vardığı gün
şehrin büyük câmilerinden birinde vâz verdi. Halkın yanısıra büyük âlimler ve
devlet adamları da vâzına geldi. Vâzında derin ve ince mânâlardan bahseden
Kartal Dede'yi dinleyenler hayran kaldı. Onu umduklarından da daha yüksek
buldular. Yine aynı gün câmide bulunan büyük âlim Alemî Dede de onun sözlerine
hayran kaldı. Alemî Dede, Bağdâdlı olup, Irak'ın çeşitli yerlerinde ilim tahsîl
etmişti. Tahsîlini tamamladıktan sonra İstanbul'da Fâtih Câmiinde ders vermiş,
talebeleri Mısır'a kâdı gönderilmiş, böylece orada da tanınmıştı. Allahü
teâlânın hikmeti bu sırada hacdan dönerken Şam'a uğradı ve böylece Kartal Dede
ile tanışarak kendisine talebe oldu.
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle rivâyet
etmiştir: Kıbrıs adası fethedildiği zaman halk esir alınıp gâziler arasında
paylaştırıldı. Esirler birbirleriyle dertleşip ağlaşıyorlardı. Bu sırada
Ebüdderdâ'yı gördüm bir yere oturmuş ağlıyordu. "Allahü teâlânın İslâm ve
müslümanları zafere ulaştırdığı, güçlü kıldığı bir günde ağlamanın sebebi
nedir?" dedim. Bana, "Ah Cübeyr! İnsanlar, Allahü teâlânın emirlerini terk
ettiklerinde, Allah nazarında hiç kıymetleri kalmaz. Esirleri göstererek; bir
millet güçlü ve hükümrân iken, Allahü teâlânın emirlerini bırakırsa, işte şu
gördüğün duruma düşer." dedi.
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ordu ile bir sefere katıldı.
Ordu kumandanı ona bâzı şeyler gönderdi. O da istemeyerek alıp, asker ve
gâzilerin muhtaçlarına dağıttı. Bir gün öğle namazını kıldıktan sonra oturup;
"Niçin o şeyi kabûl ettim?" diye kendi kendini kınıyordu. O sırada uykusu gelip
uyudu. Rüyâsında, çok süslü bir takım köşkler gördü. "Bunlar kimin?" diye sordu.
"Gâzilere dağıtılan malın sâhiplerinin" denildi. "Onlarla birlikte bana da bir
şey var mı?" diye sordu. Ona içlerinde en güzel ve büyük olanı gösterip; "İşte
bu senindir." dediler. O; "Bana onlardan üstün tutulmamın ve en iyisinin bana
verilmesinin sebebi nedir?" diye sorunca; "Onlar mallarını sevap bekleyerek
verdiler. Bu sebeple verilen saraylar, ona göredir. Sen ise, o malı kabûl
etmekle yanlış bir iş yapmaktan korkarak, nefsini sîgaya, hesâba çekerek
dağıttın. İşte Allahü teâlâ bu hâline, böyle düşünmene kat kat sevap verdi."
dediler. |