CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MENKIBELER (Y - Z)

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ismini Mağripli birisi duyup, görmeden ona âşık oldu. Yahyâ Efendinin nerede olduğunu bilmiyordu. Mısır, Şam, Halep ve başka birçok yer gezip Yahyâ Efendiyi aradı. Netîcede İstanbul’a geldi. Gördüklerine dâimâ; “Yahyâ nerede. Ey insanlar Yahyâ’yı biliyor musunuz?” derdi. Birisi onun hâlini anlayıp aradığı kişinin Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi. Mağripli yürüyerek Beşiktaş’a geldi. Sorarak Yahyâ Efendinin dergâhını buldu. Kapıyı çalıp, Yahyâ Efendi hazretlerini sordu. Dergâhtakiler Yahyâ Efendinin Kavak’taki bahçesine gittiğini söylediler. Âşık Mağripli; “Âşığa Bağdât ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahçeye geldi. Bahçe çok güzel olup ortasında bir havuz vardı. Yahyâ Efendi havuzun yanında oturmuştu. Hizmetçiler bahçeyi suluyorlardı. Mağripli doğruca Yahyâ Efendinin yanına yaklaşıp, selâm verdi ve elini öptü. Sonra da; “Efendim ne olur beni talebeliğe kabûl edin. Nice yıllar diyar diyar gezip sizi ararım." dedi. Yahyâ Efendi ona; "Acabâ maksadın nedir? Bu kadar zahmete sebep ne oldu. Bize anlat, biz de sana yardım edelim, gamını giderelim." buyurdu. Mağripli, Yahyâ Efendinin ayaklarını öpmek istedi ve; "Efendim ne olur kimyâ ilmini bana öğretin.” dedi. Bu sözü üzerine Yahyâ Efendi; “Sen yanlış haber almışsın. Biz o senin dediğin şeyi bilmeyiz.” buyurdu. Mağripli yine; “Efendim! Derdimin dermânı sendedir. Ben arzuma kavuşmadan buradan gitmem.” dedi ve sözlerinde ısrar etti. Meğer ki Mağripli, Yahyâ Efendiyi imtihan etmek istermiş. Onun maksadını anlayan Yahyâ Efendi, Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gördü ve; “Ey kişi! Şu kara taşı bana al da veriver.” buyurdu. Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve Yahyâ Efendinin eline verdi. Yahyâ Efendi o taşa dikkatle baktı. O sırada taş altın kesildi. Sonra havuzun içine atıverdi ve; “Allahü teâlânın sevgili kulları taşa nazar etseler, o hâlis altın oluverir.” buyurdu. Bunu gören Mağripli; “Elhamdülillah. Cenâb-ı Hak beni maksâdıma kavuşturdu. Maksadım hâsıl oldu. Efendim beni kabûl edin. Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım yolunuza fedâdır.” dedi ve ellerine sarıldı. Yahyâ Efendi de onu talebeliğe kabûl etti. Bir bahçenin bakım işlerini ona verdi.

Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin babası Seyyid Behâeddîn önceleri Şeyh Sadreddîn hazretlerinin ve oğlu Yahyâ’nın üstün hallerini anlayamamıştı. Bu sebeple onları imtihan etmeyi düşündü. Bir gün oğluna; “Oğlum Yahyâ! Yağmurlar yağmadı. Ekinlerimiz kurudu. Ne olur bir duâ ediver de tarlalarımız sulansın.” dedi. O da; “Babacığım! Mâdem öyle şimdi sen Allahü teâlâya; “Oğlum Seyyid Yahyâ’nın sana olan yakınlığı hürmetine yağmur ihsân eyle.” diye duâ et” dedi. Bunun üzerine babası; “Yâ Rabbî! Oğlumun sana olan yakınlığı hürmetine bana yağmur ver.” diye duâ etti. Derhal yağmur yağmaya başladı. Yalnız ona âit olan tarlalar suya kandı. Hayretler içinde kalıp tekrar oğluna; “Oğlum! Maksad hâsıl oldu. Lâkin başkalarına bir fayda olmadı. Sebebi nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Seyyid Yahyâ hazretleri; “Babacığım! Duânda başkalarını da yâd edeydin o da olurdu. Müslümanları da birlikte söylememiz lâzım.” buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden Ya’kûb-i Çerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: “Buhârâ’nın âlimlerinden ilim tahsîl edip icâzet aldıktan sonra memleketime dönmek üzere idim. İçimde Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yanına gitmek arzusu hâsıl oldu. Huzûruna varıp; “Beni hatırdan çıkarmayınız.” diye yalvardım. “Tam gideceğin sırada mı bana geliyorsun?” buyurdu. “Gönlüm iştiyâkınızla dolu, sizi seviyorum." dedim. “Bu arzu ne sebepten geliyor?” dedi. “Büyük bir zâtsınız ve herkesin makbûlüsünüz.” dedim. Bunun üzerine; “Bu sebep kâfi değil, daha makbûl bir şey bulman lâzımdır. Halkın beni kabûlü şeytânî olabilir.” buyurdu. Bunun üzerine; “Sahîh bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun sevgisini kullarının kalblerine düşürür. İnsanlar onu severler.” buyrulmuştur.” dedim.

Sözünü bitirince tebessüm etti ve; “Biz azîzânız (azîzlerdeniz). Bu söz üzerine kendimden geçer gibi oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda bana; “Azîzân’ın mürîdi, talebesi ol!” demişlerdi. Rüyâyı unutmuştum. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri; “Biz azîzânız.” buyurunca hatırladım. Tekrar; “Bana teveccüh ediniz, hatırınızdan çıkarmayınız.” diye yalvardım. Buyurdu ki: “Bir gün Azîzân’dan (Ali Râmitenî'den) böyle bir istekde bulunmuşlar. O da, bir şeyin hatırda kalması için bir vâsıtaya ihtiyaç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya vesîle olacak bir şey istemişler.” Bunu söyledikten sonra, bana mübârek takkesini hediye etti ve buyurdu ki: “Senin bana verecek bir şeyin yok, şu takkeyi al, onu her gördüğünde bizi hatırla ve yanında bul.”

Bundan sonra ayrıca tenbih edip; “Bu yolculukta Mevlânâ Tâcüddîn Deştgûlegî’yi bulmaya gayret et. Çünkü o, Allahü teâlânın velîlerindendir.” buyurdu. Yola çıktıktan sonra, içime önce Belh şehrine, oradan da memleketime dönme arzusu düştü. Belh ile Deştgûlek arası çok uzaktı. Yolculukta öyle vesîleler oldu ki, birden kendimi Deştgûlek yakınlarında buldum. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tenbihi hatırıma geldi. İşâretlerinden dolayı şaşırıp, hayran kaldım. Deştgûlek’e gidip, hemen Mevlânâ Tâcüddîn'in sohbetine can attım. Onun sohbetinde bulunduktan sonra Behâeddîn-i Buhârî’ye geri dönüp ona teslim olmak arzusu beni sardı. Buhârâ’da bir meczub vardı. Onu bir yolda oturur gördüm. Ona dedim ki; “Ben gidiyorum!” Bana; “Hiç durma, çabuk git!” dedi. Oturduğu yerde toprak üzerine çizgiler çizdi. Kendi kendime, bu çizgileri sayayım, eğer tek çıkarsa gitmem gerektiğine işâret sayayım diye düşündüm. Saydım tek çıktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine tekrar gitmeye karar verip, yola çıktım. Nihâyet Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuştum. Hâlimi arzettim. Bana zikretmemi ve zikirde teke riâyet etmemi bildirip; “Elinden geldiği kadar zikirde tek sayıya riâyet et.” buyurdu ve böylece yolda karşılaştığım meczub zâtın yer üzerine çizdiği çizgilerin tek oluşuna işâret etti.”

 

YA'KÛB-İ ÇERHÎ

 

Allah adamlarından, çok büyük bir evliyâ,

Gazne'nin Çerh köyünde, teşrif etti dünyâya

 

İlim tahsil etmeye, Herat'a gitti ilkin,

Mısır ve Buhârâ'da bulundu tahsil için.

 

Çeşitli âlimlerden, okuyup en nihâyet,

Zâhirî ilimlerde, aldı mutlak icâzet.

 

Dönmek üzereydi ki, sonra memleketine,

Behâeddîn Buhârî'nin, tutuldu sevgisine.

 

Onu görmek arzusu, öyle kuvvetlendi ki,

Görünmez bir bağ ile, çekildi ona sanki.

 

Tehir etti dönmeyi, bir hikmet vardır diye,

Gitti büyük şevk ile, Behâeddîn Buhârî'ye.

 

İçeriye girince, buyurdu ki bâhusus:

"Tam dönecek zaman mı, bize geliyorsunuz?"

 

Dedi ki: "Ey efendim, seviyorum sizi ben,

Ve çok büyük zâtsınız, biliyorum yakînen."

 

Buyurdu ki: "Yanılma, olabilir teşhiste,"

Dedi ki: "Resûlullah, buyurdu ki hadîste:

 

"Hak teâlâ sever ve seçerse birisini,

Kulların kalbine de, düşürür sevgisini."

 

Behâeddîn Buhârî, tebessüm eyledi ve,

Sonra "Biz azîzânız" buyurdu kendisine.

 

Bu Azîzân sözünü, işitince o zâttan,

Gördüğü bir rüyâyı, hatırladı o zaman.

 

Şöyle ki rüyâsında, denilmişti ki ona:

"Ey Ya'kûb, sen de gidip, tâbi ol Azîzân'a."

 

Ona karşı sevgisi, oldu daha ziyâde,

Sonra da gitmek için, istedi müsâade.

 

Dedi ki: "Ey efendim, gidiyorum ve lâkin,

Çâre nedir, sizleri, çok hatırlamam için?"

 

Çıkarıp verdi ona mübârek takkesini,

Buyurdu: "Kullandıkça hatırlarsın hep beni."

 

Ellerini öperek, ayrıldı huzurundan,

Lâkin memleketine, henüz vâsıl olmadan.

 

O zâtın muhabbeti, set oldu gitmesine,

Yarı yoldan dönerek, huzura geldi yine.

 

Dedi: "Yoldan çevirdi, beni muhabbetiniz,

Lütfen kabul edin de, olayım talebeniz."

 

Buyurdu ki: "Bu işe, büyükler verir karar,

Bakalım ki bu gece, bize ne buyururlar?

 

Onlar kalb câsusudur, girerler kalbinize,

Bakıp vâkıf olurlar, sizin himmetinize.

 

Eğer kabul ederse, sizi büyüklerimiz,

Bu gece belli olur, biz de kabul ederiz."

 

Ya'kûb-i Çerhî der ki: "Çıktım başım önümde,

Böyle çetin bir gece geçirmedim ömrümde.

 

"Kabul edecekler mi, acep bu bîçâreyi?"

Diye düşünerekten, zor geçirdim geceyi.

 

O sabah namazını, kılar kılmaz beraber,

Buyurdu ki: "Ey Ya'kûb, müjde, kabul ettiler."

 

Böylece hizmetine girdim bu büyük zâtın,

Çıkardı zirvesine, beni her kemâlâtın."

 

Büyük elîlerden Ya’kûb Germiyânî hazretleri, Merkez Efendi (rah-metullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin sohbetlerine devâm etti. Aklî ve naklî ilimlerde kemâle erişti. Diğer taraftan Merkez Efendiye îtiraz edenler kalmayıp, ortalık sükûnete kavuşmuştu. Acabâ ne gibi bir vazife alsam, hocam ne yapmamı münâsib görürler diye düşünüyordu. İstihâre etti. Rüyâsında Rumeli’nin Yanya kasabası tarafından bir sesin kendisine hitâb ederek; “Bu tarafta ilme rağbet edenler, tasavvuf yolunda ilerlemek istiyenler var. Buraya gelip, Resûlullah efendimizin Sünnet-i seniyyesini yayasın ve tasavvuf yolunda bulunanlara rehberlik edip, onları yetiştiresin.” dediğini duydu.

Yanya’da, Tımar sâhibi Osmanlı subayı olan Mehmed Ağa isminde bir zât, o günlerde, Merkez Efendinin dergâhında misâfir oldu. Merkez Efendiye; “Efendim, bendeniz uzak bir yerde, Rumeli’de Yanya denilen beldede bulunuyorum. Oralarda îmânın ve İslâmın şartlarını öğretecek, dînî hükümleri bilip anlatacak bir kimse yok. O diyâra bir halîfenizi gönderseniz, müslümanlar çok istifâde ederler.” diye arz etti. Ya'kûb Germiyânî, o zâttan “Yanya” sözünü işitince, rüyâda kendisine verilen işâreti hatırlayıp oraya gitmeye tâlib oldu. Gönlünden bu vazifeyi istemeye niyet etti. Bu sırada Merkez Efendi, Mehmed Ağa ile kimi gönderelim diye sorunca; “Efendim müsâadeniz olursa biz gitmek isteriz.” dedi. Merkez Efendi; “Öyle bir yerde ne yapacaksın? Senin makâmın bizim yerimizdir” dedi. Ya'kûb Efendi rüyâsında gördüğü işâreti arz edince; “O diyâra gitmeniz herhâlde lâzım gelmiştir.” dedi. Bunun üzerine Merkez Efendi izin verdi. Ya'kûb Efendi, Mehmed Ağa ile birlikte yola çıkarak Yanya’ya vardı. Nice yıllar o diyarda müslümanların hak yolda ilerlemelerine vesîle oldu. Çok talebe yetiştirdi.

Kânûnî Sultan Süleymân Hân devrinde, bir ara yağmurlar yağmaz olmuş, insanlar kuraklıktan çok muzdarip olmuşlardı. İstanbul halkı, yağmur duâsına çıkılmasına karar verdi. Pâdişâh da çıktı. Okmeydanı’nda büyük bir kalabalık toplandı. Öyle ki bu toplulukta, başta pâdişâh olmak üzere, âlimler, vâliler, idâreciler, vezirler, kuvvetli-zayıf, zengin-fakir herkes vardı. Bilindiği gibi, Osmanlı sultanları yapacakları bütün mühim işlerde, mutlaka şeyhülislâma danışırlar, onun fetvâsına uygun hareket ederlerdi. Bunun için Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendiden, yağmur duâsını kimin yapmasının münâsib olacağı suâl edildi. O da; “Duâyı, pâdişâh veya onun münâsib gördüğü bir zât eder.” buyurdu. Bunun üzerine pâdişâh; “Ya’kûb Germiyânî duâ eylesin.” dedi. Ya’kûb Efendi ise, kendisini buna ehil, münâsib görmeyip mahcûb oldu ve bir tarafa gizlendi. Oğlu Yûsuf Efendinin, yerini bildirmesiyle arayıp buldular. Gelmek istemedi ise de; “Pâdişâh efendimizin emridir.” dediler. Bunun üzerine mecbûren kalkıp geldi. Minbere çıkıp duâ etti. Orada bulunanlar “Âmîn” dediler. Bu duâ bereketiyle öyle yağmur yağdı ki, her taraf su ile doldu. İnsanlar, onun büyük bir âlim ve yüksek bir velî olduğunu, bu hâdise ile daha iyi anladılar. O ise kendisini; âciz, aşağı, bu işe lâyık olmayan biri gördüğünden çok mahcub olmuştu. Ya'kûb Germiyânî hazretleri duâ günü, gizlendiği yeri haber verip meydana çıkmasına sebeb olduğu için, daha sonraları oğlu Yûsuf Efendiye sitem etti. Kendisini duâ etmeye, duâsının kabûl olmasına lâyık görmeyerek ve çok tevâzu göstererek; “Yağmur bolluğuna uğradık. Ben o meclise varmayacaktım. Bizi kırıklığa uğratıp, ömrümde, çekemeyeceğim mahcûbiyete müptelâ olmama sebeb oldun.” dedi.

Evliyânın büyüklerinden Yûsuf bin Abdullah el-Gürânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettikten sonra, bir kişi onun kabrini ziyâret etti. Bineğini dergâhın kapısına bırakıp, içeride bulunan türbesini ziyâret etti. Dışarı çıkınca, bineğinin kapının önünde olmadığını gördü ve aramaya başladı. O anda Yûsuf el-Gürânî’nin kabri açılıp kendisi içinden dışarı çıktı. Bir süre ortadan kayboldu. Sonra o şahıs, bineğinin Yûsuf el-Gürânî’nin arkasından geldiğini gördü. Yûsuf el-Gürânî o şahsa; “Bir daha bizi ziyârete geldiğin zaman önce bineğini bağla, içeriye öyle gir. Bize eziyet etme!” buyurdu.

Anadolu evliyâsından Şeyh Yûsuf Harpûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, insanların dünyâda ve âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için çalışan, vatan savunması için kahramanca davranan Muhammed Efendi bir ilkbahar gününde Kiğı'dan Zermek köyüne babasının kabrini ziyârete gidiyordu. Yanındakilerle birlikte Murat Nehrinin kolu olan ve ne zaman coşup ne zaman sâkinleşeceği belli olmayan Büyük Su yanına geldiklerinde suyun coşkun olduğunu gördüler.

Derenin suları köprünün seviyesine gelmişti. Köprünün sağlamlığına kanâat getirdiklerinden geçmeğe karar verip sıra ile atlarını sürdüler. Şeyh Muhammed Efendinin atı tam köprünün ortasına geldiği sırada yukarıdan kopup gelen bir sele kapıldı. Orada bulunanların feryad ve figanları arasında Muhammed Efendi de sel sularına kapılmıştı. Yüz elli metre kadar aşağıdan at kenara çıkabildi. Fakat Şeyh Efendi görünmüyordu. Kayaları önüne katarak, akan suyun etrâfındaki aramalar aralıksız devâm etti. Dere boyunca bulunan köylüler genç, ihtiyar, kadın kız tarafından üç gün üç gece arandı. Fakat bulunamadı. Dördüncü günü sabahı suların oldukça azaldığı bir sırada, köprüden aşağıya düştüğü noktada şehâdet parmağı havada sağ elinin sallandığını gördüler. Hiçbir şeye takılı olmadan orada duran cesedini sudan çıkarıp gerekli techiz ve tekfin yapıldıktan sonra Kiğı Câmiinin bahçesine defnettiler. Türbesi hâlen orada olup ziyâret edilmektedir.

Büyük velîlerden Zarîfî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kumkapı yakınında, kiliseden dönme bir mahalle mescidi edinip orada hizmete başladı. Sonra burası bir zelzele sonucu yıkılınca, Maktul İbrâhim Paşanın hanımı Muhsine Hâtun yeniden bir câmi ve dergâh yaptırıp Hasan Efendinin hizmetine verdi. Oraya hizmetliler tâyin etti. Zarîfî Efendi burada sohbetleriyle çok talebe yetiştirdi. Yüz seneyi geçkin ömründe ibâdet ve insanlara doğru yolu anlatmakla meşgûl oldu. Sonra Boğazkesen Hisarına yerleşti. Orada verdiği vâzlara çok gelen olurdu. Ömrünü burada tamamlayıp, hisardaki kayalıklarda bir yere defnedildi. Vefâtından sonra kerâmetleri görüldü.

Bir iş için taşa ihtiyaç olmuştu. Bu sebeple hisar kayalıklarından aşağıya taş yuvarlayıp bunları alıp götürüyorlardı. Taşlar yuvarlanıp aşağıya inerken aslâ Zarîfî Hasan Efendinin kabri üzerine gelmezdi. Sağından ve solundan aşağıya inerlerdi. Bu işle uğraşan taşkesen mîmâr hıristiyan olup, birkaç defâ bu hâli görünce hayretler içinde kaldı. Evliyâ bir zât olduğunu anlayıp, onun bereketiyle müslüman olmakla şereflendi. Sonradan orasını çevirip belirli bir hâle getirdiler.