MÜCÂHİD
EVLİYÂ (A - 3)
Tâbiînin meşhurlarından ve
hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle
anlatır: "Hazret-i Osman zamânında Kâbe-i muazzamayı tavâf ediyordum. Leys
kabîlesinden biri elimden tutarak;
"Sana bir müjde vereyim mi?"
dedi. "Evet" dediğimde; "Hani hatırlarsın, Resûlullah efendimiz beni İslâma
çağırmak için sizin kabîleye göndermişti. Onlara İslâmı anlatıp, dâvette
bulunuyordum. O zaman, sen; "En güzel, en iyi bir şeye, güzel huylara
çağırıyorsun, kötü huylardan uzaklaştırıyorsun. Bunları hiç duymamıştım."
demiştin ve müslüman olmuştun. Kabîlen arasında tutulan ilim, irfan sâhibi, zekî
bir kimse olduğun için, tavsiyen üzerine kabîlenizin mensupları da müslümanlığı
kabûl etmişlerdi. Bütün bu durumları, Medîne'ye dönünce Resûl aleyhisselâma
anlattım. Resûlullah senin için; "Allah'ım! Ahnef'i bağışla!" buyurdu. Bunun
üzerine; "Benim yanımda, âhiretim için Resûlullah'ın bu mübârek duâsından daha
ümit verici bir şey yoktur." dedim ve çok sevindim.
Ahnef bin Kays, halîfe
hazret-i Ömer'i Medîne'de, Basra halkından bâzı kimselerle birlikte ziyâret
etti. Halîfe herkesin halini hâtırını sordu. O sırada Ahnef bin Kays, bir köşede
abasına sarınmış bir hâlde sessizce duruyordu. Hazret-i Ömer;
"Senin bir ihtiyâcın yok
mu?" diye sorduğunda, o şöyle cevap verdi:
"Ey Mü'minlerin Emîri! Evet
var. Hayır ve bereketin anahtarı Allahü teâlâdır. Diğer şehirlerin halkından
olan kardeşlerimiz sulak ve verimli yerlere yerleştiler. Biz ise çorak,
rutûbetli, bir tarafı tuzlu deniz, bir tarafı çöle çevrili bir yere mekân
tuttuk. Ne ekin, ne hayvanımız var. Yiyeceklerimizi ve faydalanacağımız şeyleri
çok zor şartlar altında elde ediyoruz. Zayıf bir insan, tatlı su alabilmek için
iki fersahlık yol gitmek zorunda. Eğer bizim en basit ihtiyaçlarımızı karşılamaz
ve fakirliğimizi gidermezsen, yok olup giden kavimler gibi olacağız." Bunun
üzerine hazret-i Ömer, Basra halkının çocuklarına Beyt-ül-mâldan, maaş bağladı.
Vâli Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye, Basra'ya kanalla su getirtmesi için mektup yazdı.
Hazret-i Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş'arî'ye
yazdığı mektubunda; "Ahnef bin Kays'ı kendine yakın tut. İşlerinde ona da danış
ve sözlerine kulak ver." buyurmuştu.
İran imparatoru Yezdicürd,
topraklarının büyük kısmı müslümanların eline geçince, Merv şehrine gidip
yerleşmişti. Yezdicürd buradan İran şehirlerine mektup yazarak, halkı isyân
ettirdi ve andlaşmayı bozdurdu. Bunun üzerine hazret-i Ömer, Ahnef bin Kays'a
Horasan üzerine sefer düzenlemesi için emir verdi. Bir orduyla yola çıkan Ahnef
bin Kays, İran şehirlerindeki isyânı bastırdı ve Horasan'a yürüdü. Önce Herât'ı
fethedip Merv eş-Şehcân'a doğru ilerlerken, Nişâbur'a Mutarrif bin Abdullah
komutasında, Serahs'a da Hars bin Hassân komutasında bir birlik gönderdi. Ahnef
bin Kays, Merv eş-Şehcân'a varınca, Yezdicürd, Merv er-Rûz'a kaçtı. Buradan,
Türk sultânına ve Çin krallarına mektup yazıp yardım istedi. İslâm ordusu Merv
er-Rûz üzerine yürüyünce, Yezdicürd Belh'e gitti. Ahnef bin Kays, Merv er-Rûz'u
ordu karargâhı yaptı. Kûfelilerden meydana gelen bir birliği Belh'e Yezdicürd'ün
üzerine gönderdi. Yezdicürd'ün askerleri ile İslâm mücâhidleri arasında şiddetli
bir muhârebe oldu. Yezdicürd'ün ordusu yenilerek kaçtı. Arkadan yetişen Ahnef
bin Kays, Kûfelilerden meydana gelen öncü birliğe yardım etti ve Allahü teâlânın
izniyle Belh şehrini aldılar. İslâm mücâhidleri Belh'in hemen akabinde Nişâbur
ve Toharistân'ı da aldılar.
Ahnef bin Kays, bu fetihleri
anlatan bir mektubu hazret-i Ömer'e gönderince; "Keşke oraya ordu
göndermeseydim. Keşke bizimle oranın arasında ateşten bir deniz olsaydı."
buyurdu. Bu sözleri duyan hazret-i Ali; "Neden, ey mü'minlerin emîri!" diye
sormaktan kendini alamadı. Bunun üzerine hazret-i Ömer; "Çünkü buranın halkı üç
defâ yerlerinden dağılacaklar, ayrılacaklar. Üçüncüsünde tamâmen imhâ
edilecekler. Böyle bir musîbet meydana gelecektir. Bu musîbet burayı
fethettiğimizde, burada bulunacak müslümanlara geleceğine, fethedilmeyip buranın
müslüman olmayan halkının başına gelmesi daha iyidir, diye cevâb verdi.
Hazret-i Ömer daha sonra,
Ahnef bin Kays'a, Ceyhun Nehrini geçmemesini bildiren bir mektup gönderdi. Bu
sırada Yezdicürd, Türk hâkânından aldığı yardımla geri döndü. (Türkler o asırda
henüz müslüman olmamışlardı.) Ahnef bin Kays, Yezdicürd'ün aldığı yardım
kuvvetiyle üzerine geldiğini öğrenince, fikirlerini öğrenmek için, kıyâfetini
değiştirerek, gece askerleri arasında dolaşıp onları dinledi. Mücâhidlerden
birisinin;
Eğer komutanımız bizi dağın
eteklerine çekerse, nehir, düşmanla aramızda hendek vazifesi görür. Sırtımızı da
dağa dayamış olduğumuz için düşman arkamızdan da saldıramaz. Biz de düşmanla bir
cephede muhârebe yapardık. Umarım Allahü teâlâ bize zafer ihsân eder dediğini
duydu. Sabahleyin namazdan sonra; "Ey mücâhidler! Biz azız, düşman ise
kalabalık. Bu sizi korkutmasın. Nice az bir topluluk, pekçok düşmana Allahü
teâlânın izni ile gâlip gelmiştir. Allahü teâlâ sabredenlerle berâberdir. Şimdi
buradan ayrılın. Sırtınızı dağa verin. Dağ arkanızda, nehir ise bizimle düşman
arasında kalsın. Düşmanla tek taraftan muhârebe edelim." dedi.
Yirmi bin kadar olan İslâm
ordusu bu emri yerine getirdi. Türk askerlerinden birisi meydana çıkıp er
istedi. Derhal Ahnef bin Kays ortaya çıktı, onunla çarpıştı. Türk süvârisi öldü.
Bunun üzerine arkasından sırayla iki asker daha çıktı. Ahnef bin Kays bunları da
öldürdü. Türkler, o zaman savaş âdeti olarak, üç süvâri çıkıp karşı taraftan üç
kişiyle çarpışıncaya kadar yerlerinden ayrılmazlar, ordu hücûma geçmezdi. Üç
süvârileri de öldürülünce, durumu hâkanlarına bildirdiler. O da bu durum hayra
alâmet değil deyip, ordusunu geri çekti.
Türk hâkânını müslümanlarla
karşı karşıya bırakan Yezdicürd, fırsattan istifâde ile, müslümanların elinde
bulunan Merv eş-Şehcân'a gitmişti. Orada bulunan Hârise bin Nu'mân komutasındaki
küçük mücâhid birliği, kalabalık düşman askerinden korunmak ve vakit kazanmak
için, kaleye kapandı. Merv eş-Şehcân yakınlarında bir mağarada sakladığı
hazînesini çıkartan Yezdicürd, Türk hâkânının yanına dönerken, İranlılardan bir
kısmı;
"Ne yapmak istiyorsun?" diye
sordular. O da; "Türk hâkânının yanına gidiyorum. Oradan da Çin ülkesine gitmeyi
düşünüyorum" deyince, onlar;
"Bu çok kötü bir düşüncedir.
Bizimle birlikte müslümanlarla sulh yap. Çünkü onlar dindâr, sözlerine sâdık ve
bize yumuşak davranıyorlar. Muhakkak ki, bizi memleketimizde böyle insanların
idâre etmesi, dinsiz ve vefâsız kimselerin memleketine gidip, onların idâresi
altında yaşamaktan daha iyidir" dediler. Onların bu tekliflerini reddedince; "O
zaman hazînelerini bırak. Biz onların yönetiminde memleketimizde yaşıyalım."
dediler.
Yezdicürd bunu da kabûl
etmeyince, halk onu azledip, hazînelerine el koydular. Yezdicürd de, Türk
hâkânının yanına gitti ve Türk illerinde ikâmet etti. İranlılar hazîneleri Ahnef
bin Kays'a getirip teslim ettiler. Onunla andlaşma yaptılar. Kendi ülkelerinde
mallarına sâhib olarak müslümanların idâresinde, kisrâlar döneminden daha rahat
bir şekilde yaşadılar.
Ahnef bin Kays tarafından
gönderilen fetih haberi ve ganîmetler hazret-i Ömer'e ulaştığında, müminleri
câmide toplayıp, gelen mektubu herkesin huzûrunda okuttu. Sonra, şu hutbeyi îrâd
etti:
"Allahü teâlâ Kur'ân-ı
kerîmde Resûlünü hak din ile gönderdiğini, O'na tâbi olanların dünyâ ve âhiret
hayırlarına kavuşacaklarını vâd etti ve meâlen şöyle buyurdu: "O Allahü teâlâ
peygamberini, müşrikler istemese de bütün dinlere gâlip kılmak için, hidâyetle (Kur'ân-ı
kerîmle) ve hak dinle (İslâmiyet'le) gönderdi."(Tevbe sûresi: 33). Bu vâdini
yerine getiren ve İslâm ordusunu muzaffer kılan Allahü teâlâya hamdolsun. Şunu
iyi bilin ki, mecûsî devleti yıkılmış, mahvolmuştur. Artık onlar müslümanlara
zarar verebilecek bir karış toprağa bile sâhip değillerdir. Muhakkak ki, Allahü
teâlâ sizin nasıl hareket edeceğinizi görmek, sizi imtihân etmek için onların
mallarını, mülklerini ve halkını sizin emrinize vermiştir. Allahü teâlâ vâdini
yerine getirir. Sakın hâlinizi değiştirmeyin. Yoksa Allahü teâlâ sizin yerinize
başkalarını getirir. Şüphesiz ben bu ümmet hakkında, arasında çıkacak fitneden
korkarım."
Hazret-i Ömer'in
şehâdetinden sonra, mecûsîler, Yezdicürd'ün kışkırtmasıyla yaptıkları andlaşmayı
bozdular. Hazret-i Osman bunun üzerine, Horasan bölgesine İbn-i Âmir komutasında
bir ordu gönderdi. İbn-i Âmir, bölgeyi tanıdığı için Ahnef bin Kays'ı öncü
birliklerin komutanı yaptı. İslâm ordusu kısa zamanda isyânı bastırdı ve
fethedilmeyen diğer yerleri de ele geçirdi.
Yezdicürd, Ahnef bin Kays
hazretlerine mağlûb olup, hâkanla Türk ülkesine geri dönerken, Çin hükümdârına
bir elçi gönderdi. Elçi, mektûbunu ve hediyelerini Çin hükümdârına sundu. Çin
hükümdârı elçiye;
"Hükümdârların birbirlerine
yardımda bulunması karşılıklı vazifeleridir. Ancak sen bana, sizi
memleketinizden çıkaran kimselerin ahvâlini anlat. Görüyorum ki, sen sayı
bakımından onların az, sizin ise çok olduğunuzu söylüyorsun. Az olmalarına
rağmen size gâlip gelmeleri, onlarda, sizde bulunmayan bir takım iyi hasletlerin
bulunduğunu göstermektedir." deyince, elçi;
"Siz onlar hakkında
soracağınız şeyleri sorun, ben de cevap vereyim." dedi. İmparator;
"Bu insanlar ahde vefâ
gösteriyorlar mı?" diye sorunca, elçi;
"Evet" cevâbını verdi.
"Sizinle savaşmadan önce, size ne teklif ediyorlar?" diye sorduğunda;
"Bizi şu üç şeyden birisine
dâvet edip, istediğimizi kabûl etmekte serbest bırakıyorlar. Ya dinlerini kabûl
etmek, ya cizye vermek veya savaşa râzı olmak." dedi. İmparator yine;
"Onların komutanlarına
itâatleri nasıldır?" diye sorduğunda;
"Onlar komutanlarına son
derece itâat ederler ve bağlılık gösterirler." diye cevap verdi. "Onlar neyi
haram, neyi helâl kılıyorlar? Kendilerine helâl edileni haram, haram edileni de
helâl kılıyorlar mı?" diye sordu. Elçi;
"Hayır" cevâbını verince,
imparator;
"İşte bu insanlar,
kendilerine haram kılınanı helâl, helâl kılınanı da haram kılmadıkça hiç bir şey
onları mağlûb edemez." dedikten sonra, Yezdicürd'e şu mektubu yazdı:
"Şâyet elçinden bâzı
bilgiler öğrenmemiş olsaydım, sana Merv'den Çin'e kadar uzanan bir ordu
gönderirdim. Fakat elçinin anlattığı bu kavim, bu halleriyle dağlar üzerine
hücûm etseler, dağları devirirler. Onlardaki îmân gücünü kimse yenemez. Eğer
benim üzerime gelseler, beni de yok ederler. Sana tavsiyem, onlarla sulh yapman
ve ülkende kalman, kesinlikle onları tahrik etmemendir."
Akbıyık Sultan
(rahmetullahi teâlâ aleyh) İkinci Murâd Han ve Fâtih Sultan Mehmed devrinde
yaşayan büyük velîlerden olup, Asıl adı Ahmed Şemseddîn'dir. Hacı Bayram-ı Velî
hazretlerinin sohbetinde yetişti. Onun feyz ve bereketi ile kemâle erişti.
Kalblere şifâ olan sözleri ile ileri derecelere kavuştu.
Akbıyık Sultan bir taraftan
hocasının sohbeti ile bereketlenirken diğer taraftan İkinci Murâd Han'ın
haçlılar ve diğer din düşmanlarına karşı giriştiği cihâd hareketine de katıldı.
Giriştiği seferlerde, Hacı Bayrâm-ı Velî hazretlerinin diğer talebeleri ile
birlikte büyük kahramanlıklar gösterdi. Böylece Osmanlıların Rumeli'deki
yayılmasında önemli hizmetler gördü.
Bu gazâlarda gösterdiği
başarılardan birinin sonunda İkinci Murâd Han tarafından Yenişehir köylerinden
bir tanesi kendisine temlik edildi (1437). Bu parayı ticarette kullanan Akbıyık
Sultan kısa zamanda malının hesâbını yapamayacak kadar zenginleşti. Mal, mülk
meşgûliyeti az zaman içinde, hocasının sohbetinden daha az istifâde etmesine
yolaçtı. Bu sebeple birgün hocası Hacı Bayram-ı Velî hazretleri, dünyâya ve onun
geçici lezzetlerine bağlanmanın mahzurlarından bahsederek Akbıyık Sultan'a;
"Evlâdım bu dünyâ fânîdir.
Malı mülkü elde kalmaz. Ne kadar malın olsa murâd alamazsın. Âhiretten gâfil
olma. Zîrâ gidişin dönüşü yoktur. Allahü teâlâdan gayri işlere tutulmaktan
kurtul. Devamlı bâki kalan işlerle meşgul ol."
Hocasının bu sözleri üzerine
Akbıyık Sultan;
"Hocam! Peygamber efendimiz;
"Dünyâ, âhiretin tarlasıdır." buyuruyor. Bu sebeple dünyâ malı ile de meşgul
olmak gerekmez mi?"
Hacı Bayram-ı Velî
hazretleri uzun bir sükûttan sonra;
"Evlâdım! Mâdem ki dünyâyı
terk edemiyorsun, öyle ise bizi terket. Bu dergâhta dünyâ ile meşgul olanların
işi yoktur." buyurdu.
Akbıyık Sultan bu sözler
üzerine kapıdan dışarı çıkarken tam eşik üzerinde başından sarığını düşürdü.
Bunu hocasının bir kerâmeti bilip günü gelince sebebi meydana çıkar,
düşüncesiyle alıp başına giymedi.
Akbıyık Sultan'ın bundan
sonra topladığı altın ve gümüş para sayılamayacak ölçüde arttı. Ancak gönlünü
hiç bir zaman para ve pula kaptırmadı. Eline geçen para da hiç bir zaman
kendisinde kalmadı. Fakir, fukarâ, kimsesiz, öksüz, yetim, dul, borçlu ve
gariplerin sığınağı oldu. Bursa'da büyük bir imâret yaptırarak gelen geçen
yoksullara ikramlarda bulundu. Misâfirleri ağırladı. O dağıttıkça parası
artıyor, parası arttıkça o da dağıtmaya devâm ediyordu. Bu arada Alâeddîn Ali
el-Arabî hazretlerinin derslerine devam ederek ilimde ilerlemeye de gayret
sarfediyordu.
Ve nihâyet... Hocasının
kerâmeti tahakkuk etti. Sarığının eşik üzerinde düşmesinin esrârı aydınlandı.
Yine şeyhi ve üstâdı Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin eşiğine yüz sürdü. Mübârek
sohbetlerine tekrar kabûl olunarak tasavvuf yolunda ilerledi. Hocasının sekiz
halîfesinden biri olma şerefine kavuştu.
Bu arada dînine hizmet
etmek, İslâmiyeti küffâr diyârına duyurmak aşkı Akbıyık Sultan'da hiç sönmeden
için için gittikçe alevlendi. 1444'te Varna'da haçlı sürüleri perişan edilirken
o, mânevî liderlerin en önündeydi.
Nisan 1453... Osmanlı ordusu
son defâ İstanbul önlerinde göründü. Peygamber efendimizin fetih müjdesi
gerçekleşmek üzeredir. Molla Hüsrev, Molla Gürânî, Akşemseddîn ve Akbıyık Sultan
gibi gönül erenleri ordunun en önündeler. Akbıyık Sultan, Akşemseddîn hazretleri
ile berâber Fâtih Sultan Mehmed Han'ın yanında bulunuyor ve devamlı askeri
teşcî' edip coşturuyor, duâ ve sözleri ile onları gayrete getiriyordu.
İstanbul'un mânevî fâtihi,
büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşemseddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin zamânında İkinci Murâd Hanın vefâtı ile Osmanlı tahtına çıkan genç
pâdişâh Sultan Mehmed, İstanbul'un fethi hazırlıklarını tamamladıktan sonra
şehre doğru hareket ederken, Allah adamlarının da ordusunda bulunmasını istedi.
Bu dâvet üzerine Akşemseddîn, Akbıyık Sultan, Molla Fenârî, Molla Gürânî, Şeyh
Sinân gibi meşhûr âlim ve velîler, talebeleriyle birlikte orduya katıldılar.
Yine orduya katılan Aydınoğlu, Karamanoğlu, İsfendiyaroğlu kuvvetleri gibi
gönüllü birlikler, İstanbul'un fethinin, bütün Türk-İslâm âlemince mukaddes bir
gâye kabûl edildiğini dile getirdiler. Bilhassa talebeleriyle birlikte orduya
katılan Akşemseddîn hazretleri ve diğer âlim ve evliyâ zâtlar, askerlere ayrı
bir şevk ve azim veriyorlardı. Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul önlerinde
ordugâhını kurduktan sonra, düşmana önce İslâmı tebliğ etti. İslâmiyetin emri
olan hususları bildirdi. Fakat, Bizanslılardan red cevabı alınca, şehri
kuşatmaya başladı. Kuşatmanın uzaması ve bir netice elde edilememesi bâzı devlet
adamlarını ümitsizliğe düşürdü. Bunlar şehrin alınamayacağını, üstelik bir Haçlı
ordusunun Bizans'ın imdâdına koşacağını sanıyorlardı. Bütün bu olumsuz
propagandalara karşı orduda pâdişâhı ve askeri fethe karşı gayrete getiren bir
din büyüğü vardı; Akşemseddîn. O, şeyhi Hacı Bayram-ı Velî'nin; "İstanbul'un
fethini şu çocukla bizim köse görürler!" sözünü biliyor ve tahakkuk edeceğine
kalpten inanıyordu.
Muhâsaranın devâm ettiği bir
sırada Avrupa'dan asker ve erzak getiren gemiler, Osmanlı donanmasının
müdahalesine rağmen şehre girmeye muvaffak oldu. Kâfirler görülmemiş şenlikler
yaparken, Müslümanlar üzüntülü idi. Pâdişâha gelen bâzı devlet adamları;
"Bir sofunun (Akşemseddîn)
sözüyle bu kadar asker kırdırdın ve bütün hazîneyi tükettin. İşte Frengistan'dan
kâfire yardım geldi. Fethetmek ümidi kalmadı." dediler.
Bunun üzerine Sultan Mehmed
Han, veziri Veliyüddîn Ahmed Paşayı Akşemseddîn'e göndererek;
"Şeyhe sor, kal'a feth olmak
ve düşmana zafer bulmak ümidi var mıdır?" dedi. Buna Akşemseddîn hazretleri
şöyle cevap verdi:
"Ümmet-i Muhammed'den bu
kadar müslüman ve gâziler bir kâfir kâlesine doğru hücum ederse, inşâallahü
teâlâ feth olur."
Sultan Mehmed Han, umûmî
cevapla yetinmeyip, Veliyüddîn Ahmed Paşayı tekrar Akşemseddîn'e gönderip;
"Vaktini tâyin etsin." dedi.
Akşemseddîn murâkabeye daldı. Başını eğip, Allahü teâlâya yalvardı. Mübârek yüzü
terledi. Sonra başını kaldırarak;
"İşbu senenin Cemâziyelevvel
ayının yirminci günü, seher vaktinde, inanç ve gayretle filan taraftan
yürüsünler. O gün feth ola. Kostantiniyye'nin içi ezan sesiyle dola!" dedi.
Ayrıca genç pâdişâha bir mektup gönderdi. Mektubunda;
"Kul tedbir alır, Allahü
teâlâ takdir eder kaziyesi, delili sâbittir. Hüküm Allahü teâlânındır. Velâkin
kul, elinden geldiği kadar gayret göstermekte kusur etmemelidir. Resûlullah'ın
ve Eshâbının sünneti budur." diyordu.
Böylece Akşemseddîn
hazretleri bir taraftan İstanbul'un fethi hakkında yeni müjdeler veriyor, diğer
yandan da ne şekilde davranılması husûsunda pâdişâha tavsiyelerde bulunuyordu.
Nihâyet Akşemseddîn
hazretlerinin tâyin eylediği gün ve saat doldu. Sultan Mehmed Han ordunun başına
geçerken, hocası Akşemseddîn'den okumak için bir duâ istirham etti. Bunun
üzerine Akşemseddîn;
"Yâ Fakih Ahmed!" diyerek
himmet taleb eyle!.. Onu vesile kılarak Allahü teâlâya tazarru ve niyâz eyle."
buyurdu. Sonra çadırına giren Akşemseddîn hazretleri yanına hiç kimseyi
koymamalarını istedi ve kapılarını iyice kapattırdı.
Yeniçeriler, azablar,
dalkılıçlar, serdengeçtiler, akıncılar, gönüllüler, erenler, evliyâlar Sultan
Mehmed Hanın buyruğuyla İstanbul üzerine akıyorlardı. Mehmed Han bu sırada
hocası Akşemseddîn'in yanında olmasını arzuladı ve haber gönderdi. Gelmeyince
Akşemseddîn'in bulunduğu çadıra gitti. Çadırın her tarafı iyice kapatılmıştı.
Fâtih Sultan Mehmed Han çadıra yaklaşıp, hançerini çıkardı. Hançerle çadırdan
biraz keserek, içerisinin görülebileceği kadar bir delik açtı. İçeri bakınca,
hocası Akşemseddîn hazretlerini kuru toprak üzerinde secdeye kapanmış, başından
sarığı düşmüş, ak saçı ve ak sakalı nûr gibi parlıyor gördü. Ak saçını ve ak
sakalını toprağa sürüp, saçını sakalını toprak içinde bırakmıştı. Bu hâli ile
İstanbul'un fethinin gerçekleşmesi için Allahü teâlâya yalvarıp duâ ediyor,
gözyaşı döküyordu. Fâtih Sultan Mehmed Han, hocası Akşemseddîn'in Allahü teâlâya
yalvarıp, duâ etmekte olduğu bu yüksek hâlini görünce, doğruca yerine döndü.
Kaleye bakınca surlara tırmanan İslâm askerinin yanında ve önünde ak abalı bir
topluluğun da hisara girmekte olduğunu gördü. Az sonra fethin askeri de surları
geçip şehre girdi. Böylece İstanbul'un fethi ve Peygamber efendimizin büyük
mûcizesi gerçekleşti.
Akşemseddîn, fetih ordusu
İstanbul'a girdikten sonra, İslâmiyet'in harp ile ilgili hukûkunun gözetilmesini
genç pâdişâha tekrar hatırlattı. Buna uygun hareket edilmesini bildirdi.
İstanbul sabah sekiz
sıralarında fethedilmişti. Fâtih Sultan Mehmed ise şehre öğle saatlerinde
Topkapı'dan girdi. Beyaz bir at üzerinde idi. Muhteşem bir alayla ve alkışlar
içinde ilerleyerek, Ayasofya'ya doğru yol aldı. Zulümden ve haksızlıktan bıkmış
olan Bizans halkı yeni bir bekleyişin içinde idi. Fâtih geçtiği sokakları,
caddeleri, evleri dikkatle gözden geçiriyordu. Yanında ileri gelen
kumandanlarıyla vezirlerinden başka, Molla Gürânî, Molla Hüsrev, Akşemseddîn ve
Akbıyık Sultan gibi âlimler ve velîler topluluğu da bulunuyordu. Yerli halk
yolları doldurmuştu. Fâtih Sultan Mehmed çok genç olduğu için, herkes
Akşemseddîn'i pâdişâh sanıyordu. Ona, demet demet çiçek veriyorlardı.
Akşemseddîn'in, genç pâdişâhı göstererek;
"Sultan Mehmed ben değilim,
odur." sözüne karşılık;
Sultan Mehmed de;
"Gidiniz, yine ona gidiniz.
Sultan Mehmed benim, ama o benim hocamdır. Şehrin mânevî fâtihidir." diyordu.
Fâtih Sultan Mehmed Han
İstanbul'a girdikten sonra, hocası Akşemseddîn üç gün gözden kayboldu. Bütün
aramalara rağmen bulamadılar. Üç gün sonra, Edirnekapı yakınlarında vîrâne bir
yerde ibâdetle meşgûl olarak buldular. O zamandan beri bu yere, onun ismine
izâfeten "Akşemseddîn" mahallesi denildi. Fâtih Sultan Mehmed Han, fethin üçüncü
günü Ayasofya'ya gidip, orayı câmiye çevirdi. Ayasofya'yı câmiye çevirmesi,
Bizanslılar ile yapılan bir anlaşmaya bağlanmıştı. Burada ilk hutbeyi,
Akşemseddîn okudu. Okmeydanı'nda bir zafer alayı tertiplenmişti. Orada
Akşemseddîn de vardı. Akşemseddîn gâzîlere bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında;
"Ey gâzîler, bilin, âgâh
olun ki; cümleniz hakkında, âhir zaman Peygamberi ol Server-i kâinât; "Onlar ne
güzel askerdir." buyurmuştur. İnşâallah cümlemiz affedilmiş oluruz. Fakat gazâ
malını isrâf etmeyip, İstanbul içinde hayr-ü-hasenâta sarf ve pâdişâhımıza itâat
ve muhabbet ediniz." diye nasîhatte bulundu.
Sonra, Fâtih Sultan Mehmed
Hanın başına iki çatal ablak sorguç takıp; "Pâdişâhım, bütün Âl-i Osman'ın âb-ı
rûyu oldun. Hemen mücâhid-i fî sebîlillah ol!.." diyerek, Gülbank-i Muhammedî
çekti.
Akşemseddîn hazretlerine;
"İstanbul'un fethedileceği zamânı nasıl bildin?" diye sorulunca, şöyle cevap
verdi;
"Kardeşim Hızır ile, ilm-i
ledünniyye üzere İstanbul'un fetih vaktini çıkarmıştık. Kale fethedildiği gün,
Hızır'ın, yanında evliyâdan bir cemâatle hisara girdiğini gördüm. Kale
fetholunduktan sonra da, Hızır kardeşimi kalenin üzerine çıkmış oturur hâlde
gördüm."
Fâtih Sultan Mehmed Han,
fetihden sonra hocası Akşemseddîn'e, son taarruzun başladığı sırada; "Yâ Fakîh
Ahmed" diyerek Fakîh Ahmed'den himmet taleb etmesini söylediğini hatırlatarak;
"Fakîh Ahmed kimdir ki;
tazarru ve niyâz eyledim? Himmetini istedim? Allahü teâlâyı tazarru etmiş olsa
idim evlâ değil mi idi?" diyerek, sebebini sordu. Hocası Akşemseddîn bu suâle;
"O sırada Fakîh Ahmed, kutb,
sâhib-i tasarruf idi." cevâbını vererek, Allahü teâlânın yardımını, onun
vâsıtasıyla ve onun bereketi ile gönderdiğini ve onun da himmet ettiğini
söylemiştir. Akşemseddîn hazretlerinin "Fakîh Ahmed" dediği kendisi idi. Fakat
tevâzuunun çokluğundan şöhretten kaçıp, kendisini gizleyerek böyle konuşmuş,
gâyet ârifâne bir tavır takınmış olduğu rivâyet edilmiştir. |