MÜCÂHİD
EVLİYÂ (A - 1)
Evliyânın tanınmışlarından
ve Tâbiînden Abdullah bin Gâlib (rahmetullahi teâlâ aleyh) Zâviye harbi
denilen bir savaşa katılmıştı. Bu sırada oruçlu idi. Düşman saflarına hücum
edeceği sırada başına biraz su döktü. Sonra kılıcını sıyırıp kınını kırdı. Bu,
şehîd düşünceye kadar savaşacağım manâsına gelirdi. Düşman saflarına daldı.
Savaşa savaşa şehîd düştü.
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) Merv'de bir
yıl ticâretle uğraşır, kazancının hepsini fakirlere dağıtırdı. İkinci yıl
İslâmiyet'i yaymak için cihâda, düşmanla harbe giderdi. O, medresede müderris,
hoca; câmide vâiz, şehirde tüccâr; harbde büyük bir kahramandı. Kılıç ve kalem
sâhibi idi. Kalemiyle cihâda dâir eser yazdı, kılıcıyla da dillere destan olan
kahramanlıklar gösterdi.
Abbâsîler devrinde
Bizanslılarla yapılan harplerden birine katılmıştı. Abbâsî ordusu sessiz, sâkin
ve aydınlık bir gecede Tarsus'un kuzeyinde karargâh kurmuştu. Tarsus'un
sırtlarında İslâm ve Bizans orduları görünüyordu. İki taraf da kendilerini
kuvvetli göstermek için alevleri göklere yükselen ateşler yakmışlardı. Bu ateş
ocaklarından birinin etrafında tepeden tırnağa silâhlı askerler hilâl şeklinde
oturmuşlar, ortalarında ise ince yapılı, nûrânî yüzlü bir zat onlara ders
anlatıyordu. Kimse vaktin nasıl geçtiğinin farkına varmamıştı. Sözü kesip,
duâsını yapınca istirahate çekildiler.
Sabah namazı kılındıktan
sonra, harp hazırlıkları başladı. İki ordu karşı karşıya geldi. Bizans
ordusundan iri yapılı, kendisi ve atı zırhlara bürünmüş biri kılıç sallayarak
ortaya çıktı. Döğüşmek için müslümanlardan er istedi. Müslüman saflarından bir
kahraman onun karşısına çıktı. Fakat, şehîd düştü. Bu hâl müslümanların
gayretine dokundu, ikinci bir yiğit daha çıktı. O da şehîd oldu. Sonra birkaç er
daha şehîdlik şerbetini içti. Rum ordusunda sevinç çığlıkları yükselirken,
müslüman ordusunda tekbir ve Allah Allah sesleri ortalığı çınlatıyordu. Bu
sırada müslüman askerlerin arasından, atının üzerinde heybetli birinin meydana
çıktığı görüldü. Tamâmen zırhlara bürünmüştü. Fakat kimse tanımıyordu. Rum'un
karşısında dimdik durdu. Herkes son derece heyecanlı idi. Çarpışma başladığı
gibi, çevik bir hareketle kılıcını Rum'un göğsüne sapladı. Müslüman saflarında
tekbîr sadâları yükseliyordu. Rum tarafı ise şaşkına döndü. İkinci çıkan er de
birincinin âkibetine uğradı. Sonra birkaç kişiyi daha öldürdü. Müslümanlar son
derece sevinçliydi. Müslüman er yerine dönünce bu kahramanın Abdullah bin
Mübârek hazretleri olduğunu görüp hayret ettiler.
Seferde bile ibâdetlerini
gizlerdi. Gazâ arkadaşı Muhammed bin Âyun şöyle anlatır:
Seferde bir gece, Abdullah
bin Mübârek istirâhate çekilmişti. Ben de mızrağıma dayanmış oturuyordum. Benim
uyuduğumu zannedip kalktı ve fecr vaktine kadar namaz kıldı. Sonra beni namaza
kaldırmağa geldi. Uyumadığımı ve halinden haberdar olduğumu anlayınca,
hayâsından yüzü kızardı. Sefer boyunca böyle yaptı.
İbn-i Hibbân ise şöyle
anlatır: Bütün mücahidler İbn-i Mübârek ile Şam'a varmıştık. Orada halkın
ibâdetini, gazâya hazır hallerini, her gün seriyyelerin, küçük askerî
birliklerin geliş-gidişlerini görünce, İbn-i Mübârek; "Bu güzel haller ile
Rabbimizin huzûruna çıkacağız. Burada Cennet kapılarını açtık." buyurdu.
Misis'teki ikâmeti sırasında
ilim, ibâdet ve cihâddan geri durmadı. Misis'te, ikindi namazında Cumâ
Mescidi'ne gelir, güneş batıncaya kadar kıbleye karşı oturur, Allahü teâlânın
zikriyle, meşgûl olur, kimseyle konuşmazdı. "Kim gündüzünü Allahü teâlâyı anarak
geçirirse, o, bütün gün zikretmişlerden sayılır." buyururdu.
Misis nâhiyesinde on yedi
bin hadîs-i şerîf rivâyet etti. Küçük yaştaki talebesi Abde bin Süleymân'a
hadîs-i şerîf yazdırır ilim öğretir, üstelik ona para da verirdi.
Mücâhid velîlerden
Abdülkâdir Cezâyirî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şeriflerden olup, soyu
hazret-i Ali'nin oğlu hazret-i Hasan efendimize dayanmaktadır. Baba ve dedeleri
Cezâyir'in Vehran tarafında, şerefli, âlim, fâzıl, zâhid ve takvâ sâhibi
kimseler olup, herkes tarafından sevilir, sayılırlardı. Cedlerinden biri olan
Seyyidî Muhammed bin Abdülkâdir, Barbaros Hayreddîn Paşanın Cezayir'i fethinde
bir nefer gibi çalışmış ve Cezayir'de Osmanlı hâkimiyetinin kurulmasında,
ziyâdesiyle gayret sarfetmişti. Bu sebeple Osmanlı sultanları bunun oğulları ve
torunlarına büyük izzet ve îtibâr gösterirlerdi. Abdülkâdir'in babası Muhyiddîn
de Kâdirî şeyhlerinden olup âlim bir zât idi.
Şeyh Muhyiddîn, parlak bir
zekâya sâhip olduğunu gördüğü Abdülkâdir'i küçük yaşta ilim öğrenmeye sevketti.
İlk tahsilini Kaytana'da yapan Abdülkâdir, sonra Cezayir ve Oran şehirlerinde
büyük âlimlerden okudu. Daha küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi hıfzetti. Tefsîr,
hadîs, fıkıh ve diğer ilimlerde üstün bir dereceye yükseldi. Geniş mâlumâtıyla,
fazîlet ve takvâsıyla şöhreti her tarafa yayıldı. Ülkesini pek yakın bir
gelecekte bekleyen tehlikenin farkında olan Abdülkâdir kendisini ilm-i siyaset,
devlet idâresi sâhalarında da yetiştirdi. Ata binmek ve silâh kullanmak gibi her
çeşit harp sanatında pek ustaydı.
1826'da babasıyla birlikte
Mısır'a giden Abdülkâdir Cezâyirî burada İslâm âleminin meşhûr ilim
merkezlerinden olan Ezher medreselerini ziyâret etti. Âlimlerle görüşüp bilgi
alışverişinde bulundu. Oradan Hicaz'a geçerek hac vazîfesini îfâ etti. 1829
yılında Şam'a geldi. Burada evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretleri ile görüşüp duâsına kavuştu. Buradan Bağdad'a geldi. Şerefli
âilesinin tabi olduğu evliyânın büyüklerinden nûr ve feyz menbaı Peygamber
efendimizin soyundan Seyyid Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin mübârek kabrini
ziyâret etti. Mânevî yardım istedi.
Abdülkâdir'in yurda
dönüşünden kısa bir müddet sonra 1830 Temmuzunda Fransızlar Cezayir'i işgâl
ederek ülkedeki üç yüz yıllık Türk idâresine son verdiler. Vehrân ve Müstefânem
bölgelerindeki halk düşmana karşı ayaklanarak Şeyh Muhyiddîn'i kendilerine emir
seçtiler. Ancak o oğlu Abdülkâdir'i bu işe daha lâyık gördü ve emirliği ona
devretti. Kendisi Oran'daki Fransız kuvvetleri ile harb eden askerin kumandasını
ele aldı.
Abdülkâdir-i Cezayirî
kendisine yapılan bîat merasimi sırasında yaptığı konuşma ile cesâret, uzak
görüşlülük, müsâmaha, tevâzu ve fedâkârlık gibi vasıflarını ortaya koydu.
Konuşmasında şöyle demişti: "Eğer liderliği kabul ediyorsam bu cihâd alanında
düşmana karşı yürüyen ilk kişi olma hakkını edinmek içindir. Benden daha değerli
ve yetenekli bulacağınız, îmânımızı savunmada hiç bir fedâkarlıktan kaçınmayacak
başka biri çıktığında yerimi ona bırakmaya hazırım."
Emir Abdülkâdir kısa sürede
gösterdiği hârikulâde şecâat, kahramanlık, binicilikteki mahâret ve
soğukkanlılığı ile herkesi hayran bıraktı. Askerî bir lider olarak kendini kabûl
ettirdi. Bu sebeple Fransızların Cezâyir'i işgâl etmesinden iki sene sonra
babasının muvafakati ve bütün Cezâyir müslümanlarının arzusu üzerine ülkenin
emirliğini üzerine aldı (22 Kasım 1832).
Abdülkâdir-i Cezayirî bundan
sonra Fransızlara karşı plânlı ve sistemli bir harekat başlattı. Kuvvetli bir
ordu kurarak Fransızları üst üste bozguna uğrattı. Bu zaferlerini siyâsî sâhada
da sürdürerek birçok bölgeleri de bu yolla ele geçirdi. Fas Sultanı
Abdurrahmân'ı kendi tarafına ve Fransızlara karşı mücâdele sâhasına çekmeyi
başardı. Kahramanlığı ve zekâsı sâyesinde yerli kabîleleri etrafına topladı.
Büyük bir güçle başta Maasker olmak üzere Merakeş sınırına kadar bütün batı
Cezâyir'e sâhib oldu. Fransızlar 26 Şubat 1834 antlaşmasıyla Abdülkâdir'in Batı
Cezayir üzerindeki otoritesini tanıdılar. Ancak ertesi yıl bölgedeki Fransız
komutanı General Trezel, emirin kendisine bağlı saydığı aşîretleri himâyesi
altına aldığını bildirdi. Amacı, mücâhidleri bölmek ve parçalamaktı. Onun bu
kararı üzerine Abdülkâdir-i Cezâyirî tekrar harekete geçti. Makta'da yapılan
çarpışmada Trezel alayını müthiş bir bozguna uğrattı (1835).
Bu yenilgi üzerine Fransa
bölgeye yardım kuvvetleri gönderdi. Bu birliklerin başında gelen General Bugeaud
kısa bir sürede Cezayir'i ele geçireceğine, müslümanları mahv edip Abdülkâdir'i
yakalayacağına söz vererek harekete geçti. Fransızlar Maasker'i kısa sürede ele
geçirdiler. Bu zaferle kendisine fevkalade güvenen Bugeaud, Konstantine önüne
geldiğinde Abdülkâdir'in asıl gücü ile karşılaştı. Abdülkâdir'in ne zaman ve ne
şekilde vuracağı belli olmuyordu. Ordusu son derece disiplinli idi. En küçük bir
bozulma ve ümitsizliğe düşmüyor ve insanüstü bir gayretle çarpışıyordu. Bu durum
Fransız birliklerinin tekrar bozgun hâlinde geri çekilmesine yol açtı. Bugeaud
Fransa hükümetine gönderdiği raporlarda:
"Abdülkâdir hızlı, zekî ve
ne yapacağı belli olmayan bir düşmandır. Dehâsı ve temsil ettiği inanç sâyesinde
kazandığı îtibârla kitleleri bize karşı harekete geçiriyor. Kendisi sıradan bir
insan değil, müslümanların severek ve arzu ile beklediği ve hasretle kucakladığı
bir liderdir." diyordu.
Nitekim Bugeaud çok geçmeden
Abdülkâdir'le Tafna Antlaşmasını yapmaya mecbur kaldı (1837). Bu antlaşma ile
Emir Abdülkâdir limanlar ve kıyı şehirleri dışında ülkenin tamâmında hâkimiyeti
elde ediyordu.
Abdülkâdir-i Cezayirî bu
sulh devresinden faydalanarak güçlü bir devlet mekanizması kurmaya çalıştı.
Devlet merkezini Maasker'den Tagdempt'e nakletti. Kanun ve kaideleri düzelterek
İslâmiyete uygun hâle getirdi. Osmanlılar zamânında birtakım mükellefiyetler
karşılığında vergiden muaf tutulan Mehazin kabîlelerinin imtiyazlarını kaldırdı
ve herkesten zekat topladı. Fas yoluyla İngiltere'den sağladığı top ve
tüfeklerle ordusunu teknik açıdan kuvvetlendirdi.
Bu arada Fransızlar
antlaşmaya aykırı olarak faaliyetlerine devam ediyorlardı. 1837 Ekiminde Osmanlı
tâbiiyetini sürdüren ve kendilerine karşı direnen Ahmed Bey'i yenerek
Konstantine şehrini zaptettiler. 1839'da ise Abdülkâdir'le Kabiliye bölgesinin
nüfuz meselesi yüzünden görüşmek istediler. Red cevâbı üzerine harekete geçen
Fransız birlikleri Cezâyir'i Konstantine'ye bağlayan Bîbân geçidini ele
geçirdiler. Buna karşı Abdülkâdir de 19 Kasımda küçük fakat hareket kâbiliyeti
yüksek birliklerini Fransızlar üzerine sevketti. Aynı zamanda "cihâd-ı mukaddes"
ilân ederek dînini seven herkesi bayrağı altına çağırdı. Kumandan ve
yardımcılarına gönderdiği mektuplarla onların şevkini ve gayretini arttırmaya
çalıştı.
Abdülkâdir-i Cezâyirî
böylece Fransızlara karşı ölüm kalım harbini başlatmış bulunuyordu. Bu harbin
sonunda ya Cezayir'de İslâmı muzaffer kılacak veya bu uğurda çok istediği
şehadete kavuşacaktı.
Emir Abdülkâdir, Sumala
adını verdiği merkezini seyyar bir vaziyete getirdi. Düşmanın vaziyetine göre
merkezini istediği yere naklediyor ve savaşın cereyan tarzını hep kendi istediği
şekilde yönlendiriyordu. Bu hareketli tesislerinde barut, mermi ve silah da imal
edebiliyor ve malzeme sıkıntısı çekmiyordu.
Ancak Abdülkâdir'in az fakat
disiplinli ordusu karşısında üst üste mağlubiyetin ezikliği içerisindeki düşman
çareyi; kadın, çocuk ve ihtiyarları zalimce katletmek, ekili araziyi yakıp
yıkmak ve hayvanları telef etmek gibi yollarda buldu. Böylece yüz bini aşan
Fransız ordusu yirmi bin kişilik ve dağınık vaziyetteki mücahidleri açlık ve
sefalete düşürerek mağlub etmek gibi bayağı yollara başvuruyordu. Onların bu
şekildeki davranışları ve sinsi faaliyetleri, Abdülkâdir'in ordusunda tefrika ve
anlaşmazlıkların doğmasına sebeb oldu. Bunun üzerine Abdülkâdir Merakeş'e
çekildi. Akrabası olan Merakeş hâkimi Abdurrahmân ve Merakeş'in müslüman
halkının yardımıyla Fransızlarla savaşmaya devam etti. Ancak bu defâ da Fas
kralı Abdurrahmân'ın ihaneti ile karşılaştı. Fas kralı, Fransızların şartlarını
kabul ederek cihad meydanından çekilirken Abdülkâdir'e yapılan yardımların da
kesilmesini emretti. Bu durum mücâhidleri büyük bir sıkıntıya soktu. 1842
Kasımında Abdülkâdir'in harekât merkezi olan Sumala düşman eline geçti. Emir'in
paha biçilmeyen şahsî kütüphânesi içindeki belgelerle birlikte Fransızlar
tarafından tahrib edildi. Büyük Sahra'ya çekilen Emir Abdülkâdir orada da
tarafdârlarının telef olması üzerine 1847 senesinde İskenderiyye veya Akka'da
kalması şartıyla General Lamoriciere'ye teslim olmak zorunda kaldı. Teslim
olurken ağzından çıkan tek kelime mücâdelesinin sonunu ne güzel özetlemektedir.
"Kader."
Ancak Fransızlar bir kez
daha sözlerine sadık kalmadılar. Emir Abdülkâdir, Cezayir vâlisi Duc d'Aumele
tarafından Fransa'ya gönderildi. Emir ve yanındakiler önce Toulon'da, sonra da
Loira Vadisindeki Anboise kalesinde beş yıl hapis kaldılar.
Toulon'a geldiğinde Fransız
kralı eğer başka bir ülkeye gitme arzusundan vazgeçerse kendisine büyük bir
armağan verileceğini bildirdiği zaman Emir Abdülkâdir:
"Kral namına bana bütün
Fransa'nın zenginliğini teklif etseniz ve bu zenginliği şu cüppemin üzerine
yerleştirseniz sizin tebaanız olmayı hâtırımdan geçirmem. Ben burada sizin
misâfirinizim. İsterseniz beni hapse atın. Ancak utanç ve şerefsizlik bana
değil, size ulaşacaktır." dedi.
Napolyon, Fransa'da
imparatorluğunu îlân ettiği zaman, Abdülkâdir-i Cezâyirî'ye Osmanlı ülkesinde
kalması için müsâade verdi. 1852'de İstanbul'a gelen Abdülkâdir-i Cezâyirî
Sultan Abdülmecîd Han'la görüştü ve pâdişâhın fevkalâde izzet ve ikrâmını gördü.
Daha sonra Bursa'ya geçerek kendisine tahsis edilen konakta oturdu. 1855'de
Bursa'da büyük bir zelzele olması üzerine Şam'a geçti.
Abdülkâdir-i Cezâyirî, Şam'a
gidince, zamânını ilmî çalışma, ibâdet ve çocuklarının terbiyesi ile geçirdi.
Kimseyle görüşmedi. Bu sırada İngiliz ve Fransızlar, Osmanlı Devletini kuvvet
zoruyla yıkamayacaklarını anlamışlar, işi fitne ve fesatla hâlletme yoluna
gitmişlerdi. Osmanlı Devleti içerisindeki çeşitli fırka ve milletleri
birbirleriyle çarpıştırmaya başlamışlardı. Lübnan ve Suriye'de Dürzîleri
İngilizler silâhlandırmış, Mârunîlere de Fransızlar arka çıkmışlardı. Her iki
devlet, yaptıkları çalışmalarla, Osmanlı tebeasını Osmanlı topraklarında
birbirine kırdırıp, kendi emellerine âlet etmeye kalkışmışlardı. Bu oyunların
bir sahnesi olarak 1860 senesinde Dürzî âsileri, hıristiyan ahâliyi öldürmeye
teşebbüs ettikleri vakit, Abdülkâdir, Cezâyirli muhâcirlerin yardımı ile Fransa
konsolosunu ve bin beş yüz kadar insanı kurtardı. Bu hareketi Osmanlı hükümeti
tarafından taltif edildi. Fransa hükümeti, bu hareketin mükâfâtı olarak Emir'e
Legion d'honneur nişanının grandcruix'sını verdi. Abdülkâdir-i Cezâyirî 1862
senesinde hacca gidip iki sene Hicaz'da kaldıktan sonra İstanbul'a gelerek,
Abdülazîz Han tarafından Birinci Osmânî Nişânıyla taltif edildi.
Daha sonra Şam'da ömrünü
ilim ve ibâdetle geçiren Abdülkâdir Cezâyirî H.1300'de vefat etti. Nâşı
Sâlihiyye'de Muhyiddîn Arabî türbesine defnedildi. Devrin târihçileri "Gabe
bedrün kâmilün= Mükemmel dolunay battı H. 1300 diyerek ölümüne târih düşürdüler.
Abdülkâdir Cezâyirî, her
şeyden evvel sağlam ve doğru îmân sâhibi, vakarlı bir zât idi. Bu hali, yalnız
dindaşlarının değil, kendisini yakından tanımak fırsatını bulan Avrupalıların da
takdirini celbetmişti. Çok adâletli idi. Âlicenâb ve çok merhametli idi. Ancak,
düşmanlarını yıldırmak için zarûrî gördüğü anlarda şiddetli çarpışmalardan hiç
çekinmezdi.
Abdülkâdir Cezâyirî, ilim ve
irfâna çok ehemmiyet verirdi. Âriflerin büyüklerindendi. Dünyâ ve âhiretin
kemâlâtını kendisinde toplamıştı. Kahraman bir mücâhitti. Şan ve şöhreti doğudan
batıya her yere yayıldı. Zamânının âlimleri arasındaki ihtilâfları hâllederdi.
Aynı zamanda kerâmet ehli idi. Çok kerâmetleri görüldü.
Kıymetli eserler yazdı.
Bunlardan tasavvuf ve inceliklerine dâir yazdığı Mevâkıf adlı kitabının her bir
bölümü mârifetlerle doludur. Kitabının seksen üçüncü bölümünde şöyle
yazmaktadır:
Hadîs-i şerîfde buyruldu ki:
"Allahü tealâ bir kimseye bir nîmet verdiğinde o nîmetin onun üzerinde
görülmesini ister." Hülâsa budur ki, eğer nîmetin görülmesi yalnız fiil, iş ile
olursa onu fiil ile göstermek ve eğer nîmetin görülmesi, söz ile olursa onu da
söz ile göstermek, açıklamak lazımdır.
Haccederken yaşadığı
hâdiseleri anlatırken şöyle demektedir:
Medîne-i münevvereye
vardığımda Resûlullah'ın Ravda-i mutahherasına gittim. Resûlullah'a (sallallahü
aleyhi ve sellem), hazret-i Ebû Bekr ve hazret-i Ömer'e selâm verdikten sonra,
Resûlullah'ın huzûrunda edeble durdum ve; "Yâ Resûlallah! Köleniz kapınızda
durmaktadır. Yâ Resûlallah! Sizin bir nazarınız bana her şeyden daha sevgilidir
ve beni zengin eder. Yâ Resûlallah! Sizin himâyeniz benim için kâfidir." dedim.
O zaman Eşref-i âlem (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdular ki: "Sen benim
evlâdımsın ve yanımda makbûlsün." Bana evladım buyurmaları, sulbî evladlığı mı,
yoksa kalbî evlâdlığı mı idi. Benim maksadım her ikisinde idi. Allahü teâlâya
hamd ve şükredip; "Yâ Rabbî! Bunu bana Peygamber efendimizin zât-ı şerîfini
göstermekle tahakkuk ettir. Zîrâ Habîbin; "Beni gören hakîkî görür. Zîrâ şeytan
benim şeklimde kendini hiç kimseye gösteremez." buyurmaktadır, diye duâ ettim.
Sonra da Kademeyn-i şerîfeyne, mübârek iki ayağı tarafına geçtim ve şark
taraftaki bir duvara yaslanıp tefekkürle meşgûl oldum. O hâlde iken kendimden
geçtim. Her şeyden habersiz kaldım. Mescid-i Nebevî'de kimi namaz kılar, kimi
zikreder, kimi Kur'ân-ı kerîm okur, kimi duâ ederdi. Hiç bir şey duymadım ve her
şeyden habersiz oldum, o esnâda; "Bu seyyidimizdir." sesini işittim. Gaybet
hâlimde gözlerimi açtım. Resûlullah efendimiz beni ayak tarafından şebeke
arasına çektiler. Heybetli ve sâkin idiler. Mübarek sakalının aklığı fazla idi.
Yanakları kırmızı idi. Lakin mübârek şemâili vasfedenlerin yazdıklarından çok
daha kırmızı idi. Bana yaklaştıkları vakit kendime geldim. Allahü teâlâya sonsuz
hamdü senâlar ettim.
Abdülkâdir-i Cezâyirî
hazretlerinin yaşayışında İslâm ahlâkını bütünüyle müşâhede edip, görmek
mümkündü. Onu gören kendisine hayran kalırdı. Gerek Fransızlarla sulh olduğu
zamanlarda ve gerekse tutsaklığı devresinde Abdülkâdir Cezâyirî'yi gören
generaller; kendisiyle dost olmaya çalışırlar ve ona İslâmiyetle ilgili, sualler
sorarlardı. Abdülkâdir Cezayirî'nin Fransız generali Dumas'a İslâmiyetin kadına
verdiği değer hakkındaki cevabı şu şekildedir:
...Bu meselenin gerçek yüzü
ve hakîkati sizin işittiğinizin tam aksinedir. Müslümanların nezdinde kadınlar
büyük bir hürmeti ve değeri haizdirler. Mesela onlar zevcelerini pek severler ve
onlara karşı çok merhametlidirler. Muhabbetin, sevgi duymanın zarûrî gereği ise
hürmet etmektir. Yâni insan sevdiğine hürmet eder. Nitekim, sevgili
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "Zevcelerine ancak
kerîm olanlar ikrâm ve iyilik eder ve onlara ancak kötü ve alçak olanlar ihânet
edip kötülük yaparlar." Diğer bir hadîs-i şerîfte de Eshâb-ı kirâmına hitâben
buyurdular ki: "Sizin en hayırlınız, zevcesine hayırlı olanınızdır. Ben,
içinizde zevcesine en hayırlı ve iyilik eden kimseyim." Resûlullah efendimiz,
mübârek zevcelerini kendi mübârek elleri ile deveye bindirirlerdi. İslâm
büyüklerinin bu konudaki menkıbeleri, nezaket ve edebleri sayılamayacak kadar
çoktur. Ev işlerinde müslümanlar zevceleri ile müşâvere ederler. Birçok işleri
zevcelerine danışır, onların gönlünü almaya dikkat ederler. Kadınlar ev
işlerinde reisdirler. Dış işleri kadınlara bırakılmaz. Bu, erkeklerin işidir.
Bunu kadınlara yüklemez, kendileri çekerler.
Abdülkadir Cezâyirî
hazretleri, komutanlarından Muhammed Hasnâvî'ye yazdığı bir mektupta şöyle
demektedir:
"...Şecâat, kahramanlık ve
cömertlik sıfatlarıyla mevsûf (vasıflandırılmış) ve Hak teâlâya tevekkül eden
mücâhid kardeşimiz Seyyid Muhammed Hasnâvî! Allahü tealâ sizin ve bizim halimizi
yüceltsin. Dünya ve âhiretteki emellerimize kavuştursun! Kıymetli, sabırlı
mücâhid kardeşim! Allahü tealâ anlayışını arttırsın! Hayırlar ihsân eylesin!
Lütf ile hayırlar üzerinde muhâfaza eylesin. Muhakkak ki cihâd, peygamberlerin (aleyhimüsselâm)
şiârı, müminlerin mesleği ve asıl sanatıdır. Seni bu himmete kavuşturan Allahü
teâlâya hamdederim.
Gayret ve çalışmalarına
sevaplar ihsân buyurup, bu yolda sana yardım eylesin! Allahü teâlâ Kur'ân-ı
kerîmde, sevgili Peygamberine hitâben cihâdın fazîletini, kendi yolunda şehîd
olmanın yüksek derecesini beyân ve ifade buyurmuştur. Bunlar üzerinde iyice
düşünüp, buna kavuşmak için Allahü teâlâdan yardım dilemelidir. Böylece, Allah
yolunda şehîd olmanın ne demek olduğu iyi anlaşılır. Cihâdın ve şehîd olmanın
fazîleti ve yüksek derecesi Tevrat ve İncil'de de bildirilmiştir. Karşılığında
Allahü teâlâ Cennet'i vâd buyurmuştur. Şerefini buradan anlamalıdır. Kendi
yolunda cihâd edenlerin, cihâda katılmayanlara nisbetle pek büyük bir ecre
kavuşacaklarını da müjdelemiştir.
Kıymetli kardeşim! Sözün
kısası şudur ki, Allahü teâlâ bir kimseye din ve dünyânın hayrını dilemedikçe
ona cihâd nasîb etmez. Kime din ve dünyânın hayrını dilerse, onu cihâda
kavuşturur. Şu hâlde, kavuştuğun nîmetin kadrini iyi bilmelisin. Daimâ sizin
işlerinizi ve hâllerinizi tâkib etmekteyiz ve sizinle görüşüp kucaklaşmayı çok
arzu ediyoruz. Size duâ ediyoruz. Allahü teâlâdan ümîd ederiz ki, en hayırlı,
bereketli bir zamanda bizi buluşturup görüştürsün. Amin..."
Muhammed bin Hasan Bay'a
gönderdiği pek fesahatli ve edebî mektubunda da Allahü teâlâya hamd ve Resûlüne
sallallahü aleyhi ve sellem salât-ü selâmdan sonra şöyle demektedir:
"...Sizi tebrik etmek ve
aramızdaki muhabbeti tâzelemek düşüncesiyle vekîlimizi gönderiyoruz. Muhakkak
ki, müminler tek bir beden gibidir. Biri incinirse hepsi incinmiş olur. Hepsi
aynı ızdırâbı duyar. Hakîkî mümin, din kardeşi için sağlam bir destek ve
yardımcıdır. Dâimâ birbirlerini destekler ve kuvvetlendirirler. Yardımlaşma ise,
ancak Allahü teâlânın râzı olduğu şeylerde ve takvâ husûsunda olmalıdır. Bu,
Allahü teâlânın size emridir..." |