CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MÜCÂHİD EVLİYÂ (A - 3)

Tâbiînin meşhurlarından ve hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Hazret-i Osman zamânında Kâbe-i muazzamayı tavâf ediyordum. Leys kabîlesinden biri elimden tutarak;

"Sana bir müjde vereyim mi?" dedi. "Evet" dediğimde; "Hani hatırlarsın, Resûlullah efendimiz beni İslâma çağırmak için sizin kabîleye göndermişti. Onlara İslâmı anlatıp, dâvette bulunuyordum. O zaman, sen; "En güzel, en iyi bir şeye, güzel huylara çağırıyorsun, kötü huylardan uzaklaştırıyorsun. Bunları hiç duymamıştım." demiştin ve müslüman olmuştun. Kabîlen arasında tutulan ilim, irfan sâhibi, zekî bir kimse olduğun için, tavsiyen üzerine kabîlenizin mensupları da müslümanlığı kabûl etmişlerdi. Bütün bu durumları, Medîne'ye dönünce Resûl aleyhisselâma anlattım. Resûlullah senin için; "Allah'ım! Ahnef'i bağışla!" buyurdu. Bunun üzerine; "Benim yanımda, âhiretim için Resûlullah'ın bu mübârek duâsından daha ümit verici bir şey yoktur." dedim ve çok sevindim.

Ahnef bin Kays, halîfe hazret-i Ömer'i Medîne'de, Basra halkından bâzı kimselerle birlikte ziyâret etti. Halîfe herkesin halini hâtırını sordu. O sırada Ahnef bin Kays, bir köşede abasına sarınmış bir hâlde sessizce duruyordu. Hazret-i Ömer;

"Senin bir ihtiyâcın yok mu?" diye sorduğunda, o şöyle cevap verdi:

"Ey Mü'minlerin Emîri! Evet var. Hayır ve bereketin anahtarı Allahü teâlâdır. Diğer şehirlerin halkından olan kardeşlerimiz sulak ve verimli yerlere yerleştiler. Biz ise çorak, rutûbetli, bir tarafı tuzlu deniz, bir tarafı çöle çevrili bir yere mekân tuttuk. Ne ekin, ne hayvanımız var. Yiyeceklerimizi ve faydalanacağımız şeyleri çok zor şartlar altında elde ediyoruz. Zayıf bir insan, tatlı su alabilmek için iki fersahlık yol gitmek zorunda. Eğer bizim en basit ihtiyaçlarımızı karşılamaz ve fakirliğimizi gidermezsen, yok olup giden kavimler gibi olacağız." Bunun üzerine hazret-i Ömer, Basra halkının çocuklarına Beyt-ül-mâldan, maaş bağladı. Vâli Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye, Basra'ya kanalla su getirtmesi için mektup yazdı.

Hazret-i Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye yazdığı mektubunda; "Ahnef bin Kays'ı kendine yakın tut. İşlerinde ona da danış ve sözlerine kulak ver." buyurmuştu.

İran imparatoru Yezdicürd, topraklarının büyük kısmı müslümanların eline geçince, Merv şehrine gidip yerleşmişti. Yezdicürd buradan İran şehirlerine mektup yazarak, halkı isyân ettirdi ve andlaşmayı bozdurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer, Ahnef bin Kays'a Horasan üzerine sefer düzenlemesi için emir verdi. Bir orduyla yola çıkan Ahnef bin Kays, İran şehirlerindeki isyânı bastırdı ve Horasan'a yürüdü. Önce Herât'ı fethedip Merv eş-Şehcân'a doğru ilerlerken, Nişâbur'a Mutarrif bin Abdullah komutasında, Serahs'a da Hars bin Hassân komutasında bir birlik gönderdi. Ahnef bin Kays, Merv eş-Şehcân'a varınca, Yezdicürd, Merv er-Rûz'a kaçtı. Buradan, Türk sultânına ve Çin krallarına mektup yazıp yardım istedi. İslâm ordusu Merv er-Rûz üzerine yürüyünce, Yezdicürd Belh'e gitti. Ahnef bin Kays, Merv er-Rûz'u ordu karargâhı yaptı. Kûfelilerden meydana gelen bir birliği Belh'e Yezdicürd'ün üzerine gönderdi. Yezdicürd'ün askerleri ile İslâm mücâhidleri arasında şiddetli bir muhârebe oldu. Yezdicürd'ün ordusu yenilerek kaçtı. Arkadan yetişen Ahnef bin Kays, Kûfelilerden meydana gelen öncü birliğe yardım etti ve Allahü teâlânın izniyle Belh şehrini aldılar. İslâm mücâhidleri Belh'in hemen akabinde Nişâbur ve Toharistân'ı da aldılar.

Ahnef bin Kays, bu fetihleri anlatan bir mektubu hazret-i Ömer'e gönderince; "Keşke oraya ordu göndermeseydim. Keşke bizimle oranın arasında ateşten bir deniz olsaydı." buyurdu. Bu sözleri duyan hazret-i Ali; "Neden, ey mü'minlerin emîri!" diye sormaktan kendini alamadı. Bunun üzerine hazret-i Ömer; "Çünkü buranın halkı üç defâ yerlerinden dağılacaklar, ayrılacaklar. Üçüncüsünde tamâmen imhâ edilecekler. Böyle bir musîbet meydana gelecektir. Bu musîbet burayı fethettiğimizde, burada bulunacak müslümanlara geleceğine, fethedilmeyip buranın müslüman olmayan halkının başına gelmesi daha iyidir, diye cevâb verdi.

Hazret-i Ömer daha sonra, Ahnef bin Kays'a, Ceyhun Nehrini geçmemesini bildiren bir mektup gönderdi. Bu sırada Yezdicürd, Türk hâkânından aldığı yardımla geri döndü. (Türkler o asırda henüz müslüman olmamışlardı.) Ahnef bin Kays, Yezdicürd'ün aldığı yardım kuvvetiyle üzerine geldiğini öğrenince, fikirlerini öğrenmek için, kıyâfetini değiştirerek, gece askerleri arasında dolaşıp onları dinledi. Mücâhidlerden birisinin;

Eğer komutanımız bizi dağın eteklerine çekerse, nehir, düşmanla aramızda hendek vazifesi görür. Sırtımızı da dağa dayamış olduğumuz için düşman arkamızdan da saldıramaz. Biz de düşmanla bir cephede muhârebe yapardık. Umarım Allahü teâlâ bize zafer ihsân eder dediğini duydu. Sabahleyin namazdan sonra; "Ey mücâhidler! Biz azız, düşman ise kalabalık. Bu sizi korkutmasın. Nice az bir topluluk, pekçok düşmana Allahü teâlânın izni ile gâlip gelmiştir. Allahü teâlâ sabredenlerle berâberdir. Şimdi buradan ayrılın. Sırtınızı dağa verin. Dağ arkanızda, nehir ise bizimle düşman arasında kalsın. Düşmanla tek taraftan muhârebe edelim." dedi.

Yirmi bin kadar olan İslâm ordusu bu emri yerine getirdi. Türk askerlerinden birisi meydana çıkıp er istedi. Derhal Ahnef bin Kays ortaya çıktı, onunla çarpıştı. Türk süvârisi öldü. Bunun üzerine arkasından sırayla iki asker daha çıktı. Ahnef bin Kays bunları da öldürdü. Türkler, o zaman savaş âdeti olarak, üç süvâri çıkıp karşı taraftan üç kişiyle çarpışıncaya kadar yerlerinden ayrılmazlar, ordu hücûma geçmezdi. Üç süvârileri de öldürülünce, durumu hâkanlarına bildirdiler. O da bu durum hayra alâmet değil deyip, ordusunu geri çekti.

Türk hâkânını müslümanlarla karşı karşıya bırakan Yezdicürd, fırsattan istifâde ile, müslümanların elinde bulunan Merv eş-Şehcân'a gitmişti. Orada bulunan Hârise bin Nu'mân komutasındaki küçük mücâhid birliği, kalabalık düşman askerinden korunmak ve vakit kazanmak için, kaleye kapandı. Merv eş-Şehcân yakınlarında bir mağarada sakladığı hazînesini çıkartan Yezdicürd, Türk hâkânının yanına dönerken, İranlılardan bir kısmı;

"Ne yapmak istiyorsun?" diye sordular. O da; "Türk hâkânının yanına gidiyorum. Oradan da Çin ülkesine gitmeyi düşünüyorum" deyince, onlar;

"Bu çok kötü bir düşüncedir. Bizimle birlikte müslümanlarla sulh yap. Çünkü onlar dindâr, sözlerine sâdık ve bize yumuşak davranıyorlar. Muhakkak ki, bizi memleketimizde böyle insanların idâre etmesi, dinsiz ve vefâsız kimselerin memleketine gidip, onların idâresi altında yaşamaktan daha iyidir" dediler. Onların bu tekliflerini reddedince; "O zaman hazînelerini bırak. Biz onların yönetiminde memleketimizde yaşıyalım." dediler.

Yezdicürd bunu da kabûl etmeyince, halk onu azledip, hazînelerine el koydular. Yezdicürd de, Türk hâkânının yanına gitti ve Türk illerinde ikâmet etti. İranlılar hazîneleri Ahnef bin Kays'a getirip teslim ettiler. Onunla andlaşma yaptılar. Kendi ülkelerinde mallarına sâhib olarak müslümanların idâresinde, kisrâlar döneminden daha rahat bir şekilde yaşadılar.

Ahnef bin Kays tarafından gönderilen fetih haberi ve ganîmetler hazret-i Ömer'e ulaştığında, müminleri câmide toplayıp, gelen mektubu herkesin huzûrunda okuttu. Sonra, şu hutbeyi îrâd etti:

"Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde Resûlünü hak din ile gönderdiğini, O'na tâbi olanların dünyâ ve âhiret hayırlarına kavuşacaklarını vâd etti ve meâlen şöyle buyurdu: "O Allahü teâlâ peygamberini, müşrikler istemese de bütün dinlere gâlip kılmak için, hidâyetle (Kur'ân-ı kerîmle) ve hak dinle (İslâmiyet'le) gönderdi."(Tevbe sûresi: 33). Bu vâdini yerine getiren ve İslâm ordusunu muzaffer kılan Allahü teâlâya hamdolsun. Şunu iyi bilin ki, mecûsî devleti yıkılmış, mahvolmuştur. Artık onlar müslümanlara zarar verebilecek bir karış toprağa bile sâhip değillerdir. Muhakkak ki, Allahü teâlâ sizin nasıl hareket edeceğinizi görmek, sizi imtihân etmek için onların mallarını, mülklerini ve halkını sizin emrinize vermiştir. Allahü teâlâ vâdini yerine getirir. Sakın hâlinizi değiştirmeyin. Yoksa Allahü teâlâ sizin yerinize başkalarını getirir. Şüphesiz ben bu ümmet hakkında, arasında çıkacak fitneden korkarım."

Hazret-i Ömer'in şehâdetinden sonra, mecûsîler, Yezdicürd'ün kışkırtmasıyla yaptıkları andlaşmayı bozdular. Hazret-i Osman bunun üzerine, Horasan bölgesine İbn-i Âmir komutasında bir ordu gönderdi. İbn-i Âmir, bölgeyi tanıdığı için Ahnef bin Kays'ı öncü birliklerin komutanı yaptı. İslâm ordusu kısa zamanda isyânı bastırdı ve fethedilmeyen diğer yerleri de ele geçirdi.

Yezdicürd, Ahnef bin Kays hazretlerine mağlûb olup, hâkanla Türk ülkesine geri dönerken, Çin hükümdârına bir elçi gönderdi. Elçi, mektûbunu ve hediyelerini Çin hükümdârına sundu. Çin hükümdârı elçiye;

"Hükümdârların birbirlerine yardımda bulunması karşılıklı vazifeleridir. Ancak sen bana, sizi memleketinizden çıkaran kimselerin ahvâlini anlat. Görüyorum ki, sen sayı bakımından onların az, sizin ise çok olduğunuzu söylüyorsun. Az olmalarına rağmen size gâlip gelmeleri, onlarda, sizde bulunmayan bir takım iyi hasletlerin bulunduğunu göstermektedir." deyince, elçi;

"Siz onlar hakkında soracağınız şeyleri sorun, ben de cevap vereyim." dedi. İmparator;

"Bu insanlar ahde vefâ gösteriyorlar mı?" diye sorunca, elçi;

"Evet" cevâbını verdi. "Sizinle savaşmadan önce, size ne teklif ediyorlar?" diye sorduğunda;

"Bizi şu üç şeyden birisine dâvet edip, istediğimizi kabûl etmekte serbest bırakıyorlar. Ya dinlerini kabûl etmek, ya cizye vermek veya savaşa râzı olmak." dedi. İmparator yine;

"Onların komutanlarına itâatleri nasıldır?" diye sorduğunda;

"Onlar komutanlarına son derece itâat ederler ve bağlılık gösterirler." diye cevap verdi. "Onlar neyi haram, neyi helâl kılıyorlar? Kendilerine helâl edileni haram, haram edileni de helâl kılıyorlar mı?" diye sordu. Elçi;

"Hayır" cevâbını verince, imparator;

"İşte bu insanlar, kendilerine haram kılınanı helâl, helâl kılınanı da haram kılmadıkça hiç bir şey onları mağlûb edemez." dedikten sonra, Yezdicürd'e şu mektubu yazdı:

"Şâyet elçinden bâzı bilgiler öğrenmemiş olsaydım, sana Merv'den Çin'e kadar uzanan bir ordu gönderirdim. Fakat elçinin anlattığı bu kavim, bu halleriyle dağlar üzerine hücûm etseler, dağları devirirler. Onlardaki îmân gücünü kimse yenemez. Eğer benim üzerime gelseler, beni de yok ederler. Sana tavsiyem, onlarla sulh yapman ve ülkende kalman, kesinlikle onları tahrik etmemendir."

Akbıyık Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) İkinci Murâd Han ve Fâtih Sultan Mehmed devrinde yaşayan büyük velîlerden olup, Asıl adı Ahmed Şemseddîn'dir. Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin sohbetinde yetişti. Onun feyz ve bereketi ile kemâle erişti. Kalblere şifâ olan sözleri ile ileri derecelere kavuştu.

Akbıyık Sultan bir taraftan hocasının sohbeti ile bereketlenirken diğer taraftan İkinci Murâd Han'ın haçlılar ve diğer din düşmanlarına karşı giriştiği cihâd hareketine de katıldı. Giriştiği seferlerde, Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin diğer talebeleri ile birlikte büyük kahramanlıklar gösterdi. Böylece Osmanlıların Rumeli'deki yayılmasında önemli hizmetler gördü.

Bu gazâlarda gösterdiği başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tarafından Yenişehir köylerinden bir tanesi kendisine temlik edildi (1437). Bu parayı ticarette kullanan Akbıyık Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapamayacak kadar zenginleşti. Mal, mülk meşgûliyeti az zaman içinde, hocasının sohbetinden daha az istifâde etmesine yolaçtı. Bu sebeple birgün hocası Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun geçici lezzetlerine bağlanmanın mahzurlarından bahsederek Akbıyık Sultan'a;

"Evlâdım bu dünyâ fânîdir. Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol."

Hocasının bu sözleri üzerine Akbıyık Sultan;

"Hocam! Peygamber efendimiz; "Dünyâ, âhiretin tarlasıdır." buyuruyor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul olmak gerekmez mi?"

Hacı Bayram-ı Velî hazretleri uzun bir sükûttan sonra;

"Evlâdım! Mâdem ki dünyâyı terk edemiyorsun, öyle ise bizi terket. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların işi yoktur." buyurdu.

Akbıyık Sultan bu sözler üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını düşürdü. Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince sebebi meydana çıkar, düşüncesiyle alıp başına giymedi.

Akbıyık Sultan'ın bundan sonra topladığı altın ve gümüş para sayılamayacak ölçüde arttı. Ancak gönlünü hiç bir zaman para ve pula kaptırmadı. Eline geçen para da hiç bir zaman kendisinde kalmadı. Fakir, fukarâ, kimsesiz, öksüz, yetim, dul, borçlu ve gariplerin sığınağı oldu. Bursa'da büyük bir imâret yaptırarak gelen geçen yoksullara ikramlarda bulundu. Misâfirleri ağırladı. O dağıttıkça parası artıyor, parası arttıkça o da dağıtmaya devâm ediyordu. Bu arada Alâeddîn Ali el-Arabî hazretlerinin derslerine devam ederek ilimde ilerlemeye de gayret sarfediyordu.

Ve nihâyet... Hocasının kerâmeti tahakkuk etti. Sarığının eşik üzerinde düşmesinin esrârı aydınlandı. Yine şeyhi ve üstâdı Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin eşiğine yüz sürdü. Mübârek sohbetlerine tekrar kabûl olunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının sekiz halîfesinden biri olma şerefine kavuştu.

Bu arada dînine hizmet etmek, İslâmiyeti küffâr diyârına duyurmak aşkı Akbıyık Sultan'da hiç sönmeden için için gittikçe alevlendi. 1444'te Varna'da haçlı sürüleri perişan edilirken o, mânevî liderlerin en önündeydi.

Nisan 1453... Osmanlı ordusu son defâ İstanbul önlerinde göründü. Peygamber efendimizin fetih müjdesi gerçekleşmek üzeredir. Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Akşemseddîn ve Akbıyık Sultan gibi gönül erenleri ordunun en önündeler. Akbıyık Sultan, Akşemseddîn hazretleri ile berâber Fâtih Sultan Mehmed Han'ın yanında bulunuyor ve devamlı askeri teşcî' edip coşturuyor, duâ ve sözleri ile onları gayrete getiriyordu.

İstanbul'un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşemseddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında İkinci Murâd Hanın vefâtı ile Osmanlı tahtına çıkan genç pâdişâh Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi hazırlıklarını tamamladıktan sonra şehre doğru hareket ederken, Allah adamlarının da ordusunda bulunmasını istedi. Bu dâvet üzerine Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh Sinân gibi meşhûr âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katıldılar. Yine orduya katılan Aydınoğlu, Karamanoğlu, İsfendiyaroğlu kuvvetleri gibi gönüllü birlikler, İstanbul'un fethinin, bütün Türk-İslâm âlemince mukaddes bir gâye kabûl edildiğini dile getirdiler. Bilhassa talebeleriyle birlikte orduya katılan Akşemseddîn hazretleri ve diğer âlim ve evliyâ zâtlar, askerlere ayrı bir şevk ve azim veriyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul önlerinde ordugâhını kurduktan sonra, düşmana önce İslâmı tebliğ etti. İslâmiyetin emri olan hususları bildirdi. Fakat, Bizanslılardan red cevabı alınca, şehri kuşatmaya başladı. Kuşatmanın uzaması ve bir netice elde edilememesi bâzı devlet adamlarını ümitsizliğe düşürdü. Bunlar şehrin alınamayacağını, üstelik bir Haçlı ordusunun Bizans'ın imdâdına koşacağını sanıyorlardı. Bütün bu olumsuz propagandalara karşı orduda pâdişâhı ve askeri fethe karşı gayrete getiren bir din büyüğü vardı; Akşemseddîn. O, şeyhi Hacı Bayram-ı Velî'nin; "İstanbul'un fethini şu çocukla bizim köse görürler!" sözünü biliyor ve tahakkuk edeceğine kalpten inanıyordu.

Muhâsaranın devâm ettiği bir sırada Avrupa'dan asker ve erzak getiren gemiler, Osmanlı donanmasının müdahalesine rağmen şehre girmeye muvaffak oldu. Kâfirler görülmemiş şenlikler yaparken, Müslümanlar üzüntülü idi. Pâdişâha gelen bâzı devlet adamları;

"Bir sofunun (Akşemseddîn) sözüyle bu kadar asker kırdırdın ve bütün hazîneyi tükettin. İşte Frengistan'dan kâfire yardım geldi. Fethetmek ümidi kalmadı." dediler.

Bunun üzerine Sultan Mehmed Han, veziri Veliyüddîn Ahmed Paşayı Akşemseddîn'e göndererek;

"Şeyhe sor, kal'a feth olmak ve düşmana zafer bulmak ümidi var mıdır?" dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri şöyle cevap verdi:

"Ümmet-i Muhammed'den bu kadar müslüman ve gâziler bir kâfir kâlesine doğru hücum ederse, inşâallahü teâlâ feth olur."

Sultan Mehmed Han, umûmî cevapla yetinmeyip, Veliyüddîn Ahmed Paşayı tekrar Akşemseddîn'e gönderip;

"Vaktini tâyin etsin." dedi. Akşemseddîn murâkabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübârek yüzü terledi. Sonra başını kaldırarak;

"İşbu senenin Cemâziyelevvel ayının yirminci günü, seher vaktinde, inanç ve gayretle filan taraftan yürüsünler. O gün feth ola. Kostantiniyye'nin içi ezan sesiyle dola!" dedi. Ayrıca genç pâdişâha bir mektup gönderdi. Mektubunda;

"Kul tedbir alır, Allahü teâlâ takdir eder kaziyesi, delili sâbittir. Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin kul, elinden geldiği kadar gayret göstermekte kusur etmemelidir. Resûlullah'ın ve Eshâbının sünneti budur." diyordu.

Böylece Akşemseddîn hazretleri bir taraftan İstanbul'un fethi hakkında yeni müjdeler veriyor, diğer yandan da ne şekilde davranılması husûsunda pâdişâha tavsiyelerde bulunuyordu.

Nihâyet Akşemseddîn hazretlerinin tâyin eylediği gün ve saat doldu. Sultan Mehmed Han ordunun başına geçerken, hocası Akşemseddîn'den okumak için bir duâ istirham etti. Bunun üzerine Akşemseddîn;

"Yâ Fakih Ahmed!" diyerek himmet taleb eyle!.. Onu vesile kılarak Allahü teâlâya tazarru ve niyâz eyle." buyurdu. Sonra çadırına giren Akşemseddîn hazretleri yanına hiç kimseyi koymamalarını istedi ve kapılarını iyice kapattırdı.

Yeniçeriler, azablar, dalkılıçlar, serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler, erenler, evliyâlar Sultan Mehmed Hanın buyruğuyla İstanbul üzerine akıyorlardı. Mehmed Han bu sırada hocası Akşemseddîn'in yanında olmasını arzuladı ve haber gönderdi. Gelmeyince Akşemseddîn'in bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı. Fâtih Sultan Mehmed Han çadıra yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan biraz keserek, içerisinin görülebileceği kadar bir delik açtı. İçeri bakınca, hocası Akşemseddîn hazretlerini kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, başından sarığı düşmüş, ak saçı ve ak sakalı nûr gibi parlıyor gördü. Ak saçını ve ak sakalını toprağa sürüp, saçını sakalını toprak içinde bırakmıştı. Bu hâli ile İstanbul'un fethinin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyor, gözyaşı döküyordu. Fâtih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddîn'in Allahü teâlâya yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu yüksek hâlini görünce, doğruca yerine döndü. Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm askerinin yanında ve önünde ak abalı bir topluluğun da hisara girmekte olduğunu gördü. Az sonra fethin askeri de surları geçip şehre girdi. Böylece İstanbul'un fethi ve Peygamber efendimizin büyük mûcizesi gerçekleşti.

Akşemseddîn, fetih ordusu İstanbul'a girdikten sonra, İslâmiyet'in harp ile ilgili hukûkunun gözetilmesini genç pâdişâha tekrar hatırlattı. Buna uygun hareket edilmesini bildirdi.

İstanbul sabah sekiz sıralarında fethedilmişti. Fâtih Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde Topkapı'dan girdi. Beyaz bir at üzerinde idi. Muhteşem bir alayla ve alkışlar içinde ilerleyerek, Ayasofya'ya doğru yol aldı. Zulümden ve haksızlıktan bıkmış olan Bizans halkı yeni bir bekleyişin içinde idi. Fâtih geçtiği sokakları, caddeleri, evleri dikkatle gözden geçiriyordu. Yanında ileri gelen kumandanlarıyla vezirlerinden başka, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddîn ve Akbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunuyordu. Yerli halk yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed çok genç olduğu için, herkes Akşemseddîn'i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet demet çiçek veriyorlardı. Akşemseddîn'in, genç pâdişâhı göstererek;

"Sultan Mehmed ben değilim, odur." sözüne karşılık;

Sultan Mehmed de;

"Gidiniz, yine ona gidiniz. Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihidir." diyordu.

Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul'a girdikten sonra, hocası Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu. Bütün aramalara rağmen bulamadılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında vîrâne bir yerde ibâdetle meşgûl olarak buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine izâfeten "Akşemseddîn" mahallesi denildi. Fâtih Sultan Mehmed Han, fethin üçüncü günü Ayasofya'ya gidip, orayı câmiye çevirdi. Ayasofya'yı câmiye çevirmesi, Bizanslılar ile yapılan bir anlaşmaya bağlanmıştı. Burada ilk hutbeyi, Akşemseddîn okudu. Okmeydanı'nda bir zafer alayı tertiplenmişti. Orada Akşemseddîn de vardı. Akşemseddîn gâzîlere bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında;

"Ey gâzîler, bilin, âgâh olun ki; cümleniz hakkında, âhir zaman Peygamberi ol Server-i kâinât; "Onlar ne güzel askerdir." buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gazâ malını isrâf etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü-hasenâta sarf ve pâdişâhımıza itâat ve muhabbet ediniz." diye nasîhatte bulundu.

Sonra, Fâtih Sultan Mehmed Hanın başına iki çatal ablak sorguç takıp; "Pâdişâhım, bütün Âl-i Osman'ın âb-ı rûyu oldun. Hemen mücâhid-i fî sebîlillah ol!.." diyerek, Gülbank-i Muhammedî çekti.

Akşemseddîn hazretlerine; "İstanbul'un fethedileceği zamânı nasıl bildin?" diye sorulunca, şöyle cevap verdi;

"Kardeşim Hızır ile, ilm-i ledünniyye üzere İstanbul'un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün, Hızır'ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde gördüm."

Fâtih Sultan Mehmed Han, fetihden sonra hocası Akşemseddîn'e, son taarruzun başladığı sırada; "Yâ Fakîh Ahmed" diyerek Fakîh Ahmed'den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak;

"Fakîh Ahmed kimdir ki; tazarru ve niyâz eyledim? Himmetini istedim? Allahü teâlâyı tazarru etmiş olsa idim evlâ değil mi idi?" diyerek, sebebini sordu. Hocası Akşemseddîn bu suâle;

"O sırada Fakîh Ahmed, kutb, sâhib-i tasarruf idi." cevâbını vererek, Allahü teâlânın yardımını, onun vâsıtasıyla ve onun bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini söylemiştir. Akşemseddîn hazretlerinin "Fakîh Ahmed" dediği kendisi idi. Fakat tevâzuunun çokluğundan şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek böyle konuşmuş, gâyet ârifâne bir tavır takınmış olduğu rivâyet edilmiştir.