|
MUKARREB – YAKÎN
Allahü teâlâya yakın kullar,
yakınlaştırılmışlar mânâsına gelen mukarrebler vardır ki, hadîs-i şerîfte; "Ebrârın
iyilik olarak yaptıkları, mukarrebler yanında günâh olur." buyrularak onların
dereceleri belirtiliyor. Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Îmânları ileride
olanlar, Allahü teâlâyâ yaklaşmakta ileride olanlardır. Bunların hepsi
mukarreblerdir." (Vâkıa sûresi: 10) buyurmaktadır. İmâm-ı Gazâlî onları şöyle
târif etmektedir: "Mukarrebler, Allahü teâlâ için olmayan her şeyden, yemekten,
içmeten, yatmaktan, konuşmaktan sakınırlar. Bunlar, din için niyet etmedikçe
hareket etmezler. Yemeleri, ibâdete lâzım olan aklı ve kuvveti bulmak niyeti
iledir. Her şeyleri Allah içindir."
(E. Ans. c.1, s. 11)
İmâm-ı Rabbânî de, bunlar
hakkında şöyle buyurmaktadır: "Mukarrebler asla yakın olanlardır. Rahat ve
rahmet bunlar içindir. Kıyamet gününün korkusundan emîn olanlar bunlardır.
Kıyâmetin dehşetinden, başkaları gibi ürkmezler."
(E. Ans. c.1, s. 12)
Büyük velî ve Mâlikî mezhebi
fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Mukarreb odur ki, kendisine kalb-i selîm (küfür, dalâlet, günahlar ve sâir
âfetlerden temizlenmiş, ihlâs ile dolu olan kalp) verilen kimsedir. Öyle ki,
Allahü teâlâdan başka her şeyden kurtulmuştur. O kalp, Allahü teâlânın
rızâsından başka bir şey bulunmayan bir kaptır. İşte bu ve bunun gibi güzel
hasletlere sâhib olan zâta mukarreb denir."
Şek ve şüpheden uzak olan
doğru, sağlam, sarsılmayan şüphe ve tereddüt bulunmayan îtikâda, îmâna yakîn adı
verilir. Râmûzu'l-Ehadîs'teki bir hadîs-i şerîfte; "Âgâh olunuz ki, insana
dünyâda yakîn ve âfiyetten (rûhen sağlam ve günâhlardan uzak olmaktan) daha
hayırlı bir şey verilmemiştir. Öyle ise Allah'tan o ikisini isteyin."
buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî; "Yakîn ihsân edilen birinin kerâmetlere,
hârikalara ihtiyâcı olmaz. Bütün bu kerametler, zât-ı ilahînin zikrinden ve
kalbin bu zikir ile zînetlenmesinden aşağı kalır." demiştir. Hazret-i Ali ise;
"Îmân ağaç gibi olup, kökü yakîn, dalı takvâ, nûru hayâ, meyvesi cömertliktir."
buyurmuştur. (E. Ans.
c.1, s. 27)
Sözlükte berâberlik, beraber
olma demek olan maiyyet, tasavvufta Allahü teâlâ ile beraber olma, O'na kavuşma
yolu mânâsında kullanılır. Muhammed Bâkî-billah; "Maiyyet yolu, cezbe (Allahü
teâlânın çekmesi) yollarından biridir. Maiyyet yolundan Allahü teâlâya kavuşmak
nasîb olursa, vâsıta, aracı olmaksızın kavuşulur. "Kişi sevdiği ile berâberdir."
hadîs-i şerîfi, bu sözümüzü kuvvetlendirmektedir." demiştir. İmâm-ı Rabbânî ise;
"Yüksek hocamın, lutfederek, acıyarak mübârek gönlünü, bu fakire çevirmesi ile,
tasavvufcuların tevhîd (bir bilmek), kurb (yakınlık), maiyyet, ihâta (her tarafı
kaplamak), sereyân (her zerrede bulunmak) gibi sözlerle anlatmak istedikleri
mârifetlerden, ince bilgilerden ele geçmeyen hemen hemen hiç kalmadı." demiştir.
(E. Ans. c.1, s. 27)
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yakînin en
faydalısı, Hak teâlâyı büyük görmek, O'ndan başkasını küçük görmek, korku ve
ümidi kalbinde bir arada tutmaktır."
Kûhistan taraflarında
yaşamış büyük velîlerden Ebû Bekr-i Kisâî Dîneverî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) bir sohbeti sırasında buyurdular ki: "Allahü teâlâya yakınlığın alâmeti,
Allahü teâlâdan başkasından bağını kesmektir. Allahü teâlâyı tanıyan O'ndan
ümidini kesmez. Nefsini, kendisini tanıyan da, kendi yaptığı işleri beğenip
kibirlenmez. Rabbini tanıyan O'na sığınır, Rabbini unutan O'nun yarattıklarına
sığınır."
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlattı: "Şeyhlerden
biri bana; sâhip olduğun gizli halleri korumaya ve Allahü teâlânın sıfatlarını
ve nimetlerini düşünmeye îtinâ göster." dedi. Bir gün sahrâda dolaşırken arkamda
bir hışırtı işittim. Bu ses içime bir korku saldı. Ona bakayım diye düşündüm.
Fakat Allahü teâlâ ile olan sırrımı koruyayım diye bakamadım. Birden omuzumun
üzerinde duran bir şey gördüm. Sonra bu şey dönüp gitti. Ben hâlâ sırrımı
korumaya devâm ediyordum. Sonra bakınca; karşımda kocaman bir arslan olduğunu
gördüm." dedikten sonra buyurdu ki: "Hakîkî yakınlık, kalpte bulunan, eşyâya âit
hissin yok olması ve vicdanın Allahü teâlâ ile huzur ve sükûn bulmasıdır."
Bir gün Ebû Saîd-i Harrâz
hazretlerine; "İrfan sâhibi için göz yaşlarının akmadığı bir makam var mıdır?"
diye sordular. Buyurdular ki: "Evet öyle makamlar vardır. Çünkü ağlamak ve
gözyaşı akıtmak ancak yolculuk anlarında olan şeylerdir. İlâhî yakınlığın
hakîkatini bulup vuslat ve kavuşmanın tadını aldıktan sonra göz yaşları diner.
Onlarda görülen önceki ağlama, sızlama halleri kaybolur. İşte bundan dolayı,
irfan sâhiplerine; "Göz yaşlarınız akmıyorsa, zorla akıtmaya çalışınız."
buyruldular.
Şâyet onlar için göz
yaşlarının dindiği bir makam olmasaydı, böyle bir emirle karşılaşmazlardı. İrfan
sâhipleri öyle bir makâma varırlar ki, göz yaşları diner. Ama onlar birer
rehber, yol gösterici oldukları için onlara uyacaklar vardır. Onlara uyan ilk
yolcuya ağlamak düşer. O uyan kimseler irfan sâhiplerinde göz yaşı göremeyince
hiç ağlarlar mı? İrfan sâhipleri ağlamalıdırlar ki onlar da bakıp ağlasınlar.
|
|