CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MURÂKABE – ZİKR - 2

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah-ı Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Vaktini Allahü teâlâyı zikirle geçiren kimse, belâ ve sıkıntılara düşmez."

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zikr, Allahü teâlâyı anıp, hatırlamak, O'ndan başkasını unutmaktır."

Şam'da yetişen âlimlerin ve evliyânın meşhurlarından Ebû Ubeyd el-Busrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zikir kalple olmalıdır. Yalnız dille yapılır da kalbe işlemezse, riyâ ve gösteriş olur."

Büyük velîlerden Ebü'l-Hayr el-Akta (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâyı zikreden, O'ndan bir karşılık beklememelidir. Kim zikrine karşılık Allahü teâlâdan bir şey bekler ve o beklediği şey olursa, karşılığında maddî bir şey aldığı için, zikrin bir mânâsı kalmaz."

Hanım velîlerden Fâtıma-i Nişâbûriyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerine; "Nasıl zikir yapıp Rabbimizi analım?" dediler. O; "Allahü teâlâyı zikrettiğin, andığın zaman, Allahü teâlânın seni gördüğünü düşün ve zikre devâm et." cevabını verdi.

Evliyânın meşhûrlarından Hacı Şerîf Zerdenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zikr esnâsında ve namaz kılarken kendinden geçerdi. Bulunduğu bir mecliste Allahü teâlânın ismi anılınca Rabbine olan muhabbetinin ateşiyle yanar, kendini kaybederdi. Zikir sırasında neden böyle kendinizden geçiyorsunuz? diye sorduklarında; "Âşık olanlar, mahbûbun, sevgilinin ismini işitince kendinden geçmelidir. Böyle olmasa henüz o olgunlaşmamıştır." buyurdu.

Âlim ve evliyânın büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlânın zikri ve O'na ibâdetle öyle meşgûl olmalı ki, O'ndan herhangi bir şey istemeye fırsat kalmamalıdır."

Kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin on birincisi olan Mahmûd-i İncirfagnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hocası Hâce Ârif Rîvegerî hazretleri'nin vefâtından sonra, Kale Kapısı önündeki mescidde sesli zikre devâm eyledi. Vaktinin büyük âlimlerinden Hâce Muhammed Pârisâ'nın dedelerinden Mevlânâ Hâfızuddîn, âlimlerin üstâdı Şemsüleimme Hulvânî'nin işâreti ile, Buhârâ'da, o zamanın en büyük imâm ve âlimlerinin huzûrunda, Hâce Mahmûd'a; "Siz hangi niyetle cehrî (sesli) zikr ile meşgûl oluyorsunuz?" diye sordu. Cevâbında; "Uyuyanları uyandırmak, gâfillere işittirmek ve insanları dînin ana caddesi ve doğru yolu üzerinde yürütmek, hakîkate teşvîk etmek, böylece insanların, bütün iyiliklerin anahtarı, her saâdetin esâsı olan tövbeye ve bir büyüğe bağlanmalarına sebeb olmak istiyorum." buyurdu. Bunu duyunca, Mevlânâ Hâfızuddîn ona; "Niyetiniz böyle dürüst olunca, böyle zikr etmeniz helâl olur." dedi. Ve hakîkatın mecâzdan ayrılma hudûdunun olması için, sesli zikrin sınırını (şartını) ricâ etti. Bunun üzerine Mahmûd-i İncirfagnevî şöyle buyurdu: "Sesli zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, boğazı, mîdesi haram ve şüpheliden temiz, kalbi riyâdan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühden münezzeh olan yapabilir." buyurdu.

Tâbiînden, meşhûr hadîs hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kim, bir gecesini Allahü teâlâyı zikir ile ihyâ eder, geçirirse, anadan doğmuş gibi günâhsız ve tertemiz olarak sabahlar.”

Evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Anân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin huzûruna, birgün Şeyh Ahmed Necdî, elinde bir Kur’ân-ı kerîm olduğu hâlde geldi. Kur’ân-ı kerîmi göstererek; “Bu kelâmın sâhibi hakkı için bana zikir telkini yap” dedi. Muhammed bin Anân o anda bayıldı. Ayıldığı zaman ona zikir telkini yaptı ve; “Oğlum, bizim yolumuz böyle şeyler değildir. Bizim yolumuzun aslı, Allahü teâlânın kitâbına ve O’nun Resûlünün sünnetine tam mânâsıyla tâbi olmaktır.” buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden, kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan  Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır. "Büyüklerin kitaplarından bir kitabı okurken, o büyükler bana göründüler, beni benden aldılar. Bahâeddîn-i Nakşibend'in mübârek rûhâniyetleri, bana zikr telkin edip, cezbe ile taltif eyledi."

Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dil ile zikretmek, günahlara keffârettir. Kalb ile zikr, Allahü teâlâya yakınlık ve mertebenin yükselmesidir."

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanlar arasına karışmak, eğer onların haklarını yerine getirmek için olursa zikr olur."

Hindistan'ın büyük velîlerinden Şeyh Sadreddîn bin Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) vasiyetinde buyurdular ki: "Allahü teâlâ, Ahzâb sûresi 41. âyet-i kerîmede meâlen; "Ey îmân edenler, Allah'ı çok zikredin!" buyuruyor. Allahü teâlâ bir kuluna iyilik murâd edip, onu iyi kullardan yazınca, onu, kalbiyle birlikte dil ile de zikretmeye muvaffak eder. Onu, dil zikrinden kalb zikrine yükseltir. Hattâ dili sussa, kalbi susmaz, zikre devâm eder. Kul, gizli nifâktan kaçınmadıkça buna kavuşamaz. Resûl-i ekremin; "Ümmetimdeki münâfıkların çoğu, Kur'ân-ı kerîm okuyanlardan olacaktır." hadîs-i şerîfi buna işârettir. Bununla, Allahü teâlâdan başkasıyla olmanın, kalbin O'ndan başkasına tutulmasının nifâk olduğunu ifâde buyurmuşlardır. Kul, zâhirini büyültücü ve medhedici şeylerden sıyırır, bâtınını da kötü düşünce ve huylardan temizleyip ayırırsa, zikr nûrunun kalbinde parlaması pek yakın olur. Ondan şeytânî vesveseler, nefsânî şeyler, kuruntular kesilir, kalbinde zikir nûru meydana gelir. Hattâ öyle olur ki, zikri, zikr olunanın müşâhedesi ile olur. Bu, büyük bir derece, yüksek bir ihsân olup, buna ulaşabilenler, el ve gönül sâhiplerinden yüksek himmetli olanlardır. Tevfik ve yardım Allah'tandır."

Osmanlı âlim ve velîlerinden Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocası Tâhâ-i Hakkârî hazretleri kendisine; "Ne kendin sesli zikret, ne de başkasına ettir." buyurdu. O da ona uydu. Öyle ki, insanlar sesle olan bütün zikirleri mezmûm (kötülenmiş) sandılar. Seyyid Sıbgatullah hazretleri gönüllerinden geçeni anlayıp şöyle buyurdu: "Bütün zikirler mezmûm değildir. Teşrik tekbirleri, ölüye telkin, aksırıp "elhamdülillah" diyene, "yerhamükellah" demek derin vâdiye inerken, yükseğe çıkarken okunacak tesbihler ve benzerlerini sesli söylemek sevâb olup, eserde gelmemiş ve sâbit olmamış olanlar mezmûmdur."

Mâlikî mezhebinde, fıkıh ve kelâm ilimlerinde mütehassıs olan büyük âlimlerinden, velî Şerîf Tlemsânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin oğlu şöyle anlatır: "Babam, Abdüsselâm'ın derslerine devâm ettiğinde dershânenin en arkasında otururdu. Abdüsselâm, talebelere; "Allahü teâlâ hatırlanıp zikir yapılırken, dilin zikir yapması hakîkî midir, değil midir?" diye sordu. Babam da kalkarak; "Efendim! Zikir, unutmanın zıddıdır, yâni hatırlamaktır. Unutmanın yeri ise, lisan değil kalbdir. Bu sebeple, bu iki zıt şeyin bulundukları yer, kalb olur" dedi. İbn-i Abdüsselâm bu sözü kabûl edip, çok beğendi.

Tâbiînin büyüklerinden, âlim ve velî Şumeyt bin Aclân (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâda geçen vakitlerinin en kıymetlisinin Allahü teâlânın zikri ile geçen vakitleri olduğunu beyân eder ve duâlarında; "Allah'ım, dünyâdaki en güzel vakitlerimizi senin zikrin ve sana ibâdetle geçen vakitler yap" diye yalvarırlardı. Yâni Allahü teâlâdan vakitlerini ibâdet ve zikirle geçirip, dünyâyı, yemeği-içmeği, uyumayı sevdirmemesini isterdi.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zikr yapılmaksızın yalnız râbıta ile Hakk'a kavuşmak mümkündür.

Zikr ise, râbıtasız kavuşturucu değildir."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:  "Zikir bir kazma gibidir ki, onunla gönülden yabancı duygu dikenleri temizlenir."

Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kim, Allahü teâlâyı hakkıyla zikrederse, O’ndan başka her şeyi unutur. O’nun zikri ile O’ndan başka her şeyi unutan kimseyi, Allahü teâlâ her şeyden muhâfaza eder.”

Tâbiînin büyüklerinden, velî, hadîs ve fıkıh âlimi Atâ bin Ebû Rebâh (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kim, Allahü teâlânın anıldığı bir mecliste bulunursa, Allahü teâlâ, onun bu meclisini, on kötü meclisine karşı keffâret yapar. Eğer bir kimse, Allahü teâlânın rızâsı peşinde olursa, bu hareketi, bulunduğu yedi yüz kötü meclise keffâret olur."

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) birisine; "Allahü teâlâyı murâkabe et!" dedi. O kişi; "Bu nasıl olur?" deyince; "Allahü teâlâyı görür gibi ol." buyurdular.

 

DAĞLARIN TESBİHİ

 

Abdurrahmân Tafsuncî, evliyâdan, büyük zât,

Hazret-i  Abdülkâdir Geylânî ders verdi ona bizzat.

 

Bir gün o havâlîde, bir sahrâya gitmişti,

Allahü teâlâyı, şöyle tesbîh etmişti:

 

"Ey vahşîlerin bile, tesbih ettiği Rabbim,

Bütün noksanlıklardan, seni tenzîh ederim."

 

O anda, her taraftan, cümle vahşî hayvanlar,

Grup grup gelerek, yanında toplandılar.

 

Arslan ile ceylânlar, geliyordu, yan yana

Hiç zarar vermiyordu, bir arslan, bir ceylâna,

 

Hepsi kendi diliyle, Hakk'ı zikrediyordu,

Öyle ki, âvâzları, göğe yükseliyordu.

 

Daha sonra dedi ki: "Yâ İlâhî, yâ Rabbî,

Seni, bütün kuşların, tesbîh ettiği gibi,

 

Ben dahi tesbîh eder ve seni zikrederim,

Bütün noksanlıklardan, seni tenzîh ederim."

 

Ve mübârek başını, kaldırınca yukarı,

Gördü kendine doğru, akın eden kuşları.

 

O civarda ne kadar kuş cinsi varsa eğer,

Gelip, başı üstünde, toplandı birer birer.

 

Hem de kısa zamanda, öyle çok toplandı ki,

Gökyüzünü tamâmen, örttüler bulut gibi.

 

Allah Alah dediler, hepsi kendi diliyle,

Öyle ki, o gün yer gök, inledi kuş sesiyle.

 

Sonra dedi:"Yâ Rabbî, rüzgârların tesbîhi,

Nasılsa, onlar gibi, zikrederim ben dahi."

 

O anda, dört bir yandan, serin, latîf rüzgârlar,

Tatlı nağmeler ile, esmeğe başladılar.

 

Önceden o beldede, rastlanmazken rüzgâra,

O gün esti ve sonra, esmez oldu bir daha

 

Sonra dedi: "Yâ Rabbî, şu dağlar, şu tepeler,

Muhakkak ki onlar da, seni tesbîh ederler,

 

Nasıl zikrede ise, onlar senin ismini,

Öyle tesbîh ederim, ben dahi şimdi seni."

 

O böyle söyleyince, etrafta olan dağlar,

Sallanıp, yüksek sesle, tesbîhe başladılar.

 

Bu zâtın hürmetine, affeyle yâ Rab bizi,

Onun sevgisi ile, tenvîr et kalbimizi.

 

Osmanlı âlimi ve büyük devlet adamı Celâlzâde Mustafa Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Tasavvuf ehline göre murâkabe; kulun, kalbi ile Allahü teâlâyı zikredip, devamlı Allahü teâlânın, kullarının hâllerine muttali olduğunu, görüp bildiğini hatırından çıkarmaması, her nefeste Allahü teâlânın azâbından ve cezâsından korku üzere olmasıdır

Evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok az görüştüğü insanlardan zaman zaman kendisinden nasîhat isteyen kimselere şöyle buyurmuştur: "Her nefs, dünyâdan susuz olarak gidecektir. Ancak Allahü teâlâyı zikreden kullar bundan müstesnâdır."

Bağdât'ın büyük velîlerinden Ebü'l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Câfer-i Huldî şöyle anlatıyor: Hazret-i Şiblî, Ebü'l-Hüseyin Nûrî'ye; "Allahü teâlânın huzûrunda bulunduğunuzu düşünerek murâkabeye daldığınızda, bir kılınızın dahi kıpırdamadığını, aynı hâlde kaldığınızı görüyoruz. Bunu kimden öğrendiniz?" diye sorunca; "Fâre deliğinin ağzında, avının çıkmasını beklerken, benden çok daha sâkin ve dikkatli duran kediden" buyurdu.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Seyyid Mîr Muhammed Numân (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün sabah namazından sonra câmide oturmuş murâkabe ile meşgûl oluyorduk. Hocam ile karşı karşıya oturmuştuk. Bir ara başımı meşgûliyetimden kaldırdım. Hazret-i İmâm'ın yerinde Resûlullah efendimizin oturduğunu gördüm. Üzerimi bir heybet kapladı. Hemen başımı önüme eğdim. Bir müddet sonra, tekrar başımı kaldırdım. Hazret-i İmâmın da Server-i kâinâtın yanında oturduğunu gördüm. Tekrar murâkabe için başımı eğdim. Bir an sonra yine başımı kaldırdım. Gördüm ki, Resûlullah efendimizin yerinde hazret-i İmâm, hazret-i İmâm'ın yerinde de, Resûlullah efendimiz oturuyor. Tekrar murâkabeye koyuldum. Bir zaman sonra başımı kaldırınca, iki yerde de Resûlullah efendimizi gördüm. Biraz sonra ikisini de hazret-i İmâm buldum. Sonra da hazret-i İmâmın yalnız oturduğunu gördüm. Bu gördüklerim baş gözü ile olmuştur, rüyâ ve vaka hâli değildir.

Evliyânın büyüklerinden Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: "Bir gün hocam Mirzâ Hâfız Muhsin'in kabrini ziyârete gitmiştim. Kabri başında murâkabeye daldım. Bu hâlde iken kendimden geçtim ve hocamı kabrinde görüp, konuştum. Kefeni ve bedeni hiç çürümemişti. Sâdece ayaklarının alt kısımlarına toprak tesir edip hafif dökülmüştü. Bunun sebebini kendisinden sordum, dedi ki: "Sâhibinden izinsiz, o geldiği zaman geri vermek niyetiyle bir taş alıp, abdest aldığım yere koydum. Abdest alırken o taşın üzerine bastım. Ayaklarımda gördüğün toprağın tesiri bu sebepledir." Takvâda çok ileri gidenin evliyâlıkta yükselmesi muhakkaktır."

Evliyânın büyüklerinden Nûreddîn Cerrâhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin bir ilâhisi:

 

Dil beytini pâk eden,

Dervişi ankâ eden,

Âlem-i İlâhîye giden,

Mevlâ zikridir, zikri.

 

Zikreden hâlet olan,

Âşinâ-yı rûh olan,

Ukbâda devlet bulan

Mevlâ zikridir, zikri.

 

Terk ehline karışan,

Hem zevkine erişen,

Bahr-i ledünle görüşen,

Mevlâ zikridir, zikri.

 

Erenlerin yolunu,

Sürerler hep demîni,

Dervişlerin mu'îni,

Mevlâ zikridir, zikri.

 

Nûreddîn'i diri kılan,

Tevhîd ile çerâğı yanan,

Bi-hamdillâh tevfik olan,

Mevlâ zikridir, zikri.  

 

Büyük velîlerden Utbet-ül-Gulâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) dâima murâkabe hâlinde bulunurdu. Murâkabe, Murâkıbı (görüp, gözeteni) düşünerek, dâimâ O'nunla meşgûl olmaktır. O, Allahü teâlâdan başkasiyle meşgûl olmaz, devamlı Allahü teâlâyı anar ve hatırlar, O'ndan bir an bile gâfil olmazdı. Bâzan öyle dalardı ki, gideceği yeri geçer, farkında olmazdı. Bir gün, Utbet-ül-Gulâm Abdülvâhid bin Zeyd'in yanına gelmişti. Abdülvâhid ona: "Nereden geliyorsun?" diye sordu. Utbet-ül-Gulâm; "Falanca yerden geliyorum." dedi. Abdülvâhid bin Zeyd, "Oralarda kimseye rastladın mı?" diye sorunca, Utbet-ül-Gulâm; "Hayır, kimseyle karşılaşmadım." dedi. Halbuki oralardan pek çok kimse gelip geçiyordu. Fakat, bütün rûhu ve bedeniyle Allahü teâlâ ile meşgûl olduğundan, yanından geçenlerin farkına bile varmamıştı. (Bu durum, hükümdar yanlarından geçerken, hizmetçilerinin onun heybetinden, hiçbir şeyin farkına varmaması ve düşünceye dalan birinin, bâzan etrafında olup bitenlerin bile farkında olmaması gibidir.)

Tebe-i tâbiînin âlim ve velîlerinden Zâhid İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlattı: Süleymân bin Mihrân’dan duydum, Abdullah bin Mes’ûd buyurdu ki: “Cumâ günü bin defa Allahümme salli alâ Muhammedin sallallahü aleyhi ve sellem demeyi terketme!”

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Murâkabenin alâmeti, Allahü teâlânın tercih ettiğini tercih etmek, O’nun büyük gördüğünü büyük görmek ve küçük gördüğünü küçük görmektir.”