|
MURÂKABE –
ZİKR - 2
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah-ı Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Vaktini
Allahü teâlâyı zikirle geçiren kimse, belâ ve sıkıntılara düşmez."
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Zikr, Allahü teâlâyı anıp, hatırlamak, O'ndan başkasını unutmaktır."
Şam'da yetişen âlimlerin ve
evliyânın meşhurlarından Ebû Ubeyd el-Busrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Zikir kalple olmalıdır. Yalnız dille yapılır da kalbe işlemezse,
riyâ ve gösteriş olur."
Büyük velîlerden Ebü'l-Hayr
el-Akta (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâyı zikreden,
O'ndan bir karşılık beklememelidir. Kim zikrine karşılık Allahü teâlâdan bir şey
bekler ve o beklediği şey olursa, karşılığında maddî bir şey aldığı için, zikrin
bir mânâsı kalmaz."
Hanım velîlerden Fâtıma-i
Nişâbûriyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerine; "Nasıl zikir yapıp
Rabbimizi analım?" dediler. O; "Allahü teâlâyı zikrettiğin, andığın zaman,
Allahü teâlânın seni gördüğünü düşün ve zikre devâm et." cevabını verdi.
Evliyânın meşhûrlarından
Hacı Şerîf Zerdenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zikr esnâsında ve namaz
kılarken kendinden geçerdi. Bulunduğu bir mecliste Allahü teâlânın ismi anılınca
Rabbine olan muhabbetinin ateşiyle yanar, kendini kaybederdi. Zikir sırasında
neden böyle kendinizden geçiyorsunuz? diye sorduklarında; "Âşık olanlar,
mahbûbun, sevgilinin ismini işitince kendinden geçmelidir. Böyle olmasa henüz o
olgunlaşmamıştır." buyurdu.
Âlim ve evliyânın
büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Allahü teâlânın zikri ve O'na ibâdetle öyle meşgûl olmalı ki,
O'ndan herhangi bir şey istemeye fırsat kalmamalıdır."
Kendilerine "Silsile-i
aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin on birincisi olan Mahmûd-i
İncirfagnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hocası Hâce Ârif Rîvegerî
hazretleri'nin vefâtından sonra, Kale Kapısı önündeki mescidde sesli zikre devâm
eyledi. Vaktinin büyük âlimlerinden Hâce Muhammed Pârisâ'nın dedelerinden
Mevlânâ Hâfızuddîn, âlimlerin üstâdı Şemsüleimme Hulvânî'nin işâreti ile,
Buhârâ'da, o zamanın en büyük imâm ve âlimlerinin huzûrunda, Hâce Mahmûd'a; "Siz
hangi niyetle cehrî (sesli) zikr ile meşgûl oluyorsunuz?" diye sordu. Cevâbında;
"Uyuyanları uyandırmak, gâfillere işittirmek ve insanları dînin ana caddesi ve
doğru yolu üzerinde yürütmek, hakîkate teşvîk etmek, böylece insanların, bütün
iyiliklerin anahtarı, her saâdetin esâsı olan tövbeye ve bir büyüğe
bağlanmalarına sebeb olmak istiyorum." buyurdu. Bunu duyunca, Mevlânâ Hâfızuddîn
ona; "Niyetiniz böyle dürüst olunca, böyle zikr etmeniz helâl olur." dedi. Ve
hakîkatın mecâzdan ayrılma hudûdunun olması için, sesli zikrin sınırını
(şartını) ricâ etti. Bunun üzerine Mahmûd-i İncirfagnevî şöyle buyurdu: "Sesli
zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, boğazı, mîdesi haram ve şüpheliden
temiz, kalbi riyâdan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye
teveccühden münezzeh olan yapabilir." buyurdu.
Tâbiînden, meşhûr hadîs
hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “Kim, bir gecesini Allahü teâlâyı zikir ile ihyâ eder, geçirirse,
anadan doğmuş gibi günâhsız ve tertemiz olarak sabahlar.”
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed bin Anân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin huzûruna, birgün
Şeyh Ahmed Necdî, elinde bir Kur’ân-ı kerîm olduğu hâlde geldi. Kur’ân-ı kerîmi
göstererek; “Bu kelâmın sâhibi hakkı için bana zikir telkini yap” dedi. Muhammed
bin Anân o anda bayıldı. Ayıldığı zaman ona zikir telkini yaptı ve; “Oğlum,
bizim yolumuz böyle şeyler değildir. Bizim yolumuzun aslı, Allahü teâlânın
kitâbına ve O’nun Resûlünün sünnetine tam mânâsıyla tâbi olmaktır.” buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden,
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır.
"Büyüklerin kitaplarından bir kitabı okurken, o büyükler bana göründüler, beni
benden aldılar. Bahâeddîn-i Nakşibend'in mübârek rûhâniyetleri, bana zikr telkin
edip, cezbe ile taltif eyledi."
Büyük velîlerden Muhammed
bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dil ile zikretmek,
günahlara keffârettir. Kalb ile zikr, Allahü teâlâya yakınlık ve mertebenin
yükselmesidir."
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine
getirmek için olursa zikr olur."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Şeyh Sadreddîn bin Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ
aleyh) vasiyetinde buyurdular ki: "Allahü teâlâ, Ahzâb sûresi 41. âyet-i
kerîmede meâlen; "Ey îmân edenler, Allah'ı çok zikredin!" buyuruyor. Allahü
teâlâ bir kuluna iyilik murâd edip, onu iyi kullardan yazınca, onu, kalbiyle
birlikte dil ile de zikretmeye muvaffak eder. Onu, dil zikrinden kalb zikrine
yükseltir. Hattâ dili sussa, kalbi susmaz, zikre devâm eder. Kul, gizli nifâktan
kaçınmadıkça buna kavuşamaz. Resûl-i ekremin; "Ümmetimdeki münâfıkların çoğu,
Kur'ân-ı kerîm okuyanlardan olacaktır." hadîs-i şerîfi buna işârettir. Bununla,
Allahü teâlâdan başkasıyla olmanın, kalbin O'ndan başkasına tutulmasının nifâk
olduğunu ifâde buyurmuşlardır. Kul, zâhirini büyültücü ve medhedici şeylerden
sıyırır, bâtınını da kötü düşünce ve huylardan temizleyip ayırırsa, zikr nûrunun
kalbinde parlaması pek yakın olur. Ondan şeytânî vesveseler, nefsânî şeyler,
kuruntular kesilir, kalbinde zikir nûru meydana gelir. Hattâ öyle olur ki,
zikri, zikr olunanın müşâhedesi ile olur. Bu, büyük bir derece, yüksek bir ihsân
olup, buna ulaşabilenler, el ve gönül sâhiplerinden yüksek himmetli olanlardır.
Tevfik ve yardım Allah'tandır."
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocası Tâhâ-i
Hakkârî hazretleri kendisine; "Ne kendin sesli zikret, ne de başkasına ettir."
buyurdu. O da ona uydu. Öyle ki, insanlar sesle olan bütün zikirleri mezmûm
(kötülenmiş) sandılar. Seyyid Sıbgatullah hazretleri gönüllerinden geçeni
anlayıp şöyle buyurdu: "Bütün zikirler mezmûm değildir. Teşrik tekbirleri, ölüye
telkin, aksırıp "elhamdülillah" diyene, "yerhamükellah" demek derin vâdiye
inerken, yükseğe çıkarken okunacak tesbihler ve benzerlerini sesli söylemek
sevâb olup, eserde gelmemiş ve sâbit olmamış olanlar mezmûmdur."
Mâlikî mezhebinde, fıkıh ve
kelâm ilimlerinde mütehassıs olan büyük âlimlerinden, velî Şerîf Tlemsânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu şöyle anlatır: "Babam,
Abdüsselâm'ın derslerine devâm ettiğinde dershânenin en arkasında otururdu.
Abdüsselâm, talebelere; "Allahü teâlâ hatırlanıp zikir yapılırken, dilin zikir
yapması hakîkî midir, değil midir?" diye sordu. Babam da kalkarak; "Efendim!
Zikir, unutmanın zıddıdır, yâni hatırlamaktır. Unutmanın yeri ise, lisan değil
kalbdir. Bu sebeple, bu iki zıt şeyin bulundukları yer, kalb olur" dedi. İbn-i
Abdüsselâm bu sözü kabûl edip, çok beğendi.
Tâbiînin büyüklerinden, âlim
ve velî Şumeyt bin Aclân (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâda geçen
vakitlerinin en kıymetlisinin Allahü teâlânın zikri ile geçen vakitleri olduğunu
beyân eder ve duâlarında; "Allah'ım, dünyâdaki en güzel vakitlerimizi senin
zikrin ve sana ibâdetle geçen vakitler yap" diye yalvarırlardı. Yâni Allahü
teâlâdan vakitlerini ibâdet ve zikirle geçirip, dünyâyı, yemeği-içmeği, uyumayı
sevdirmemesini isterdi.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zikr yapılmaksızın yalnız
râbıta ile Hakk'a kavuşmak mümkündür.
Zikr ise, râbıtasız
kavuşturucu değildir."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zikir bir kazma gibidir
ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir."
Büyük velîlerden Yûsuf
bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kim, Allahü
teâlâyı hakkıyla zikrederse, O’ndan başka her şeyi unutur. O’nun zikri ile
O’ndan başka her şeyi unutan kimseyi, Allahü teâlâ her şeyden muhâfaza eder.”
Tâbiînin büyüklerinden,
velî, hadîs ve fıkıh âlimi Atâ bin Ebû Rebâh (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Kim, Allahü teâlânın anıldığı bir mecliste bulunursa, Allahü
teâlâ, onun bu meclisini, on kötü meclisine karşı keffâret yapar. Eğer bir
kimse, Allahü teâlânın rızâsı peşinde olursa, bu hareketi, bulunduğu yedi yüz
kötü meclise keffâret olur."
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) birisine; "Allahü
teâlâyı murâkabe et!" dedi. O kişi; "Bu nasıl olur?" deyince; "Allahü teâlâyı
görür gibi ol." buyurdular.
DAĞLARIN
TESBİHİ
Abdurrahmân Tafsuncî,
evliyâdan, büyük zât,
Hazret-i Abdülkâdir Geylânî
ders verdi ona bizzat.
Bir gün o havâlîde, bir
sahrâya gitmişti,
Allahü teâlâyı, şöyle tesbîh
etmişti:
"Ey vahşîlerin bile, tesbih
ettiği Rabbim,
Bütün noksanlıklardan, seni
tenzîh ederim."
O anda, her taraftan, cümle
vahşî hayvanlar,
Grup grup gelerek, yanında
toplandılar.
Arslan ile ceylânlar,
geliyordu, yan yana
Hiç zarar vermiyordu, bir
arslan, bir ceylâna,
Hepsi kendi diliyle, Hakk'ı
zikrediyordu,
Öyle ki, âvâzları, göğe
yükseliyordu.
Daha sonra dedi ki: "Yâ
İlâhî, yâ Rabbî,
Seni, bütün kuşların, tesbîh
ettiği gibi,
Ben dahi tesbîh eder ve seni
zikrederim,
Bütün noksanlıklardan, seni
tenzîh ederim."
Ve mübârek başını,
kaldırınca yukarı,
Gördü kendine doğru, akın
eden kuşları.
O civarda ne kadar kuş cinsi
varsa eğer,
Gelip, başı üstünde,
toplandı birer birer.
Hem de kısa zamanda, öyle
çok toplandı ki,
Gökyüzünü tamâmen, örttüler
bulut gibi.
Allah Alah dediler, hepsi
kendi diliyle,
Öyle ki, o gün yer gök,
inledi kuş sesiyle.
Sonra dedi:"Yâ Rabbî,
rüzgârların tesbîhi,
Nasılsa, onlar gibi,
zikrederim ben dahi."
O anda, dört bir yandan,
serin, latîf rüzgârlar,
Tatlı nağmeler ile, esmeğe
başladılar.
Önceden o beldede,
rastlanmazken rüzgâra,
O gün esti ve sonra, esmez
oldu bir daha
Sonra dedi: "Yâ Rabbî, şu
dağlar, şu tepeler,
Muhakkak ki onlar da, seni
tesbîh ederler,
Nasıl zikrede ise, onlar
senin ismini,
Öyle tesbîh ederim, ben dahi
şimdi seni."
O böyle söyleyince, etrafta
olan dağlar,
Sallanıp, yüksek sesle,
tesbîhe başladılar.
Bu zâtın hürmetine, affeyle
yâ Rab bizi,
Onun sevgisi ile, tenvîr et
kalbimizi.
Osmanlı âlimi ve büyük
devlet adamı Celâlzâde Mustafa Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: Tasavvuf ehline göre murâkabe; kulun, kalbi ile Allahü teâlâyı
zikredip, devamlı Allahü teâlânın, kullarının hâllerine muttali olduğunu, görüp
bildiğini hatırından çıkarmaması, her nefeste Allahü teâlânın azâbından ve
cezâsından korku üzere olmasıdır
Evliyânın büyüklerinden
Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok az görüştüğü insanlardan zaman
zaman kendisinden nasîhat isteyen kimselere şöyle buyurmuştur: "Her nefs,
dünyâdan susuz olarak gidecektir. Ancak Allahü teâlâyı zikreden kullar bundan
müstesnâdır."
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Ebü'l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili
olarak Câfer-i Huldî şöyle anlatıyor: Hazret-i Şiblî, Ebü'l-Hüseyin Nûrî'ye; "Allahü
teâlânın huzûrunda bulunduğunuzu düşünerek murâkabeye daldığınızda, bir
kılınızın dahi kıpırdamadığını, aynı hâlde kaldığınızı görüyoruz. Bunu kimden
öğrendiniz?" diye sorunca; "Fâre deliğinin ağzında, avının çıkmasını beklerken,
benden çok daha sâkin ve dikkatli duran kediden" buyurdu.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Seyyid Mîr Muhammed Numân (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün
sabah namazından sonra câmide oturmuş murâkabe ile meşgûl oluyorduk. Hocam ile
karşı karşıya oturmuştuk. Bir ara başımı meşgûliyetimden kaldırdım. Hazret-i
İmâm'ın yerinde Resûlullah efendimizin oturduğunu gördüm. Üzerimi bir heybet
kapladı. Hemen başımı önüme eğdim. Bir müddet sonra, tekrar başımı kaldırdım.
Hazret-i İmâmın da Server-i kâinâtın yanında oturduğunu gördüm. Tekrar murâkabe
için başımı eğdim. Bir an sonra yine başımı kaldırdım. Gördüm ki, Resûlullah
efendimizin yerinde hazret-i İmâm, hazret-i İmâm'ın yerinde de, Resûlullah
efendimiz oturuyor. Tekrar murâkabeye koyuldum. Bir zaman sonra başımı
kaldırınca, iki yerde de Resûlullah efendimizi gördüm. Biraz sonra ikisini de
hazret-i İmâm buldum. Sonra da hazret-i İmâmın yalnız oturduğunu gördüm. Bu
gördüklerim baş gözü ile olmuştur, rüyâ ve vaka hâli değildir.
Evliyânın büyüklerinden
Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle
anlatmıştır: "Bir gün hocam Mirzâ Hâfız Muhsin'in kabrini ziyârete gitmiştim.
Kabri başında murâkabeye daldım. Bu hâlde iken kendimden geçtim ve hocamı
kabrinde görüp, konuştum. Kefeni ve bedeni hiç çürümemişti. Sâdece ayaklarının
alt kısımlarına toprak tesir edip hafif dökülmüştü. Bunun sebebini kendisinden
sordum, dedi ki: "Sâhibinden izinsiz, o geldiği zaman geri vermek niyetiyle bir
taş alıp, abdest aldığım yere koydum. Abdest alırken o taşın üzerine bastım.
Ayaklarımda gördüğün toprağın tesiri bu sebepledir." Takvâda çok ileri gidenin
evliyâlıkta yükselmesi muhakkaktır."
Evliyânın büyüklerinden
Nûreddîn Cerrâhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin bir ilâhisi:
Dil beytini pâk eden,
Dervişi ankâ eden,
Âlem-i İlâhîye giden,
Mevlâ zikridir, zikri.
Zikreden hâlet olan,
Âşinâ-yı rûh olan,
Ukbâda devlet bulan
Mevlâ zikridir, zikri.
Terk ehline karışan,
Hem zevkine erişen,
Bahr-i ledünle görüşen,
Mevlâ zikridir, zikri.
Erenlerin yolunu,
Sürerler hep demîni,
Dervişlerin mu'îni,
Mevlâ zikridir, zikri.
Nûreddîn'i diri kılan,
Tevhîd ile çerâğı yanan,
Bi-hamdillâh tevfik olan,
Mevlâ zikridir, zikri.
Büyük velîlerden Utbet-ül-Gulâm
(rahmetullahi teâlâ aleyh) dâima murâkabe hâlinde bulunurdu. Murâkabe,
Murâkıbı (görüp, gözeteni) düşünerek, dâimâ O'nunla meşgûl olmaktır. O, Allahü
teâlâdan başkasiyle meşgûl olmaz, devamlı Allahü teâlâyı anar ve hatırlar,
O'ndan bir an bile gâfil olmazdı. Bâzan öyle dalardı ki, gideceği yeri geçer,
farkında olmazdı. Bir gün, Utbet-ül-Gulâm Abdülvâhid bin Zeyd'in yanına
gelmişti. Abdülvâhid ona: "Nereden geliyorsun?" diye sordu. Utbet-ül-Gulâm;
"Falanca yerden geliyorum." dedi. Abdülvâhid bin Zeyd, "Oralarda kimseye
rastladın mı?" diye sorunca, Utbet-ül-Gulâm; "Hayır, kimseyle karşılaşmadım."
dedi. Halbuki oralardan pek çok kimse gelip geçiyordu. Fakat, bütün rûhu ve
bedeniyle Allahü teâlâ ile meşgûl olduğundan, yanından geçenlerin farkına bile
varmamıştı. (Bu durum, hükümdar yanlarından geçerken, hizmetçilerinin onun
heybetinden, hiçbir şeyin farkına varmaması ve düşünceye dalan birinin, bâzan
etrafında olup bitenlerin bile farkında olmaması gibidir.)
Tebe-i tâbiînin âlim ve
velîlerinden Zâhid İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle
anlattı: Süleymân bin Mihrân’dan duydum, Abdullah bin Mes’ûd buyurdu ki: “Cumâ
günü bin defa Allahümme salli alâ Muhammedin sallallahü aleyhi ve sellem demeyi
terketme!”
Mısır’da yetişen büyük
velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
“Murâkabenin alâmeti, Allahü teâlânın tercih ettiğini tercih etmek, O’nun büyük
gördüğünü büyük görmek ve küçük gördüğünü küçük görmektir.”
|
|