MURÂKABE –
ZİKR - 1
Tasavvuf ıstılahlarının
başında zikir gelir. Zikir, anmak, her işte Allahü teâlâyı hatırlamak, kendini
gafletten kurtarmak, kulun Allahü teâlâyı dille ve kalple anması demektir.
Gaflet de Allahü teâlâyı unutmak demektir.
(E. Ans. c.1, s. 33)
Allahü teâlâ, Kur'ân-ı
kerîmde Ra'd sûresi 30. âyetinde meâlen şöyle buyuruyor: "İyi biliniz ki,
kalpler, Allahü teâlânın zikri ile itminâna, râhata kavuşur." Bekara sûresinin
152. âyet-i kerîmesinde ise meâlen şöyle buyrulmuştur: "(Kullarım!) Siz beni (tâat
ile, beğendiğim işleri yapmak sûretiyle) zikrederseniz, ben de sizi (rahmet,
mağfiret, ihsân ve tövbe kapılarını açmak sûretiyle) anarım." Sünenü'l-Beyhekî'de
geçen iki hadîs-i şerîfte de buyrulmuştur ki: "Derecesi en yüksek olanlar,
Allah'ı zikredenlerdir.", "Allah'ı sevmenin alâmeti, O'nu zikretmeyi sevmektir."
(E. Ans. c.1, s. 33)
İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri, "Her vakit, Allahü teâlâyı zikr etmek lâzımdır. Kalpte
başka hiçbir şeye yer vermemelidir. Yerken, içerken, uyurken, gelirken, giderken
hep zikir yapmalıdır." Demiştir. Cübeyr bin Nüfeyr; "Her an, dilleriyle Allahü
teâlâyı zikr edip, O'nu bir an unutmayanlardan herbiri, güler bir hâlde Cennet'e
girecek-lerdir." demektedir. Zikir, cehrî ve hafî olmak üzere iki kısımdır. Zikr-i
cehrî, yüksek sesle Allahü teâlâyı anmak, zikr-i hafî ise, gizli olarak ve kalb
ile Allahü teâlâyı hatırlamaktır.
(E. Ans. c.1, s. 33)
İmâm-ı Rabbânî, zikr-i
hafînin, zikr-i cehrîden efdâl, daha üstün olduğunu belirtmiş, Peygamber
efendimiz ise, Mektûbât-ı Seyfiyye'de geçen hadîs-i şerîflerinde bu üstünlüğün
yetmiş kat olduğunu beyân buyurmuşlardır.
(E. Ans. c.1, s. 33)
Îtiyad, alışkanlık hâlinde
nâfile olarak devamlı yapılan ibâdet, tesbîh ve duâlara vird (çoğulu evrâd)
denilir. İmâm-ı Gazâlî; "Duâ, zikir, Kur'ân-ı kerîm okuma ve tefekkür
(mahlûklardaki ve kendi bedenindeki ince sanatları, düzenleri, birbirine
bağlılıklarını düşünerek, Allahü teâlânın büyüklüğünü anlaması, insanın
günâhlarını hatırlayıp, bunlara tövbe etmesi lâzım geldiğini ibadetlerini ve
tâatlerini düşünerek bunlara şükretmesi gerektiğini hatırına getirmesi), sabah
namazından sonra, âhiret yolcusu kulun virdi olmalıdır." demiştir. Yine İmâm-ı
Gazâlî; "Okunmalarında fazîlet olduğu bildirilen bâzı âyet-i kerîmeleri vird
edinip, okumak da müstehabtır. Fâtihâ, Âyete'l-Kürsî ve Bekara sûresinin son iki
âyeti (Âmener-Resûlü) bunlardandır. Kaylûle (öğleye doğru bir mikdâr uyumak da)
gündüz virdlerindendir." demiştir.
(E. Ans. c.1, s. 33)
Hazret-i Ömer'in, gece
virdinden bir âyet-i kerîmeyi okuyamadığı zaman, gündüzleri bayıldığı, hattâ bu
yüzden bir hasta gibi günlerce ziyaret edildiği rivâyet edilmiştir.
(E. Ans. c.1, s. 34)
Mâlik bin Dînâr ise şunları
söylemiştir: "Bir gece uyuya kaldım ve evradımı yerine getirmedim. Rüyâmda
birisi karşıma çıktı ve, okuryazarlığın var mı? dedi. Var, dedim. Şu yazıyı okur
musun? dedi ve elime bir kâğıt parçası verdi. Kâğıtta; "Dünyânın geçici ve
aldatıcı nîmetleri, ölümsüz olarak yaşayacağın Cennet'in zevk ve safâsından seni
alıkoymuştur. Yâni geçici olarak zevk aldığın bu uyku, ebedî seâdetine yarayacak
ibâdetine mâni olmuştur. Uyan, namaz kıl ve Kur'ân-ı kerîm oku. Zîra bunlar,
uykudan hayırlıdır." yazılıydı."
(E. Ans. c.1, s. 34)
Büyük velîlerden Abdullah
bin Avn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri her gün sabah namazını
talebeleri ile kılar, kimseyle konuşmadan, kıbleye karşı oturur, Allahü teâlâyı
zikrederdi. Bu hal güneşin doğmasına kadar sürerdi. Talebeleri de aynı şekilde
yapardı.
On dokuzuncu yüzyılın büyük
velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zikirle
ilgili olarak talebelerinin sorduğu bir suâl üzerine şöyle buyurdu:
"Bu Hâlidiye büyükleri sesli
zikir yapmazlar, talebe kıbleye karşı edeple oturmalıdır. Hâzır bir kalb ile
zikirde bulunmalıdır. Çünkü zikir esnâsında kalbin hâzır olması muhakkak
lâzımdır. Zikirden maksad tevhid olup, Allahü teâlânın birliğini hatırlamak,
dile getirmektir. Hattâ tesbih tanelerini bir eksik mi, fazla mı çektim diye
takılmamak gerekir. Çünkü tesbihleri söylemekten maksad hâldir. Bir eksik veya
fazla olmuş ne çıkar."
Evlîyanın önderlerinden ve
İslâm âlimlerinin büyüklerinden Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) beş yaşına geldiğinde ilim öğrenmesi için Buhârâ'ya gönderildi. Büyük
âlim Hâce Sadreddîn hazretlerinden Kur'ân-ı kerîm ve tefsîrini öğrenmeye
başladı. Bir gün okuma esnâsında; "Rabbinize tazarrû' ederek (boyun büküp
yalvararak) ve gizli duâ ediniz!" (A'râf sûresi: 55) meâlindeki âyet-i kerîmeye
gelince Abdülhâlık hocasına:
"Efendim! Bu "gizli"den
murâd edilen nedir? Kalb ile yapılan zikrin aslı nedir? Eğer zikir ve duâ,
âşikâr, sesli bir şekilde dil ile olursa riyâdan korkulur. Araya riyâ girerse,
lâyık olduğu şekilde zikredilmemiş olur. Şâyet kalb ile zikretsem; "Şeytan
insanın damarlarında kan gibi dolaşır." hâdis-i şerîfi gereğince, şeytan bu
zikri duyar. Ne yapacağımı bilemiyorum, bu müşkülümü halletmenizi istirhâm
ederim, efendim!" diye arz etti.
Hocası, büyük âlim Sadreddîn
hazretleri, bu yaştaki bir çocuğun kendisinin bile anlayamadığı böyle bir suâl
sormasına hayran kaldı ve cevap olarak:
"Evlâdım! Bu mesele, kalb
ilimlerinin bir konusudur. Allahü teâlâ nasîb ederse, sana bu ilimleri
öğretebilecek bir üstâda kavuşturur. Kalb ile zikri ondan öğrenirsin, böylece bu
müşkülün halledilmiş olur." buyurdu. Abdülhâlık Goncdüvânî (rahmetullahi aleyh)
bu işâret üzerine, meselelerini halledecek o büyük zâtı beklemeye başladı.
Bir gün Hızır aleyhisselâm
yanına geldi. Ona, Allahü teâlâyı gizli ve açık zikretme, anma yollarını öğretti
ve mânevî evlâtlığa kabûl edip; "Kalbinden Lâ ilâhe illallah, Muhammedün
Resûlullah kelime-i tayyibesini şöyle şöyle zikredersin!" diye târif etti.
Abdülhâlık hazretleri de, târif üzere, bu mübârek kelime-i tevhîdi sessiz sessiz
kalben söylemeğe başladı. Bunu, kendisi için ders kabûl etti. Bu hâl mânevî
makamlarda yükselmesine sebeb oldu.
Bu sıralarda Yûsuf-ı
Hemedânî hazretleri Buhârâ'ya geldi. Abdülhâlık Goncdüvânî onun hizmetine girdi
ve bu hizmette bir süre kaldı. Bu hususta kendileri şöyle anlatırlar:
On iki yaşında idim. Hızır
aleyhisselâm bana Yûsuf-ı Hemedânî hazretlerinden ilim öğrenmemi tavsiye
buyurdular. Bu sırada onun Buhârâ'ya geldiğini işiterek derhâl yanına gittim.
Ondan pekçok istifâdelere kavuştum.
Böylece Abdülhâlık
Goncdüvânî hazretlerinin sohbette üstâdı Yûsuf-i Hemedânî, zikir tâlim hocası da
Hızır aleyhisselâm oldu.
Evliyânın
büyüklerinden Abdülmelik et-Taberî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kendisine
zikir olarak şu iki kelimeyi seçmişti. "Sübhânallahi ve bihamdihi,
sübhânallahilazîm ve bihamdihi."
Hindistan'da yetişen meşhûr
velîlerden Abdülvehhâb Müttekî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
dediler ki; "Tâlibin devamlı zikirde olması lâzımdır, diyorlar. Bu nasıl olur?"
Buyurdu ki:
"Hayırlı amelle meşgûl olan,
dâimâ zikirdedir. Namaz kılmak zikirdir. Kur'ân okumak zikirdir. Din ilimleri
öğretmek ve öğrenmek zikirdir. Her hayırlı amel zikirdir."
Evliyâ sultan Ahmed
Câhidî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir soru üzerine
tarîkatlerde esas olan zikri dört madde halinde özetledi.
1. Dilin zikri: Kalpten
kötülüklerin izale edilmesini sağlayacak olan cenâb-ı Hakk'ın anılması.
2. Kalbin zikri: Allahü
teâlâyı kalpten tefekkür etmek, düşünmek ve O'nun kalbe nazar ettiğini bilmek.
3. Nefsin zikri: Harf ve ses
yerine his ve hayâl ile içten, kalpten Allah'ı anmak.
4. Rûhun zikri: Cenâb-ı
Hakk'ın kâinâtta tecellî eden, güzel sıfatlarının netîcesine bakarak O'nu
tefekkür etmek, düşünmektir.
Bu zikir çeşitleri kişiyi
kemâl mertebesine ulaştırmak için en kuvvetli yoldur. Bunlar tarîkatta zikir
çeşitlerinin özetidir. Gayrisi teferruâttan ibârettir."
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin İdrîs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en büyük kerâmeti
uyanık hâlde iken de Resûlullah efendimizi görmesi ve O'ndan şifâhen salevât-ı
şerîfeleri öğrenmesiydi. Kendisi şöyle anlatır:
Bir defâsında Resûlullah
efendimizi gördüm. Yanında Hızır aleyhisselâm da vardı. Peygamber efendimiz
Hızır aleyhisselâma, bana Şâziliyye yolunun dersini (edebini) öğretmesini
emrettiler. O da bana Resûlullah'ın huzûrunda nasıl olunacağını öğrettiler. Daha
sonra Peygamber efendimiz, Hızır aleyhisselâma sevâbı daha çok olan zikir,
salevât ve istigfârları öğretmesini buyurdu. O zaman Hızır aleyhisselâm; "Onlar
hangileridir yâ Resûlallah?" diye suâl etti. Peygamber efendimiz; "Lâ ilâhe
illallah Muhammedün Resûlullah fî külli lemhatin ve nefesin adede mâ vese'ahü
ilmüllah..." diye üç defâ, sonra da; "Külillâhümme innî es'elüke bi nûr-i
vechillah-il-azîm." sonra da; "Estagfirullah el-azîm el-kerîm ellezî lâ ilâhe
illâ hüvel hayyül kayyûm Gaffâr-üz-zünûb. Yâ zel-celâli vel-ikrâm." diye
buyurdular. Sonra da Peygamber efendimiz bana; "Ey Ahmed! Yer ve göğün
hazînelerini sana verdim. O da bu zikir, salevât ve istigfârdır." buyurdular.
Çok iltifât ve teveccühlere mazhar oldum.
Evliyânın büyüklerinden
Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Bir gün Abdülkâdir-i
Yemenî hazretleri "Zikir nedir?" diye sorunca: "La ilâhe illallah kelime-i
tevhîdini söylemektir." dedi.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine, bir gün Mevlânâ Şeyh Bedreddîn Meydânî hazretleri
gelerek şöyle sordu: "Allahü teâlâ Ahzâb sûresi 41. âyetinde meâlen; "Ey îmân
edenler! Allah'ı çokça zikrediniz." buyurmaktadır. Bu zikirden murad mânâ dil
zikri midir, kalb zikri midir?" Ali Râmitenî hazretleri bu soruyu şöyle
cevapladı: "Tasavvuf yoluna ilk girenler için dil zikridir. İşin sonuna varanlar
için de kalb zikridir. Bu yola ilk giren kimse yüce Allah'ı kendini zorlayarak
da olsa zikretmeye çalışır. Yolun sonuna varan kimsenin durumu ise öyle
değildir. Kalb zikirden etkilenince onun bu etkisi bütün bedene varır, hemen her
organ zikr etmeye başlar. İşte o zaman çokça zikir başlar. Yine o zaman bir
günlük ibâdet, bir senelik ibâdet yerine geçer.
Evliyânın büyüklerinden
Alvân Hamevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzında şöyle buyurdular: Ey
kardeşim! Devamlı Rabbini zikret, an, hatırla. Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde
meâlen buyuruyor ki: "Rabbini çok an." (Âl-i İmrân sûresi: 41), "Ey îmân
edenler! Allahü teâlâyı çok zikr ediniz. Her zaman hatırlayınız. Hiç
unutmayınız." (Ahzâb sûresi: 41), "İyi biliniz ki, kalpler, Allahü teâlânın
zikri ile itmînâna, râhata kavuşur." (Ra'd sûresi: 30). Zikirde çok faydalar
vardır. Zikreden kimsenin kalbi parlar. Nûru artar. Zikrin, tesbih (Sübhanellah),
tahmid (Elhamdülillah), tekbir (Allahü ekber), tehlîl (La ilâhe illallah) gibi
çeşitleri vardır. En üstünü tehlîldir. Çünkü Peygamber efendimiz; "Zikrin en
üstünü Lâ ilâhe illallahtır." Ve "Lâ ilâhe illallah sözü Cennet'in anahtarıdır."
buyurmuştur. İnsan ona Peygamber efendimize şehâdeti de ekleyerek söyleyip
mânâsına inanmakla müslüman olur. Onunla ebedî Cennet'te kalır. Onun sebebi ile
kul Cehennem'den kurtulur. "Zikretmek sebebiyle insanda Rabbinin sevgisi hâsıl
olur. Bir şeyi çok anan, onu çok sever." buyrulmuştur."
Buhârâ'da yetişen büyük âlim
ve velîlerden Ârif-i Dikgerânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti
sırasında talebelerine yemek ikrâm ettikten sonra; "Bir insan yemek yerken her
uzvu ayrı ayrı bir işle meşgûldür. Ya kalbi ne ile meşgûldür?" diye sordu.
Talebeleri; "Allahü teâlânın zikriyle meşgûl olur." dediler. Onlara buyurdu ki:
"Zikir, bu yerde kelimeyle değildir. Sebepten müsebbibe gitmek, nîmetten nîmet
vericiye intikâl etmek sûretiyledir."
Mevlânâ Ârif-i Dikgerânî
hazretlerine karşı çıkan, kendinin tasavvuf erbâbı olduğunu söyleyip sesli zikir
yapan biri vardı. Ârif-i Dikgerânî o kimsenin yanına kadar gidip sesli zikri
bırakmasını, Allahü teâlânın ismini gizlice söylemesini istedi. Fakat o bu
nasîhatı dinlemedi, açık zikre devâm edeceğini bildirdi. Ârif-i Dikgerânî; "Eğer
nasîhatimi kabûl etmezsen tarlanı sürdüğün hayvanlardan her gün birinin öldüğünü
görürsün." buyurdu. O kimse söz dinlemedi inatla açık zikre devâm etti. Ertesi
gün çift sürdüğü öküzlerinden biri öldü. Bunun üzerine kapı kapı dolaşmaya,
dergâh dergâh gezip bâzı şeyhlerden imdâd istemeye çalışan o kimsenin, ikinci
öküzü de öldü. Bu hâl karşısında perişan olan ve şaşkınlık içinde kalan o kimse
yaptığına pişmân oldu. Ârif-i Dikgerânî hazretlerinin huzûruna gelerek tövbe
ettiğini bildirdi ve talebesi oldu.
Tâbiînin büyüklerinden,
velî, hadîs ve fıkıh âlimi Atâ bin Ebû Rebâh (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine; "Zikir meclisi nedir?" diye sorulduğunda, "Namaz nasıl kılınır,
oruç nasıl tutulur, nikâh nasıl yapılır, alış-veriş nasıl olur, abdest ve gusül
nasıl alınır, helâl ve harâm gibi meselelerin konuşulduğu meclistir." cevâbını
verdi.
Tâbiîn devrinin tanınmış
hadîs ve tefsîr âlimlerinden Atâ bin Meysere el-Horasânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Zikr meclisleri, Allahü teâlânın helâl ve haram
kıldığı şeylerden bahsedilen yerlerdir."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) devamlı; "Allah!.. Allah!.."
derdi. Vefâtı ânında da yine; "Allah!.. Allah!.." diyordu. Bir ara şöyle duâ
etti: "Yâ Rabbî! Senin için yaptığım bütün ibâdet, tâat ve zikirleri hep gaflet
ile yaptım. Şimdi can veriyorum. Gaflet hâli devâm ediyor. Allah'ım! Bana huzûr
ve zikir hâlini ihsân eyle." Bundan sonra, zikir ve huzûr hâli içinde rûhunu
teslim etti. Vefâtı 875 (H.261) senesinde Mayıs ayına rastlar. Kabri, Bistâm
şehrindedir.
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) zikre, Allahü
teâlâyı hatırlamaya devâm ediniz. Zikir; tâlibi, bu yolda ilerlemek isteyeni,
mahbûba, Allahü teâlâya kavuşturur. Muhabbet, her türlü kir ve lekeyi yakıp
temizleyen bir ateştir. Bu hakîkî muhabbet hâsıl olunca, artık zikreden,
zikrolunanı müşâhede ile, görür gibi zikreder. İşte böyle yapılan zikir, felâha,
kurtuluşa ereceklere vâd olunanların yaptığı zikirdir. Nitekim Allahü teâlâ,
Cum'a sûresinin onuncu âyet-i kerîmesinin sonunda meâlen; "(Her halinizde)
Allahü teâlâyı çok zikredin ki (dünyâ ve âhirette) felâh bulasınız (kurtuluşa
eresiniz)." buyuruyor.
Anadolu'da yetişen evliyâdan
Behrullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerine buyururdu ki: "Biz
kuşlar kadar bile olamıyoruz. Onlar Allahü teâlâyı devamlı zikrediyorlar. Biz
ise yatıyor ve gafletteyiz."
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs âlimi Cübeyr bin Nüfeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Her an dilleriyle Allahü teâlâyı zikredip, onu bir an unutmayanlardan her biri;
güler bir halde Cennet'e gireceklerdir."
|