MÜCÂHİD
EVLİYÂ (A - 2)
Millî Mücâdelenin ilk
bayraktârı Ahmed Hulûsi Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Denizli
Müftülüğünde iken Türkiye'nin paylaşılmasını ihtivâ eden Mondros Mütârekesi
imzâlanmıştı. Şubat 1919'da Paris'te bir araya gelen Îtilâf devletleri
temsilcileri Balıkesir, Aydın ve İzmir'i Yunanistan'a vermeyi kararlaştırdılar.
Bu gelişmeler üzerine Nûreddîn Paşa, bölge ileri gelenleri ve din adamları
liderliğinde, İzmir Müdâfaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak Cemiyeti adı altında bir
teşkilât kurdu. Bir kongre toplanmasını kararlaştıran cemiyet, Balıkesir, Aydın
ve Denizli livâlarından delege gönderilmesini istedi. Denizli'den gönderilen
delegeler arasında Ahmed Hulûsi Efendi de bulunuyordu. Kongreye İzmir vâli ve
kolordu komutanı Nûreddîn Paşa başkanlık etmiş ve ilhak tahakkuk ettiği takdirde
mukâvemet edebilmek için teşkilât kurulması kararlaştırılmıştı. Paşa, İzmir'in
Yunanistan'a verilmesi hâlinde silâhlı bir müdâfaaya kalkışılacağını söylediği
sırada Ahmed Hulûsi Efendi büyük bir uzak görüşlülükle kendisine şöyle demişti:
"Paşa! İstanbul işgâl
altındadır. İşgâl kuvvetleri İstanbul hükûmeti üzerinde tazyiklerde bulunarak
sizi terfian veya memuriyetinizi nakil sûretiyle İzmir'den uzaklaştırırlar.
Çünkü buradaki hıristiyan unsurlar işgâl kuvvetleriyle temas hâlindedirler.
Sizin burada fiilî mukâvemet için girişeceğiniz her hareketi onlara bildirirler.
Onlar da hükûmete tesir ederek, bu teşebbüsü netîcesiz bırakırlar. Bakınız Rum
papazlarından metropolit Hrisostomos daha şimdiden bu şehrin fahrî vâlisi gibi
hareket etmeye başlamış ve Yunan işgâlinin hazırlıklarına girişmiş
bulunmaktadır."
Ahmed Hulûsi Efendinin
söyledikleri çok geçmeden gerçekleşti. Nûreddîn Paşa azledilerek yerine vâliliğe
Kambur İzzet, kumandanlığa da emekli paşalardan Nâdir Paşa tâyin edildi.
Ahmed Hulûsi Efendi ise,
İzmir Redd-i İlhak Kongresinden döndükten sonra memleketin elîm bir âkıbete
sürüklenmekte olduğunu görerek derhâl yoğun bir teşkilâtlanma çalışmasına
girişti. Onun bu faâliyetlerini Denizli mutasarrıfı Fâik Bey (Öztırak) şöyle
anlatmaktadır:
Ahmed Hulûsi Efendi, benimle
çok uzun ve mahrem görüşmelerde bulundu. Denizli sancağının kazaları olan
Acıpayam, Buldan, Sarayköy, Tavas ve Çal'da bilhassa müftüler ve müderrislerle
eşrâfın rehberlik ettiği heyetlerin teşkîlini temin ettiğini söyleyip, artık
mukadder olan Yunan işgâli önünde neler yapılması îcâb ettiğinin şimdiden
düşünülüp lüzumlu tedbirlerin alınmasını teklif ve tavsiye etti. Bugün daha iyi
anlıyorum ki, müftü efendinin sözlerinde hiç bir imkânın gerçekleşmesi şartı
yoktu. Yapılması gereken vatanın istiklâli ve haysiyeti îcâbıydı. İlmi, irfânı,
ahlâkı ile muhitin hürmet duyduğu muhterem şahsiyeti, sancağın her tarafında
sevilen ve sayılan adamdı. Ahmed Hulûsi Efendi çok zor şartlar altında vazîfeye
çağırdığı kimseleri meziyet ve husûsiyetleriyle çok iyi takdir ederek tâyin ve
tespit etmişti. O müstesnâ günlerin bendeki en derin intibaı şudur: Çok güç
şartlar altında girişilecek hizmetlere lâyık mânevî rehberler bulur ve onların
telkinleri kalp ve vicdanlarda ümit izleri meydana getirebilirse elde
edilemeyecek güzel netîceler, ufukların ardında demektir. Ben Ahmed Hulûsî
Efendinin mübeccel ve muhterem varlığında bu ebedî hakîkatın en muhteşem
misâlini görmüşümdür."
Bu arada beklenen fecî
âkıbet gerçekleşti. İzmir 15 Mayıs 1919 Perşembe sabahı Yunanlılar tarafından
işgâl edildi. Acı haber Denizli'ye ulaştığı zaman irkilmeyen, ümitsizlikle
yıkılmayan tek insan Ahmed Hulûsi Efendiydi. Çünkü o, mukadder sonucu biliyor,
din, vatan ve nâmus için neler yapılması gerektiğini düşünmüş bulunuyordu.
İzmir'in işgâli üzerine ilk iş olarak Denizli'de bir protesto mitingi
tertipledi. Müftülük dâiresinin yakınındaki bir câmide bulunan Sancak-ı şerîfi
asılı bulunduğu yerden tekbirler ve salât ü selâmlar ile indirdi. Etrafında
şehrin ileri gelen şeyh ve imâmları olduğu hâlde câminin etrâfında bekleşen
kalabalığın önüne geçti. Kalabalık Belediye Meydanına doğru yürümeye başladı.
Tekbir seslerini işiten halk, işini gücünü bırakarak Belediye Meydanına
koşuyordu. Müftü Hulûsi Efendi meydanı doldurmuş bulunan Denizlililere hitâben
ağlamaklı bir sesle şöyle konuştu:
"Hemşehrilerim!.. Karşımıza
çıkarılan düşman daha dünkü uşaklarımızdır. Biz onlara mağlûb da olmadık. Bu
düşman her kim olursa olsun Türk'ün ve Müslümanlığın son müstakil yurdu olan
topraklarımızı da elimizden almak istiyor. Bizler şimdiye kadar esir yaşamadık
ve yaşayamayız. Silâhımız yoksa sapan taşıyla düşmana karşı çıkmak ve onu
tepelemek her Türk ve Müslümana farz-ı ayndır. Fetvâ veriyorum. Silâh azlığı
veya çokluğu mühim değildir. Birçok ülkelere hükmetmiş Fâtihlerin torunlarıyız."
Sözü sık sık tekbirlerle
kesilen ve son derece heyecanlı geçen miting, Denizli halkının düşmana mukâvemet
için hazır bulunduğunu ve şehrin muhterem müftüsü Ahmed Hulûsi Efendinin emir ve
direktiflerine uyacaklarını göstermişti. Fakat Ahmed Hulûsi Efendi yalnız
Denizli için değil, bütün civar, vilâyet ve kazâları da içine alan bir millî
mukâvemet hareketi meydana getirmek istiyordu. Bu sûretle Aydın ve Nazilli'ye
emin adamlarından birkaçını göndererek onlarla temasa geçti. Müftü Efendinin
faâliyetlerini yakından tâkib eden Denizli Rumları ise; "Onun sarığını başına
dolayacağız." diye haber göndermekteydiler. Ancak kahraman Denizli müftüsü bu
tehditlerden korkacak ve din ve nâmus müdâfaasından geri duracak bir kimse
değildi. Bizzât kendisi Dinar'a ve Afyonkarahisar'a gitti. Bu bölgelerdeki diğer
müftü, vâiz ve müderrislerle temasa geçerek silahlı çeteler teşkil edip,
ilerleyen Yunan kıtaları karşısında bir mukâvemet cephesi meydana getirmek
husûsunda onları harekete geçirdi. Bu bölgede efeler, yedek subaylar, mütekaid
(emekli) subaylar ve halktan herkes mahallî müftülerin idâre ettiği teşkilâta
kaydolunarak kısa zamanda harbe hazır vaziyete getirildiler.
Hazırlıklarını tamamlayan
Hulûsi Efendi, Yunanlıların Nazilli'ye girmeleri üzerine emrindeki kuvvetle
derhal harekete geçti. Nazilli'de bulunan Yunan kumandanı üç-beş bin kişilik bir
kuvvetin üzerine geldiğini haber alınca derhal mevziini terkederek Aydın
istikâmetine çekildi. Müftü Hulûsi Efendi kumandasındaki milis kuvvetleri
Nazilli'yi kolaylıkla ele geçirdiler. Fakat burada durmayarak Aydın'a doğru
gerilemiş bulunan Yunan kuvvetlerinin takibine başladılar. Nazilli'de ve yol
boyunca uğranılan her köyde toplanan halka, heyecanlı nutuklar îrâd eden Müftü
Efendinin emrindeki kalabalık gittikçe artıyordu. Bu nûr yüzlü din adamına karşı
herkes büyük hürmet, îtimâd ve muhabbet besliyordu.
Ahmed Hulûsi Efendi bu
gayret, şevk ve inançla Aydın'ı Yunanlılardan geri almaya muvaffak oldu. Bundan
sonra artan kuvvetlerin idâresi işini kumandanlık vasıfları iyi bilinen Demirci
Mehmed Efeye bıraktı. Ancak bu sırada toparlanan Yunanlılar büyük kuvvetlerle
gelerek Aydın'ı tekrar işgâl ile büyük katliamlarda bulundular.
Bundan sonra bölgede tam bir
ölüm kalım mücâdelesi başladı. Ahmed Hulûsi Efendi bizzât bir nefer gibi
çarpışmalara katıldı. Verdiği vâzlarla da topladığı gönüllülerle milis
kuvvetlerini devamlı destekledi. Böylece Denizli bölgesinde Yunan ilerleyişine
set çekti. Bu müdâfaa hattı olmasaydı. Ankara'nın, düzenli askerî birliklerin
kurulmasını sağlayamadan Yunan birliklerinin eline geçmesi işten bile değildi.
Ahmed Hulûsi Efendi Kurtuluş
Savaşının kazanılmasından sonra gelişen siyâsî olaylara karışmamış ve geri kalan
ömrünü Allahü teâlâya tâat ve ibâdetle geçirmiş, gençlere dîn-i İslâmı öğretmeye
çalışmıştır.
14 Mayıs 1919'da İzmir'in
işgâli ile memleketin acılar içine düştüğü yıllarda Ahmed İzzet Efendi (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Çal'da müftü olarak vazîfe yapmaktaydı. Halkın ne yapacağını
şaşırdığı o karanlık günlerde pekçok defâ Çarşı Câmii şerîfinde, hükûmet
önündeki meydanda dînî nutuklar söyledi. Halkı mukâvemete teşvik etti. Kendisine
gelenleri ümitsizliğe kapılmadan teşkilâtlanmaya sevketti.
Kaymakam Fazlı Güleç ise;
"Müftü Efendi, şer'an üzerine düşen vazîfeyi yapmıştır. Bu bâbta benim de hakk-ı
kelâmım vardır. Beni dinlerseniz ordularımız dağılmış, silâhı elinden
alınmıştır. Askerlerimiz cepheleri bırakmıştır. Bu sebeple Müftü Efendinin
söylediklerini yapmak, düşmanı gazaplandırmaktan, neticede ise onların ayakları
altında perişân olmaktan başka bir işe yaramayacaktır." diye ona karşı
çıkıyordu.
Bunlara karşılık Ahmed İzzet
Efendi kendi ifâdesiyle sözlerini şöyle nakletmektedir: Gözlerimiz görerek,
bedenimizde can varken, kendimizi ve mukaddesatımızı düşmanın yed-i habîsine,
kirli eline terk ve vatana ayak basmalarına tahammül edemeyeceğimizi, behemehal
müdâfaa tertibâtı almamız lâzım geldiğini, silâhsız ve vâsıtasız da olsa düşmana
karşı koymaklığımızı, evvela bizleri sonra evlâd-ü iyalimizi şehîd etmeden
memleketimize düşman giremeyeceğini, hattâ hepimizi şehîd etseler bile, Allahü
teâlânın izni olmadan düşmanın bu topraklara ayak basmasının mümkün
olamayacağını söyledim.
Ancak fikir birliği tam
hâsıl olmadığı için bu hareket bir müddet için netîcesiz kaldı. Ahmed İzzet
Efendi kendi köyü olan Süller'e gitti. Bu sıradaki hâlini ise şöyle
anlatmaktadır: Bir müddet köyümde kaldım. Burada kendi kendimi hesâba çektim.
Kalbim bana; "Bu bapta sen haklısın, ısrar et, cenâb-ı Hakk'ın vâdi yerini
bulacaktır." diyordu.
Ahmed İzzet Efendi bundan
sonra fiilen düşmana karşı koyma hareketine katıldı. Önce Ali Kurt köyüne gitti.
Burada 25-30 kişilik bir çeteye sâhib olan Dede Efe'yi düşman üzerine harekete
geçmeye iknâ etti. Buradan Denizli'ye geldi. Müftü Ahmed Hulûsi Efendiyi görerek
kendisine fikirlerini anlattı. Ahmed Hulûsi Efendi çok memnun olarak kendisini
tebrik etti. Sonra mutasarrıf Fâik Öztırak'la görüştü. Faik Beyin; "Çâresiz
vaziyetteyiz. Böyle bir durumda bir kaymakam, bir mutasarrıf ve bir vâli ne
yapabilir?" sözleri üzerine fevkalâde celallenen Ahmed İzzet Efendi; "Fâik Bey!
Kaymakamlık, mutasarrıflık ve vâlilik, milletle kâimdir. Millet cayır cayır
yanmaya başladı. Biz buna seyirci kalamayız. Ne yapacaksanız yapınız. Ben
kudretim nisbetinde bu uğurda bir vazîfe almaya geldim." cevâbını verdi.
Ahmed İzzet Efendi bundan
sonra düzenli birlikler kuruluncaya kadar teşkil ettiği milis kuvvetleriyle
bizzat savaşlara katıldı. Ahmed Hulûsi Efendi ve Demirci Mehmed Efe ile birlikte
hareket etti. Yunanlılara ağır kayıplar verdirdi. Elinde tüfek olduğu hâlde
birliklerinin en önünde çarpışmalara iştirak etti. Namaz vakitlerinde
emrindekilere namazı kıldırıyor sonra yine en önde ileri atılıyordu. Bu hâli ile
bölge halkının gönlünde taht kurdu. Yediden yetmişe herkesin sevgisini,
saygısını kazandı.
Bu savaş esnâsında Ahmed
İzzet Efendinin köyü de yağma ve tahrib edilenler arasındaydı. Köyü basan işgâl
birlikleri Ahmed İzzet Efendiyi aramışlar, bulamayınca evleri ve değirmenlerini
ateşe vermişlerdi. İşgâlin kalkmasından sonra mahallî hükümet Ahmed İzzet
Efendinin zararını on bin altın olarak tespit etti. Bu vakâyı haber aldığı zaman
Ahmed İzzet Efendi şöyle demiştir: "Bu kadar serveti ve hattâ cânı fedâ etmeden
dâvâyı tahakkuk ettirmek ve Allahü teâlâya tam kulluk etmiş olmak mümkün
değildir. Önemli olan vatan ve milletimizin, nâmus ve mukaddesâtımızın kurtulmuş
olmasıdır."
Ahmed İzzet Efendi, Kurtuluş
Savaşının kazanılmasından sonra ömrünü büyük bir tevâzu ve ferâgat hissi içinde
yaşayarak geçirdi. Muhitinin ve çevresinin fakir insanlarına karşı bütün
varlığını sarfederek hizmete koştu. Yardımlarıyla birçok kâbiliyetli gencin,
okuyup yetişmesini sağladı. 1952 yılında ebedî âleme göçtü.
Osmanlı âlim ve velîlerinin
en meşhûrlarından, büyük devlet adamı Ahmed İbni Kemâl Paşa (rahmetullahi
teâlâ aleyh) baba tarafından asker, anne tarafından ise ilim ile meşgûl olan bir
âileye mensuptu. Küçük yaştan îtibâren âilesinin nezâretinde iyi bir tahsil ve
terbiye gördü. Daha sonra baba mesleği olan askerlik yolunu seçti. Altı-bölük
sipahisi olarak Sultan İkinci Bâyezîd Hanın seferlerine katıldı.
Ancak bu sırada karşılaştığı
bir hâdise onun hayâtını, geleceğe yönelik plânlarını tamamen değiştirerek baba
mesleği olan askerliği bırakmasına ve ilmiye sınıfına geçmesine sebeb oldu.
Kendisi bu olayı şöyle nakletmektedir:
Sultan İkinci Bâyezîd Han
ile bir sefere çıkmıştık. O zaman vezîr, Halîl Paşanın oğlu İbrâhim Paşaydı.
Şanlı, değerli bir vezirdi. Ahmed ibni Evrenos adında bir de kumandan vardı.
Kumandanlardan hiçbiri onun önüne geçemez, bir mecliste ondan ileri oturamazdı.
Ben ise, vezîrin ve bu kumandanın huzûrunda ayakta, esas vaziyette dururdum. Bir
defâsında, eski elbiseler giyinmiş biri geldi. Bu, kumandanlardan da yüksek yere
oturdu ve kimse ona mâni olmadı. Buna hayret ettim. Arkadaşlarımdan birine,
kumandandan da yüksek yere oturan bu zâtın kim olduğunu sordum. "Filibe
Medresesi müderrisi, âlim bir zattır. İsmi Molla Lütfi'dir." dedi. "Ne kadar
maaş alır." dedim. "Otuz dirhem." dedi. "Makâmı bu kadar yüksek olan bu
kumandandan yukarı nasıl oturur?" dedim. "Âlimler, ilimlerinden dolayı tâzim ve
takdîr olunur, hürmet görürler. Geri bırakılırsa, bu kumandan ve vezîr buna râzı
olmazlar." dedi. Düşündüm, "Ben bu kumandan derecesine çıkamam, ama çalışır
gayret edersem, şu âlim gibi olurum." dedim ve ilim tahsîl etmeye niyet ettim.
Nitekim İbn-i Kemâl ordu ile
Edirne'ye dönünce bu düşüncesini tatbik mevkıine koydu. Askerlikten ayrılarak
ilim tahsîline başladı. Bu sırada Molla Lütfi, Edirne'deki Dârü'l-hadîs'e tâyin
edilmişti. İbn-i Kemâl bir müddet onun derslerine devâm etti. Kendisinden
Şerhu'l-Metali' ve haşiyelerini okudu. Arkadaşları arasında zekâsı, kavrayış
kabiliyeti ve yeteneği ile temâyüz etti. Kısa sürede ilimde yüksek makamlara
kavuştu. Daha sonra Kestelli Muslihiddîn Mustafa Efendi, Hatîbzâde Muhyiddîn
Mehmed Efendi ve Muârifzâde Sinânüddîn Yûsuf Efendilerden usûl ve tefsîr
dersleri alarak tahsîlini tamamladı.
İlim adamlarına fevkalâde
hürmet gösteren ve onları teşvik eden İkinci Bâyezîd Han, İbn-i Kemâl'in bilgi
ve istidâd yönünden sâhib olduğu değerleri duyunca kendisini Edirne'de Taşlık
Medresesine tâyin etti. Ayrıca İdris-i Bitlisî'nin Farsça yazdığı Heşt Behişt
adlı Osmanlı târihine benzer Türkçe bir Osmanlı Târihi yazmasını istedi ve bu iş
için kendisine otuz bin akçe ihsân eyledi.
İbn-i Kemâl 1511 yılında
günlük kırk akçe ile Üsküp'teki İshak Paşa Medresesine nakl edildi. Bir yıl
kadar sonra Edirne'deki Halebiye Medresesine tâyin edildi.
Sultan Selîm Hanın vefâtı,
devrin yıkılmaz ve eşsiz ilim adamı İbn-i Kemâl hazretlerini çok üzdü.
Yavuz Sultan Selîm'in
vefâtından sonra İbn-i Kemâl hazretleri bir müddet daha medresede talebe
yetiştirmeye devâm etti. 1526'da Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendinin vefâtı
üzerine Kânûnî Sultan Süleymân Han tarafından bu göreve getirildi.
Şeyhülislâmlık makâmına gelince işleri daha çok ağırlaştı. İlmi ile o kadar
büyük bir şöhret kazanmıştı ki, zamânındaki birçok âlim bâzı meselelerde ona
başvururlardı. Hattâ bir kısım ulemâ, yazmış olduğu eserleri tashîh ve kontrol
maksadıyla ona gönderirlerdi. On altıncı asrın ilk yarısında, Osmanlı kültürünün
en büyük mümessili olarak görülmektedir. Ahlâkı güzel, edebi mükemmel, zekâsı ve
aklı kuvvetli, ifâdesi açık ve vecîz olan Kemâlpaşazâde, iki dünyâ faydalarını
bilen ve bildiren, pek nâdir simâlardan biriydi. Cinnîlere de fetvâ verirdi.
Bunun için "Müfti-yüs-sekaleyn" (İnsan ve cinlerin müftüsü) adı ile meşhûr oldu.
Büyük bir âlim olduğu gibi, güçlü bir târihçi, değerli bir edîb, kuvvetli bir
şâirdi. Tasavvufta da ileri derece sâhibiydi. Büyük velîlerin teveccühünü
kazanmıştı. Şeyhülislâmlık makâmında bulunduğu sürede, dâhili ve hârici, din ve
mezheb düşmanlarına karşı ilmiyle ve yazdığı kitaplarıyla mücadele etti. İbn-i
Kemâl hazretleri Yavuz Sultan Selîm'i olduğu gibi Kânûnî Sultan Süleymân'ı da
Eshâb-ı kirâm düşmanı Safevîlere karşı mücadeleye teşvik etti. Pâdişâhın Şâh
Tahmasb'a gönderdiği mektupları, bizzât kaleme alan o idi.
Senûsîlik hareketinin büyük
mücâhid lideri olan, İslâm birlik ve kardeşliğinin en mükemmel örneğini veren
velî Ahmed es-Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin soyu
Peygamber efendimizin torunu hazret-i Hasan efendimize kadar uzanmaktadır. Ceddi
Seyyid Muhammed ibni Ali es-Senûsî, Kuzey Afrika'da İtalyan ve Fransız istilâ
hareketlerine karşı İslâm dünyâsının birlik ve berâberliğini temin maksadıyla
Senûsîlik tarîkatını kurdu. İlk defâ Derne civârında dağlık bir arâzide Zâviye-i
Beyzâ adını verdiği tekkesini tesîs etti. Mertliği, dînine bağlılığı ile kısa
zamanda muhitinde geniş ilgi topladı. Her taraf Senûsî tekkeleri ile doldu.
Harekete dâhil olanlar öncelikle şahsî ahlâk ve inançları bakımından en mükemmel
bir seviyeye getirilirdi. Sonra da aynı üstünlüğü etraflarına yaymak üzere
faâliyete geçirilirlerdi. Fakat Senûsîlik hareketinin hedefi yalnız Kuzey Afrika
değil, bütün İslâm dünyâsıydı. Müslüman milletlerin sosyal, ekonomik ve kültürel
seviyelerinde muazzam bir inkılâp vücuda getirerek İslâm dünyâsını uyandırıp
kalkındırmak ve birleştirmek istiyorlardı.
Seyyid Muhammed 1895 yılında
ölünce yerine oğlu Muhammed Mehdî es-Senûsî geçti. Hareket onun zamânında
alabildiğine genişledi. Bütün sâha kontrol altına alındı. Kısa zamanda Güney ve
Batı Afrika'da milyonla zencinin sistemli bir şekilde müslüman olmasını
sağladılar. Arabistan'a, Malezya'ya ve hattâ Hindistan'a tarîkatlarının
mümessillerini göndererek İslâm dünyâsı çapında bir uyanış sağlamaya çalışıldı.
Senûsî tarîkatı âdetâ hakîkî bir devlet hâline geldi.
1902'de ise Muhammed
el-Mehdî'nin ölümü üzerine yeğeni Ahmed eş-Şerîf es-Senûsî hazretleri daha büyük
bir azimle dâvâyı eline aldı.
Ahmed eş-Şerîf, 1873'te
Cağbûb'da doğdu. Babası Muhammed eş-Şerîf'tir. Küçük yaştan îtibâren mükemmel
bir tahsîl ve terbiye gördü. Din ilimlerinde âlim oldu. Her türlü silâh
kullanmakta mahâret sâhibi idi. Orduların sevk ve idâresinde fevkalâde meziyet
sâhibiydi.
Tarîkatin başına geçtikten
sonra faâliyetleri hızlandırdı. Her tarafa yayılan ihvanlar (kardeşler) örnek
ekonomik organizasyonlara girişerek, müşterek zirâî, sınâî ve ticârî teşebbüsler
kurdular. Her yerde okullar açarak örnek bir ahlâkın yenilmez îmânlı fertlerini
yetiştirdiler. Senûsîlik tarîkatı 1911'de İtalyanların Trablusgarb'ı ele
geçirmek için giriştikleri büyük askerî harekâta kadar tamâmen bir kültür
hareketi olarak sulhçu metodlarla çalıştı. Ancak Trablusgarb'ın tehdîd altına
girmesiyle derhâl burayı müdâfaa mevkıinde bulunan Türk kuvvetlerinin yanında
yer aldılar. Türk askerlerinin gerilemeye mecbûr olmasından sonra da
memleketlerini dağlık mıntıkaya çekilerek azimle müdâfaa ettiler. Bu
mücâdelelerde sayıca, düşman kuvvetlerinin çok altında bulunmalarına rağmen
cihân târihinin en büyük kahramanlık örneklerini verdiler. Ahmed es-Senûsî, bu
savaş sırasında ilk defâ, yayımladığı beyannâmeleri, el-Hükûmetü's-Senûsiyeti'l-Celîle
adı ile imzâlamaya başladı. Böylece Senûsiye hareketini ilk kez bir devlet
olarak îlân etti.
Birinci Dünyâ Savaşında
İtalya müttefikleriyle harbe girince Senûsîler mecburî olarak onun karşısında
yer aldılar. 1915'te Mısır'ı işgâl eden İngilizlere karşı giriştikleri harplerde
büyük kayıplar verdiler. Ahmed es-Senûsî, Birinci Dünyâ Savaşının sonlarında
Sultan Mehmed Reşâd'ın isteği üzerine İstanbul'a geldi. O, son derece bağlı
bulunduğu Osman-oğullarına ve Türk milletine, İslâm dünyâsı üzerindeki nüfûz ve
îtibârından istifâde ederek faydalı olmak istiyordu. Fakat bir müddet sonra
Mondros mütârekesinin imzâlanmasıyla son müstakil İslâm devleti olan Türkiye'nin
de Batı emperyalistlerinin taksimine mâruz kaldığını elem ve dehşetle gördü.
Birinci Dünyâ Savaşında
İngilizler, İslâm dünyâsını parçalayıp yutmak için çok kesif bir câsusluk ve
propaganda faâliyetlerine girişmişlerdi. Bu çalışmalar sonucunda Hint
müslümanlarının aşırı dostluk ve bağlılıklarına mukâbil Arap dünyâsında bâzı
çözülmeler başlamıştı. Birçok Arap liderlerine Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla
kurulacak devletlerden taçlar vâdedilerek ayrılık telkin edilmekteydi. Sultan
Reşâd Han sarsılan İslâm birliğini "hilâfeti hâiz olan Türkler" etrâfında
yeniden tesis ve takviye için Şeyh Senûsî hazretlerini huzûruna kabûl etti.
Ondan Müslüman Âlemini dolaşarak Hilâfet etrafında bozulan birliği yeniden
kurmasını ricâ etti. Gerçekten de o devirde müslümanların en fazla sözünü
dinleyecekleri şahsiyet gâyet haklı bir şöhrete mâlik olan Şeyh Senûsî
hazretleri idi. Şeyh hazretleri derhâl muvâfakat ederek Sultana, Türk milletine
hizmete hazır bulunduğunu bildirdi. Ancak tam İslâm Dünyâsını dolaşmaya çıkacağı
sırada kendisini dâvet eden Sultan Reşâd Han vefât etti. Sultan Vahideddîn'in
cülûs merâsiminde bulunmak üzere seyâhat ertelendi.
Osmanlı pâdişâhlarının
saltanata çıkışlarında cülûs merâsimi denilen bir merâsim yapılırdı. Bu
merâsimde devrin en kıymetli İslâm âlimi tarafından Eyyûb el-Ensârî
hazretlerinin türbesinde yeni pâdişâha umûmiyetle hazret-i Ömer'in kılıcı
kuşatılırdı. Sultan Vahideddîn'in cülûs merâsiminde ona bu kılıç Şeyh Ahmed es-Senûsî
tarafından kuşatıldı. Şeyh hazretleri pâdişâha kılıcı takarken şöyle duâ etti: "Cenâb-ı
Hak'tan zât-ı şâhânelerine ömrü tavil (uzun ömür), ecr-i cemîl (sevap) niyâz
ederim, efendimiz."
Ancak bu sırada netîceleri
îtibâriyle bir felâket olan Mondros mütârekesi imzâlanınca, Pâdişâh, Senûsî
hazretlerine maiyetiyle birlikte Bursa'da oturmasını irâde etti. Şeyh Ahmed
Senûsî hazretleri daha sonra yine Vahideddîn Hanın isteği üzerine Türk Kurtuluş
Savaşında çalışmak üzere Anadolu'ya geçti. Anadolu'yu, daha ziyâde doğu ve güney
vilâyetlerimizi bir bir dolaşarak halkı Ankara'ya bağlamaya çalıştı. Her gittiği
yerde beyazlara sarınmış olarak mahallî kıyâfetiyle kürsüye veya minbere
çıkıyor, vâz ve irşâdlarıyla ordumuza gönüllüler kazandırıyordu. Onun her sözü
bir nasîhattı. Elinde kılıcı, at üstündeki hali, heybeti, Anadolu Türk insanının
üzerinde efsânevî tesirler meydana getiriyordu. Onun Kurtuluş Savaşındaki vâz ve
nasîhatları, halkı birliğe dâvet edişi yalnız Anadolu'da değil, bütün İslâm
dünyâsında derin akisler uyandırdı. Bu maksatla rastladığı gazetecilere Türk
milletinin mücâdelesinin meşrûluğunu ve bütün müslümanların kendilerini
desteklemelerinin dînen vâcib olduğunu ifâde eden kat'î beyânatlar vermekteydi.
Şeyh Ahmed Senûsî
hazretleri, Kurtuluş Savaşının sonlarına doğru, bu hareketin kurmayları arasında
hilâfete ve halîfeye karşı başgösteren soğukluk üzerine Anadolu'da daha fazla
durmayı uygun bulmadı. Büyük bir üzüntü içerisinde Ankara'dan ayrılarak Arap
memleketlerine gitmek üzere yola koyuldu. Giderken söylediği şu sözler onun
siyâsî bir dâhi olduğunu göstermektedir:
"Bugün İslâm milletleri
arasında en kuvvetli ve haşmetlisi ve dînî vahdet ve idâre yönünden en ümit
vericisi Türk Milleti'dir. Binâenaleyh, bütün İslâmî harekât ve dayanışmanın
kuvvet merkezi Türkiye olmalıdır. Kahraman Türk Milletini bu yakın alâka ve
yardıma, dayanışmaya ve bu çok mühim vazîfeye ehil kılan birçok târihî ve
stratejik imtiyazlar vardır. Hilâfeti temsil etmiş olması, bütün İslâm âleminin
kalbgâhı olan Haremeyn ve civârının hâdim ve hâmisi olmak şerefine sâhip
bulunması ve bütün emânât-ı mukaddeseyi hâlâ uhdesinde mahfûz bulundurması,
asırlar boyunca İslâm'ın alemdârlığını yapması ve onu, İlâhî bir lütufla her
türlü tehlike ve saldırıdan koruması ve nihâyet hâli hazırdaki tutumun hâlâ ümid
verici olması gibi sebepler, bu büyük milleti bugün de İslâmî hareket ve
dayanışmanın ve İslâm âlemi için, düşünüp çırpındığımız topyekün bir kurtuluşun
yegâne kuvveti, rehberi ve lideri olmaya sevk etmektedir.
Türkiye'nin ve İslâm
Âleminin kurtuluşu Allahü teâlânın izniyle, ancak Müslüman Türk Milleti
sâyesinde mümkün olabilir ve böyle olacaktır."
Şeyh Ahmed es-Sünûsî
hazretleri Türkiye'den ayrıldıktan sonra Şam'a gitti. Yaygın şöhreti ve
ziyâretçilerinin çokluğu yüzünden kendisinden korkan Fransızlar, onu Şam'ı terke
zorladılar. Buradan Filistin'e geçti. Orada da İngilizler kendisinden çekinip,
endişelendiler. Artan İngiliz baskısı yüzünden Mekke'ye geçti ise de vehhâbî
inancında olan İbn-i Suûd'la anlaşamadı. Sonunda Yemen imamlığı ile Suûd
krallığı arasında tampon bir devlet olan Asîr'e çekildi. Burada Senûsî
şeyhlerinden İdris es-Senûsî'nin torunu olan başka bir İdris es-Senûsî
hükümdârdı. Ancak Asîr'de lâyık olduğu hüsn-i kabûlü gören Ahmed es-Senûsî,
H.1352'de vefâtına kadar burada kaldı. |