MÜCÂHİD
EVLİYÂ (A - 4)
Halvetiyye tarîkatı
şeyhlerinden Ali Dede Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bosna'nın Mostar
kasabasında doğdu. Küçük yaşta din ve fen ilimlerinin tahsîline başladı. Kısa
sürede ilerleyerek bu ilimlerde kemâl dereceye ulaştı. Ancak bu ilim kâfi
gelmemişti. Bu sebeple İstanbul'a geldi. Devrin ulemâsından dersler aldı, ilmini
ilerletti. Öğrendikçe ilâhî aşkı artıyordu. Nihâyet hocalarının tavsiyesi ile
Bosnalı Bâlî Efendinin halîfesi Nûreddînzâde'ye bağlandı. Uzun sene hizmetinde
bulundu. Nefsinin isteklerine sırt çevirdi ve tasavvuf mertebelerinde ilerledi.
Sonra hocasının izni ile hac vazîfesini yaptı ve Ravda-i mutahherayı ziyâret
etti.
Ali Dede Bosnevî hazretleri
1566'da Sigetvar seferine katıldı. Bu sefer Kânûnî Sultan Süleymân'ın son seferi
oldu. Pâdişâh çok hasta idi ve kalenin günler süren kuşatmasına rağmen
düşürülememesine çok üzülüyordu. Nitekim vefâtından bir gün önce Sokullu Mehmed
Paşaya gönderdiği hatt-ı hümâyûnda; "Şu ocağı yanası dahi alınmaz mı?" demişti.
Ertesi gün Ali Dede Bosnevî'nin, askeri duâlarla teşyî edip cesâretlendirmesi
ile kale zabtedildi. Bu sırada Kânûnî de vefât etmişti.
Sigetvar Kalesi civârında
Kânûnî Sultan Süleymân Han için bir türbe inşâ edildi. Ali Dede Bosnevî
hazretleri de türbedârlığa getirildi. Türbenin yanına bir de zâviye yaptıran Ali
Dede, böylece Osmanlı Devletinin bu serhat boyunda İslâmı yaymaya, dînin emir ve
yasaklarını öğretmeye başladı. Bundan sonra "Türbe Şeyhi" ünvânıyla tanındı.
Sohbet halkası kısa sürede genişledi. Yaşayışını, davranışlarını, iyi hallerini,
cömertliğini kısaca tam uygulamaya çalıştığı Resûlullah efendimizin ahlâkını
gören gayr-i müslimler seve seve müslüman oluyorlardı. Sohbet ve derslerinde hep
İslâmiyete uyulması, dînin emirlerinin yerine getirilip yasaklarından
kaçınılması üzerinde konuşurdu.
1597 senesinde Serdar-ı
ekrem Satırcı Mehmed Paşanın dâveti üzerine Varat Seferine katıldı. Avusturya
ordusuna karşı askeri teşyî ederek zaferin kazanılmasını sağladı. Sefer dönüşü
H.1007’de Sigetvar Kalesi yakınlarında ikindi namazını edâ ederlerken dördüncü
rekatta Hakk'ın rahmetine kavuştu. Sigetvar'daki makâmına defnedildi.
Serhad evliyâsının
büyüklerinden olan Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Rumeli'nde
gâzîler arasında meşhûr olup, onların mânevî desteği oldu. Ali Efendi, genç
yaşında aklî ve naklî ilimlerde ilerleyip, vakitlerini ibâdet ve Kur'ân-ı kerîm
okumakla kıymetlendirmişti. Peygamber efendimizin bildirdiklerine tâbi olmakta
ısrarlı olunca, güzel ahlâkta üstün oldu. Birgün Kur'ân-ı kerîmi hatmederken;
"Bu hatm-i şerîfi Resûlullah
efendimizin rûhu için okuyacağım." diye niyet eyledi. Hatmi bitirince,
Resûlullah efendimizi rüyâsında görmekle şereflendi. Kendisine Allah yolunda
ilerleyeceği, yüksek makamlara kavuşacağı bildirildi. Mübârek bir zâta talebe
olacağı, ondan çok istifâde edeceği işâret edilip, bâzı alâmetleri gösterildi.
Serhat boylarında, Allahü teâlânın rızâsı, insanların huzur ve saâdeti için
çarpışan Osmanlı akıncılarının arasına karışıp yıllarca cihâd etti. Rüyâsında
işâret edilen Mahmûd ismindeki Allah dostu bir velîden ilim ve feyz alıp kemâle
geldi. Halkın arasına karışıp, müezzinlik, imâmlık, hatîplik gibi hizmetlerde
bulundu. Halk arasında Hak'la beraber olup, insanlara Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını anlatarak ilim ve feyz saçtı. Kendini halktan bir kimse gibi
gösterip, gösteriş ve riyâdan uzak bir hayat yaşadı. Hasan Paşa kumandasındaki
Osmanlı askerlerinin, Seçen Kalesi civârında yaptıkları savaşta, onların
arasındaydı. Bulunduğu savaşlarda onun varlığı askerin mâneviyâtını yükseltirdi.
Sık sık akıncı birlikleri arasına karışır, onlara, insanlara iyi davranmaları ve
her işi Allahü teâlânın rızâsı için yapmaları husûsunda nasîhatlerde bulunurdu.
İşi, fikri ve zikri hep
Allahü teâlânın rızâsı olan Ali Efendi, bâzı serhad kasabalarını ziyâret edip,
bir kısmında uzun zaman ikâmet etti. İki defâ hacca gitti. Şam'da, Çelebi Halîfe
talebelerinden Üveys Efendinin yolunda olan Abdülkerîm Efendi ve kardeşi
Muhammed Çelebi ile görüşüp sohbet etti. Üveysiyye yoluna dâhil oldu. Tekrar
serhad boyuna döndü. Çok sıkıntılar çekti. Yirmiden fazla çocuğu vardı.
Evlâdının hepsi vefât etti. Kalbi merhametinden kan ağlarken, gözünden bir damla
yaş akıtmadı. Bu, Allahü teâlânın emrine râzı olmanın bir ifâdesi idi. Veren de,
alan da O idi. Çocuklarından Ömer ve Hasan Çelebiler, ilimde icâzet aldıktan
sonra vefât etmişlerdi. Baba kalbi bu işe daha fazla dayanamadı. Vücûdu günden
güne eridi. Yatağa düştü. O sırada Sultan Üçüncü Mehmed Han, Eğri seferine
çıkmıştı. Askerin bâzısı firâr etmiş, Osmanlı ordusu zor duruma düşmüştü.
Ordunun yenildiği haberi, Molla Ali Efendinin kulağına kadar gelmişti. Haber
kendisine gelince bir mikdâr duraklayan Ali Efendi; "Hayır haber doğru
değildir!" dedi. Çok geçmeden ordunun muzaffer olduğu haberi geldi.
Molla Ali Efendi, çok cömert
bir kimse idi. Kudretine göre gariblere ve yolculara ziyâfet ve ikrâmlarda
bulunurdu. Altmıştan fazla Kur'ân-ı kerîm yazmakla şereflendi. Kur'ân-ı kerîm
okumakta, Allahü teâlânın ismini zikir ve tefekkürde devamlı idi. Söylediği söz,
okuduğu duâ tesirini hemen gösterirdi.
Ali Gav Sultan
(rahmetullahi teâlâ aleyh) on birinci asırda yaşamış gâzi ve mücâhid
şeyhlerdendir. Türkler, on birinci asrın başlarından îtibâren Anadolu'ya yoğun
bir şekilde akınlar yapmaya başlamışlardı. Bu akınlar Malazgirt Zaferinin ön
hazırlıkları mâhiyetinde idi. Mücâhid gâziler ve şeyhler önderliğinde harekete
geçen Selçuklu Türkleri, gönül verdikleri İslâm dînini yaymağa ve çoğalan nüfûsa
yeni yerleşim yerleri aramaya çalışıyorlardı. Bilhassa Afşin Bey idâresindeki
Türklerin yiğitlik, alplik, mertlik, cesâret ve muhâripliğinin yanısıra, İslâmın
cihâd rûhu ve emri ile hareket etmeleri, Rumları müthiş bir bozguna uğrattı.
Bu cihat hareketi esnâsında
Afşin Beyin kuvvetleri arasında dikkati çeken bir kişi vardı; Derviş Ali. Bu
zât, Afşin Bey kumandası altındaki kuvvetlerin mânevî komutanı ve fetihlerin
mânevî fâtihidir. Hiç bir ânını boşa geçirmek istemez, her nefesini, Allahü
teâlânın dînini yaymak için sarfederdi. Gâzileri devamlı cihâd etmeğe ve
İslâmiyeti yaymağa teşvik ederdi. Fırsat buldukça da İslâmiyetin emir ve
yasaklarını öğretmekle meşgûl olurdu.
Gönülleri cihâd aşkı ile
tutuşan gâziler, Gaziantep, Haleb ve Antakya bölgesinde uğramadık yer
bırakmadılar. Nihâyet 1068 yılında Konya kuşatma altına alındı. Günlerce süren
muhâsaraya rağmen şehir, bir türlü düşürülemedi. Ordu komutanı şehri kuşatan
duvarları savaş yoluyla aşamayacağını anlayınca, harp meclisini toplayarak ne
yapılması gerektiğini sordu. Bu gibi durumlarda gâzi şeyhlerin sözlerine çok
îtibâr edilirdi. Meclistekiler, Şeyh Ali'ye bakarak onun konuşmasını beklediler.
Şeyh Ali kısa bir murâkabeye, düşünceye daldıktan sonra;
"Ordumuz kuşatmayı
kaldırıyormuş gibi geri çekilsin ve gizlenelim, sonra gizlice kaleye girmenin
çâresini araştırırız." dedi. Bu teklif, emirler tarafından beğenildi. Selçuklu
kuvvetleri dağınık bir şekilde çekilmeye başladılar.
Selçukluların çevreden
tamâmiyle uzaklaştıklarını gören ve günlerce süren muhasaraya rağmen teslim
olmadan kuşatmayı atlatmanın sevincine kapılan şehir halkı, birkaç gün sonra
normal yaşantılarına başladı. Kapılar açıldı. Çarşı ve pazarda faâliyetler
normal seyrine döndü.
Halk şehir içinde olduğu
gibi, şehir dışında da bağ, bahçe ve yaylak işleriyle uğraşmağa başlamıştı. Bir
gece şehre dönmeye başlayan sığır sürülerinin arasına bir öküz postuna bürünmüş
bulunan Şeyh Ali de karıştı ve böylece kimseye belli etmeden şehre girmeye
muvaffak oldu. Şehirde, akşam karanlığında kimseye görünmemeyi başararak bir
yere gizlendi. Herkesin yorgunluktan derin uykuya daldığı bir saatte yavaşça
gidip, şehri kuşatan duvarların kapısını açtı ve o gece yakınlara kadar gelerek
bekleşen askerlere kararlaştırdıkları işâreti verdi. Şeyh Ali'nin her türlü
tehlikeyi göze alarak açmayı başardığı kapıdan şehre akan askerler, nöbetçileri
de tesirsiz hâle getirdikten sonra şehre hâkim olmakta gecikmediler.
İşte şehrin ele geçirilmesi
sırasında bu gâzi şeyhe, öküz postuna bürünmesinden dolayı Ali Gav Sultan
denildi. Gav, Farsçada öküz demektir.
Ali Rızâ Acara
(rahmetullahi teâlâ
aleyh) Kurtuluş savaşının mücâhid gâzilerindendir. Kars, Ardahan ve Batum
1878'de Rusların eline geçmişti. Bu yıllarda başlayan hürriyet ve istiklâl
mücâdelesinde Ali Rızâ Acara da yerini aldı. Rus ve İngilizlere karşı Batum'da
Türklük ve müslümanlığı kurtarmak üzere girişilen zor, çetin ve amansız mücâdele
1918'de Brest-Litovsk Antlaşması ile hedefine ulaştı. Bu antlaşma ile Evliye-i
Selase de denilen Kars, Ardahan ve Batum anavatana kavuştu.
Sultan Vahideddîn Han bu
münâsebetle Elviye-i Selâseden bir heyeti İstanbul'a dâvet etti. Bunun üzerine
Temur Paşa başkanlığında bir heyet İstanbul'a geldi. Bu sırada Ali Rızâ Acara
İstanbul'da bulunuyor ve Mekteb-i Kuzâtta okuyordu. Yıldız'da pâdişâhın verdiği
yemeğe katıldı. Ali Rızâ Acara bizzat şâhid olduğu bu vakayı şöyle
nakletmektedir:
"Yemekte Vahideddîn Han,
Temur Paşa'ya ve diğer heyet âzâlarına pekçok iltifat gösterdi. Yemekten önce
ise şu konuşmayı yaptı: Bir baba düşününüz ki, evlatlarını kaybetmiştir. Kırk
yıl onların yokluklarının ıstırabıyla yaşadıktan sonra birgün evine dönünce
onları çıkıp gelmiş ve yemek masası etrâfında toplanmış bir halde görse, nasıl
heyecan ve sevinç duyar, tasavvur edebilir misiniz? İşte ben o sevinç ve heyecan
içindeyim."
Temur Paşa, İstanbul'da
bulunduğu müddetçe kendisine her türlü resmî işlerde rehberlik eden Ali Rızâ
Efendinin hizmetlerinden son derece memnun olduğu için Batum'a döndüğünde onu
her tarafta medh ü senâ etmiş ve îtibârını yükseltmiştir.
Ali Rızâ Acara, Mekteb-i
Kuzâttan mezûn olunca Batum'a geldi. Daha önce Temur Paşanın onun hakkında
yaptığı medh ü senâsı sebebiyle muazzam bir iltifât ve alâka gördü. Cenûbî Garbî
Kafkas Hükûmetinin kurucusu müteşebbisleri arasında yer aldı. 1915-17 yılları
arasında düşmana ve komitacılara karşı hareketi bizzât idâre etti. Tamamen
mahallî "Acara" elbisesi giydirilmiş bulunan milis askerleriyle karşılarındaki
on sekiz komiteye karşı parlak zaferler kazandı. Yapılan savaşlarda sekiz bin
esir ile pekçok silâh ve malzeme ele geçirdiler. Kâzım Karabekir Paşa ile
yaptığı yazışmalar sonunda esirleri serbest bıraktı. Malzeme ve silâhları ise
kendisine verilmek üzere Hopa'ya gönderdi.
Ancak bu sırada artan
İngiliz baskı ve sıkıştırması üzerine Ali Rızâ Efendi Batum'dan çıkmaya mecbûr
oldu. Esâsen bu sırada Birinci Büyük Millet Meclisine Batum Mebusu olarak
seçildiğinden Ankara'ya da çağırılmaktaydı. Fakat Batum'daki mücâdele
dolayısıyla Meclise dört ay geç iltihâk edebildi. Gelirken Trabzon'a uğrayarak
Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti Reisi Barutçuzâde Ahmed ve ulemâdan İbrâhim Cûdî
Efendilerle görüşüp konuştu. Câmilerde halka vâzlar vererek, onları millî
mücâdeleye ve birliğe teşvik etti.
Ali Rızâ Efendi, bundan
sonra "Deli" nâmıyla bilinen Hâlid Paşanın kuvvetleri içinde gerek silahı ve
gerekse hitâbeti ile emsalsiz ve unutulmaz hizmetlerde bulundu. Yalova'dan
Kars'a kadar "Tekâlif-i harbiye" için dolaşıp şehir şehir, câmi câmi vâz ve
konferanslarla halkın Kurtuluş Savaşına teşviki istikâmetinde azim ve sebatla
çalıştı.
Cephede bulunduğu bir sırada
İkdâm Gazetesi'nin muhâbiri ile yaptığı mülâkat, onun cenâb-ı Hakk'ın lütfu
ihsânıyla tahakkuk edecek zafere ümit ve inancını belirtmektedir. Muhâbir;
"İleriyi nasıl görüyorsunuz?"
"Çok iyi olacak."
"İngilizler İstanbul'dan
giderler mi?"
"Mecburen."
"Pek güç, bak Mısır'dan
gitmediler."
"Mısır'ın arkası Sudan,
İstanbul'un arkası ise Anadolu'dur. Anadolu'daki azim ve îmân, İngiliz'i
İstanbul'dan kovacak bir kudrete sâhiptir."
"Bunu nasıl anlıyorsunuz?"
"Bu bir histir, böyle şeyler
aklî hesaplara uymaz. Bu millet i'lâ-yı kelîmetullah dâvâsına bin yıl fedâkarâne
hizmet etmiş büyük ve emsalsiz zaferler kazanmıştır. Biz de o şehid ve gâzilerin
evlâdlarıyız. Cenâb-ı Hak bizi onların hizmetleri hürmetine yardımından mahrûm
etmeyecektir. Benimle birlikte bütün Anadolu halkı, bu inancı taşımaktadır.
İnanıyoruz, o hâlde zafer bizimdir."
Bu ümit ve cesâretle
çarpışarak Kurtuluş Savaşının âbidevî şahsiyetleri arasında yerini alan Ali Rızâ
Acara Efendi, savaş sonunda vatanı Batum'un Ruslara terkedildiğini esef ve
üzüntü ile gördü. Savaş meydanlarının bu namlı mücâhidi, Cumhuriyet'in îlânından
sonra kendini tamâmen tâat ve ibâdete verdi. 1969 yılında Ankara'da Rahmet-i
Rahmâna kavuştu.
İznik'le Mekece arasındaki
bir mevkide Hâlid Paşa kuvvetleri yeni bir savaşa girmenin hazırlığı içinde
bulunuyor. Bütün efrâd hazır vaziyette durmaktadır. Yoklama yapıldıktan sonra
heybetli, siyah sakallı, ilim ve fazîlet sembolü, sarığıyla kır bir atın
üzerinde Ali Rızâ Acara Efendi meydana çıktı. Efrâdı bir baştan bir başa at
üstünde dolaştıktan sonra orta yerde durdu. Gür sesi ile ruhlara rahatlık,
heybet ve heyecan veren şu konuşmayı yaptı:
"Askerler! Kardeşlerim!
Mübârek dînimizin ana şartlarından biri de hacdır. Hacılar hac maksadıyla
mübârek Kâbeye gittikleri zaman orada "Hacerü'l-Esvede" yüzlerini, gözlerini
sürmek sûretiyle onu öperler. Çünkü Hacerü'l-Esved cenâb-ı Rabbülâlemin
tarafından Cennet'ten gönderilmiş mübârek bir taştır. Siz de bugün öyle şerefli
bir mücâdele ve hizmet üzerindesiniz ki, cenâb-ı Hakk'ın yardımıyla muvaffak
olup, zafer müyesser olunca, bütün millet, ihtiyar analarımız, güngörmüş
babalarımız, genç kızlar, çocuklar, hâsılı bütün arkada bıraktıklarımız Hacerü'l-Esvedi
öpen hacıların heyecan ve iştiyakiyle sizi sarılıp öpecek ve bağrına basacaktır.
Siz bu mücâdelede ölürseniz "şehîd", kalırsanız "gâzi" olmak sûretiyle Cennet-i
âlâdan gönderilmiş bulunan Hacerü'l-Esved gibi bu mazlûm milletin mukaddesâtına
dâhil olacaksınız. Cenâb-ı Hak, nurlu ve açık alınlarınız gibi bahtınızı da açık
eylesin ve yarın rûz-ı mahşerde Peygamber aleyhisselâtü vesselâm efendimizin
iltifât ve şefâatlerine mazhar kılacak zaferi lütfu ihsân buyursun. Sizleri,
İslâm'ın bin yıllık vatanı olan bu topraklarda ezan seslerini devâm ettirecek bu
savaşın gâlibiyetiyle şereflendirsin."
Ali Rızâ Acara Efendinin
böylece devâm eden heyecanlı vâzı sonunda erlerden yedi kişi aşırı heyecan
sebebiyle bayıldı. Bundan sonra başlayan taarruzda erler, kükremiş arslanlar
gibi düşmana saldırdılar. Ali Rızâ Efendi de elinde silâhla askerin arasında
idi. Cenâb-ı Hakk'ın yardımı ile düşman püskürtüldü.
Nakşibendî büyüklerinden
Alvarlı Muhammed Lütfi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Erzurum'un Hasankale
ilçesine bağlı Kındığı köyünde doğdu. Babası Hâce Hüseyin Efendi, annesi,
Seyyide Hadîce Hanımdır. 1890 yılında babasıyla Bitlis'e giderek Muhammed
Küfrevî hazretlerine talebe oldu. Her gün iki saat hocasının sohbetinde
bulunurdu.
Efe hazretleri anlatır: Bir
gün sohbetten sonra hazret-i Pir dışarıya çıkmışlardı. Ben de kendimde
olmaksızın kapıya yöneldim. Odadan dışarı çıktığımda hazret-i Pir'i bir kolunda
büyük oğlu Şeyh Abdülhâdî, diğer kolunda Şeyh Abdülbâkî hazretleri olduğu halde
sofada ayakta bekler gördüm. Elleriyle yaklaşmamı emrettiler. Yanına vardığımda
mübârek ellerini şakaklarıma koyup öyle bir nazar ettiler ki, başım Arşa değdi
sandım."
Muhammed Lütfi Efendi, bu
nazarla bilinmeyen, anlaşılmayan derecelere kavuştu. Ertesi sabah Pîr-i Küfrevî
hazretleri kendisini halîfe seçtiğini ve halkı irşâda memur ettiğini bildirdi.
Böylece icâzetini (diploma) aldıktan sonra bir müddet daha Sivaslı Câmiinde
göreve devâm etti.
Sonra tâyini Erzurum'un
Dinarkom köyüne çıktı. Burada iken 1916'da Rusların doğuda Van, Muş ve Bitlis'i
ele geçirmeleri üzerine Erzurum'a geldi. Rus istilâsının devâm etmesi ile
Tercan'ın Yavi Köyüne gitti. Burada bir taraftan imâmlık yaparken diğer taraftan
gönlüne girdiği herkesi Rus zâlimlerine karşı silahlandırdı.
1917'de Rusya'da bolşevik
ihtilâlinin vukû bulmasından sonra Ruslar, Osmanlı topraklarından çekilirken
silahlarını Ermenilere vererek onları mâsum ve savunmasız Türkler üzerine
kışkırttılar. Ermenilerin hedefi, Doğu Anadolu'yu da içine alan büyük Ermenistan
devletini kurmaktı. Bunun için Türk ve Müslüman olan halkın bölgeyi terketmesini
istiyorlardı. Bu gâyeleri tahakkuk ettirmek üzere görülmemiş bir kıyım ve imhâ
hareketine başladılar. Beşikteki bebeklere ve yatalak hastalara varıncaya kadar
öldürdüler. Bâzılarını câmi, ev ve ahırlara toplayarak sonra ateşe verdiler. Bu
mezâlim, doğudan batıya doğru büyük bir göç dalgasının başlamasına sebep oldu.
Ermenilerin bu insanlık dışı
fiillerine karşı, Muhammed Lütfî Efendi, Yavi ve komşu köylerden topladığı
altmış kişilik bir müfrezeyle harekete geçti. Önce Oyuklu köyü yakınında
Rusların karargâh deposu olan ve Ermenilerin elinde bulunan bir silah deposunu
bastı. Bu silah ve malzemeleri Haydari Boğazı'ndaki Zergide köyünde bulunan Türk
ordusuna ulaştırdı. 12 Mart 1918'de Türk ordusu ile birlikte Erzurum'a girdi.
Ancak aynı gün babası Hâce Hüseyin Efendi şehîd düştü.
Doğu'nun Ermeni mezâliminden
kurtarılmasından sonra tekrar Hasankale'ye döndü. Kendisine Hasankale müftülüğü
teklif edildi ise de kabûl etmedi. Bu sırada Alvar köyü insanlarının ısrarlı
istekleri üzerine oraya yerleşti. Bundan sonra halk arasında "Alvar İmâmı" ve
"Efe hazretleri" ünvanıyla tanındı. Bir Nakşibendî-Hâlidî şeyhi olarak 1939'a
kadar bu köyde, bu târihten sonra da Erzurum'da halkı irşâd ile meşgûl oldu.
1947, 1949 ve 1950 yıllarında olmak üzere üç defâ hacca gitti. 12 Mart 1956'da
vefât etti. Cenâzesi Alvar köyüne götürülerek oraya defnedildi.
Tâbiîn devrinin mücâhid
velîlerinden olan, Amr bin Utbe (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri,
şüpheli olmak korkusu ile mubah şeylerin çoğundan sakınır dünyâdan ve dünyâlık
olan şeylerden uzak durur, zühd hayâtı yaşardı. Devamlı gazâlara katılır, cenâb-ı
Hak'tan şehîdlik rütbesi isterdi. O; "Rabbimden üç şey istedim. Birincisi
dünyâya rağbet etmeyeyim. Dünyâlıktan elde ettiğime de elde edemediğime de önem
vermeyeyim. İkincisi, Allahü teâlâ çok namaz kılmayı nasîb etsin. Üçüncüsü,
şehîdlik rütbesine kavuşayım. Allahü teâlâ bana ilk iki isteğimi nasip etti.
Üçüncüsünü bekliyorum. İnşâallah ona da kavuşurum." demiş ve her üçüne de
kavuşmuştur.
Amr bin Utbe, bir gün dört
bin dirhem vererek çok soylu bir at satın aldı. Tanıdıkları; "Bu ata bu kadar
para verilir mi?" dediler. Bunun üzerine onlara; "Bu atın, Allahü teâlânın
yolunda attığı her bir adım, benim gözümde dört bin dirhemden daha kıymetlidir."
cevâbını verdi.
Amr bin Utbe hazretlerini,
kölesi anlatır:
"Amr bin Utbe bir gazâya
çıkmıştı. Bir nöbet esnâsında namaza durdu. Bu sırada bir arslan kükremesi
işitildi. Herkes telâşa kapılıp, sağa sola kaçmaya başladı. Amr bin Utbe,
kendinden geçmiş bir vaziyette namazına devâm etti. Arslan, etrâfında dolaşıp
bir şey yapmadı. Sonra arkadaşları; "Arslandan korkmadın mı?" dediler. O; "Allahü
teâlânın dışında başka bir şeyden korkmaktan Allahü teâlâya karşı hayâ eder,
utanırım." diye cevap verdi.
Amr bin Utbe hazretleri,
babasının kumandasında katıldığı bir gazâda beyaz bir elbise çıkarıp onu giydi
ve; "Kanımın bunun üzerine akmasını istiyorum." dedi. Daha sonra harb başladı.
Mâseyzân denilen mevkide yapılan bu şiddetli muhârebede atılan iri bir taş ile
yaralandı ve sonra vefât etti. Böylece uzun zamandır arzu ettiği şehîdlik
makâmına kavuştu. Şehîd olduğu yere giydiği elbise ile defnedildi.
Arab Baba
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Harput velîlerinden olup ismi Yûsuf,
babasının ise Arabşah'tır. Arab Baba, Harput'un fethi için gelen Selçuklu
kumandanlarından olup, aynı zamanda büyük bir velîdir.
İslâmiyeti yaymak için bâzan
kılıç kullanan Arab Baba çoğu zaman insanlara doğru yolu göstermek için vâz ve
nasîhatlerde bulundu. Sık sık "Kılıçla geldim kalemle gideceğim!" buyururdu.
Vefât târihi belli değildir.
Arab Baba'nın türbesi 1276
târihinde yapılmıştır. Türbenin alt katında kabir odası, üst katında ise ziyâret
edilen sanduka vardır. Arab Baba'nın kabrinin bir özelliği de nâşının herkes
tarafından görülebilecek şekilde olmasıdır. Daha önce ziyârete gidenler yeşil
örtüleri açıp bakabilirlerdi. Son zamanlarda Arab Baba'nın nâşı cemakan içine
alındı. İnanmayanlar cesedin mumyalandığını iddiâ etmektedir. Bununla ilgili
şöyle bir hâdise anlatılır:
Belediye başkanının birisi
inanmayarak, nâşı müzeye kaldırdı. Halk buna mâni olmaya çalıştı. Ancak belediye
başkanı:
"Hayır! Bu cesed mumyalıdır.
Bunu âlem de görmeli. Müzeliktir bu cesed!" cevâbını verdi.
Ertesi sabah cesedin, müzeye
kaldırıldığı yerde olmadığı görüldü. Belediye başkanı bunu birilerinin yaptığını
sandı ve tekrar müzeye koydurdu. Aynı hâdise birkaç defâ tekrar etti. Belediye
başkanı isteğinde çok ısrar etti, fakat sonunda felç oldu. |