MENKIBELER (Y - Z)
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ismini
Mağripli birisi duyup, görmeden ona âşık oldu. Yahyâ Efendinin nerede olduğunu
bilmiyordu. Mısır, Şam, Halep ve başka birçok yer gezip Yahyâ Efendiyi aradı.
Netîcede İstanbul’a geldi. Gördüklerine dâimâ; “Yahyâ nerede. Ey insanlar
Yahyâ’yı biliyor musunuz?” derdi. Birisi onun hâlini anlayıp aradığı kişinin
Beşiktaş’ta olduğunu haber verdi. Mağripli yürüyerek Beşiktaş’a geldi. Sorarak
Yahyâ Efendinin dergâhını buldu. Kapıyı çalıp, Yahyâ Efendi hazretlerini sordu.
Dergâhtakiler Yahyâ Efendinin Kavak’taki bahçesine gittiğini söylediler. Âşık
Mağripli; “Âşığa Bağdât ırak değildir.” diyerek Kavak’taki bahçeye geldi. Bahçe
çok güzel olup ortasında bir havuz vardı. Yahyâ Efendi havuzun yanında
oturmuştu. Hizmetçiler bahçeyi suluyorlardı. Mağripli doğruca Yahyâ Efendinin
yanına yaklaşıp, selâm verdi ve elini öptü. Sonra da; “Efendim ne olur beni
talebeliğe kabûl edin. Nice yıllar diyar diyar gezip sizi ararım." dedi. Yahyâ
Efendi ona; "Acabâ maksadın nedir? Bu kadar zahmete sebep ne oldu. Bize anlat,
biz de sana yardım edelim, gamını giderelim." buyurdu. Mağripli, Yahyâ Efendinin
ayaklarını öpmek istedi ve; "Efendim ne olur kimyâ ilmini bana öğretin.” dedi.
Bu sözü üzerine Yahyâ Efendi; “Sen yanlış haber almışsın. Biz o senin dediğin
şeyi bilmeyiz.” buyurdu. Mağripli yine; “Efendim! Derdimin dermânı sendedir. Ben
arzuma kavuşmadan buradan gitmem.” dedi ve sözlerinde ısrar etti. Meğer ki
Mağripli, Yahyâ Efendiyi imtihan etmek istermiş. Onun maksadını anlayan Yahyâ
Efendi, Mağriplinin ayak ucunda bir siyah taş gördü ve; “Ey kişi! Şu kara taşı
bana al da veriver.” buyurdu. Mağripli eğilip yerdeki kara taşı aldı ve Yahyâ
Efendinin eline verdi. Yahyâ Efendi o taşa dikkatle baktı. O sırada taş altın
kesildi. Sonra havuzun içine atıverdi ve; “Allahü teâlânın sevgili kulları taşa
nazar etseler, o hâlis altın oluverir.” buyurdu. Bunu gören Mağripli;
“Elhamdülillah. Cenâb-ı Hak beni maksâdıma kavuşturdu. Maksadım hâsıl oldu.
Efendim beni kabûl edin. Hizmetinizle şereflenmek istiyorum. Canım başım
yolunuza fedâdır.” dedi ve ellerine sarıldı. Yahyâ Efendi de onu talebeliğe
kabûl etti. Bir bahçenin bakım işlerini ona verdi.
Büyük velîlerden Seyyid
Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin babası Seyyid
Behâeddîn önceleri Şeyh Sadreddîn hazretlerinin ve oğlu Yahyâ’nın üstün
hallerini anlayamamıştı. Bu sebeple onları imtihan etmeyi düşündü. Bir gün
oğluna; “Oğlum Yahyâ! Yağmurlar yağmadı. Ekinlerimiz kurudu. Ne olur bir duâ
ediver de tarlalarımız sulansın.” dedi. O da; “Babacığım! Mâdem öyle şimdi sen
Allahü teâlâya; “Oğlum Seyyid Yahyâ’nın sana olan yakınlığı hürmetine yağmur
ihsân eyle.” diye duâ et” dedi. Bunun üzerine babası; “Yâ Rabbî! Oğlumun sana
olan yakınlığı hürmetine bana yağmur ver.” diye duâ etti. Derhal yağmur yağmaya
başladı. Yalnız ona âit olan tarlalar suya kandı. Hayretler içinde kalıp tekrar
oğluna; “Oğlum! Maksad hâsıl oldu. Lâkin başkalarına bir fayda olmadı. Sebebi
nedir?” diye sordu. Bunun üzerine Seyyid Yahyâ hazretleri; “Babacığım! Duânda
başkalarını da yâd edeydin o da olurdu. Müslümanları da birlikte söylememiz
lâzım.” buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden
Ya’kûb-i Çerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: “Buhârâ’nın
âlimlerinden ilim tahsîl edip icâzet aldıktan sonra memleketime dönmek üzere
idim. İçimde Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin yanına gitmek arzusu hâsıl oldu.
Huzûruna varıp; “Beni hatırdan çıkarmayınız.” diye yalvardım. “Tam gideceğin
sırada mı bana geliyorsun?” buyurdu. “Gönlüm iştiyâkınızla dolu, sizi
seviyorum." dedim. “Bu arzu ne sebepten geliyor?” dedi. “Büyük bir zâtsınız ve
herkesin makbûlüsünüz.” dedim. Bunun üzerine; “Bu sebep kâfi değil, daha makbûl
bir şey bulman lâzımdır. Halkın beni kabûlü şeytânî olabilir.” buyurdu. Bunun
üzerine; “Sahîh bir hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ bir kulunu severse, onun
sevgisini kullarının kalblerine düşürür. İnsanlar onu severler.” buyrulmuştur.”
dedim.
Sözünü bitirince tebessüm
etti ve; “Biz azîzânız (azîzlerdeniz). Bu söz üzerine kendimden geçer gibi
oldum. Çünkü bu görüşmeden bir ay kadar önce, bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda bana;
“Azîzân’ın mürîdi, talebesi ol!” demişlerdi. Rüyâyı unutmuştum. Behâeddîn-i
Buhârî hazretleri; “Biz azîzânız.” buyurunca hatırladım. Tekrar; “Bana teveccüh
ediniz, hatırınızdan çıkarmayınız.” diye yalvardım. Buyurdu ki: “Bir gün
Azîzân’dan (Ali Râmitenî'den) böyle bir istekde bulunmuşlar. O da, bir şeyin
hatırda kalması için bir vâsıtaya ihtiyaç olduğunu söylemiş ve hatırlamaya
vesîle olacak bir şey istemişler.” Bunu söyledikten sonra, bana mübârek
takkesini hediye etti ve buyurdu ki: “Senin bana verecek bir şeyin yok, şu
takkeyi al, onu her gördüğünde bizi hatırla ve yanında bul.”
Bundan sonra ayrıca tenbih
edip; “Bu yolculukta Mevlânâ Tâcüddîn Deştgûlegî’yi bulmaya gayret et. Çünkü o,
Allahü teâlânın velîlerindendir.” buyurdu. Yola çıktıktan sonra, içime önce Belh
şehrine, oradan da memleketime dönme arzusu düştü. Belh ile Deştgûlek arası çok
uzaktı. Yolculukta öyle vesîleler oldu ki, birden kendimi Deştgûlek yakınlarında
buldum. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin tenbihi hatırıma geldi. İşâretlerinden
dolayı şaşırıp, hayran kaldım. Deştgûlek’e gidip, hemen Mevlânâ Tâcüddîn'in
sohbetine can attım. Onun sohbetinde bulunduktan sonra Behâeddîn-i Buhârî’ye
geri dönüp ona teslim olmak arzusu beni sardı. Buhârâ’da bir meczub vardı. Onu
bir yolda oturur gördüm. Ona dedim ki; “Ben gidiyorum!” Bana; “Hiç durma, çabuk
git!” dedi. Oturduğu yerde toprak üzerine çizgiler çizdi. Kendi kendime, bu
çizgileri sayayım, eğer tek çıkarsa gitmem gerektiğine işâret sayayım diye
düşündüm. Saydım tek çıktı. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine tekrar gitmeye karar
verip, yola çıktım. Nihâyet Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuştum.
Hâlimi arzettim. Bana zikretmemi ve zikirde teke riâyet etmemi bildirip;
“Elinden geldiği kadar zikirde tek sayıya riâyet et.” buyurdu ve böylece yolda
karşılaştığım meczub zâtın yer üzerine çizdiği çizgilerin tek oluşuna işâret
etti.”
YA'KÛB-İ
ÇERHÎ
Allah adamlarından, çok
büyük bir evliyâ,
Gazne'nin Çerh köyünde,
teşrif etti dünyâya
İlim tahsil etmeye, Herat'a
gitti ilkin,
Mısır ve Buhârâ'da bulundu
tahsil için.
Çeşitli âlimlerden, okuyup
en nihâyet,
Zâhirî ilimlerde, aldı
mutlak icâzet.
Dönmek üzereydi ki, sonra
memleketine,
Behâeddîn Buhârî'nin,
tutuldu sevgisine.
Onu görmek arzusu, öyle
kuvvetlendi ki,
Görünmez bir bağ ile,
çekildi ona sanki.
Tehir etti dönmeyi, bir
hikmet vardır diye,
Gitti büyük şevk ile,
Behâeddîn Buhârî'ye.
İçeriye girince, buyurdu ki
bâhusus:
"Tam dönecek zaman mı, bize
geliyorsunuz?"
Dedi ki: "Ey efendim,
seviyorum sizi ben,
Ve çok büyük zâtsınız,
biliyorum yakînen."
Buyurdu ki: "Yanılma,
olabilir teşhiste,"
Dedi ki: "Resûlullah,
buyurdu ki hadîste:
"Hak teâlâ sever ve seçerse
birisini,
Kulların kalbine de, düşürür
sevgisini."
Behâeddîn Buhârî, tebessüm
eyledi ve,
Sonra "Biz azîzânız" buyurdu
kendisine.
Bu Azîzân sözünü, işitince o
zâttan,
Gördüğü bir rüyâyı,
hatırladı o zaman.
Şöyle ki rüyâsında,
denilmişti ki ona:
"Ey Ya'kûb, sen de gidip,
tâbi ol Azîzân'a."
Ona karşı sevgisi, oldu daha
ziyâde,
Sonra da gitmek için, istedi
müsâade.
Dedi ki: "Ey efendim,
gidiyorum ve lâkin,
Çâre nedir, sizleri, çok
hatırlamam için?"
Çıkarıp verdi ona mübârek
takkesini,
Buyurdu: "Kullandıkça
hatırlarsın hep beni."
Ellerini öperek, ayrıldı
huzurundan,
Lâkin memleketine, henüz
vâsıl olmadan.
O zâtın muhabbeti, set oldu
gitmesine,
Yarı yoldan dönerek, huzura
geldi yine.
Dedi: "Yoldan çevirdi, beni
muhabbetiniz,
Lütfen kabul edin de, olayım
talebeniz."
Buyurdu ki: "Bu işe,
büyükler verir karar,
Bakalım ki bu gece, bize ne
buyururlar?
Onlar kalb câsusudur,
girerler kalbinize,
Bakıp vâkıf olurlar, sizin
himmetinize.
Eğer kabul ederse, sizi
büyüklerimiz,
Bu gece belli olur, biz de
kabul ederiz."
Ya'kûb-i Çerhî der ki:
"Çıktım başım önümde,
Böyle çetin bir gece
geçirmedim ömrümde.
"Kabul edecekler mi, acep bu
bîçâreyi?"
Diye düşünerekten, zor
geçirdim geceyi.
O sabah namazını, kılar
kılmaz beraber,
Buyurdu ki: "Ey Ya'kûb,
müjde, kabul ettiler."
Böylece hizmetine girdim bu
büyük zâtın,
Çıkardı zirvesine, beni her
kemâlâtın."
Büyük elîlerden Ya’kûb
Germiyânî hazretleri, Merkez Efendi (rah-metullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin sohbetlerine devâm etti. Aklî ve naklî ilimlerde kemâle erişti.
Diğer taraftan Merkez Efendiye îtiraz edenler kalmayıp, ortalık sükûnete
kavuşmuştu. Acabâ ne gibi bir vazife alsam, hocam ne yapmamı münâsib görürler
diye düşünüyordu. İstihâre etti. Rüyâsında Rumeli’nin Yanya kasabası tarafından
bir sesin kendisine hitâb ederek; “Bu tarafta ilme rağbet edenler, tasavvuf
yolunda ilerlemek istiyenler var. Buraya gelip, Resûlullah efendimizin Sünnet-i
seniyyesini yayasın ve tasavvuf yolunda bulunanlara rehberlik edip, onları
yetiştiresin.” dediğini duydu.
Yanya’da, Tımar sâhibi
Osmanlı subayı olan Mehmed Ağa isminde bir zât, o günlerde, Merkez Efendinin
dergâhında misâfir oldu. Merkez Efendiye; “Efendim, bendeniz uzak bir yerde,
Rumeli’de Yanya denilen beldede bulunuyorum. Oralarda îmânın ve İslâmın
şartlarını öğretecek, dînî hükümleri bilip anlatacak bir kimse yok. O diyâra bir
halîfenizi gönderseniz, müslümanlar çok istifâde ederler.” diye arz etti. Ya'kûb
Germiyânî, o zâttan “Yanya” sözünü işitince, rüyâda kendisine verilen işâreti
hatırlayıp oraya gitmeye tâlib oldu. Gönlünden bu vazifeyi istemeye niyet etti.
Bu sırada Merkez Efendi, Mehmed Ağa ile kimi gönderelim diye sorunca; “Efendim
müsâadeniz olursa biz gitmek isteriz.” dedi. Merkez Efendi; “Öyle bir yerde ne
yapacaksın? Senin makâmın bizim yerimizdir” dedi. Ya'kûb Efendi rüyâsında
gördüğü işâreti arz edince; “O diyâra gitmeniz herhâlde lâzım gelmiştir.” dedi.
Bunun üzerine Merkez Efendi izin verdi. Ya'kûb Efendi, Mehmed Ağa ile birlikte
yola çıkarak Yanya’ya vardı. Nice yıllar o diyarda müslümanların hak yolda
ilerlemelerine vesîle oldu. Çok talebe yetiştirdi.
Kânûnî Sultan Süleymân Hân
devrinde, bir ara yağmurlar yağmaz olmuş, insanlar kuraklıktan çok muzdarip
olmuşlardı. İstanbul halkı, yağmur duâsına çıkılmasına karar verdi. Pâdişâh da
çıktı. Okmeydanı’nda büyük bir kalabalık toplandı. Öyle ki bu toplulukta, başta
pâdişâh olmak üzere, âlimler, vâliler, idâreciler, vezirler, kuvvetli-zayıf,
zengin-fakir herkes vardı. Bilindiği gibi, Osmanlı sultanları yapacakları bütün
mühim işlerde, mutlaka şeyhülislâma danışırlar, onun fetvâsına uygun hareket
ederlerdi. Bunun için Şeyhülislâm Ebüssü’ûd Efendiden, yağmur duâsını kimin
yapmasının münâsib olacağı suâl edildi. O da; “Duâyı, pâdişâh veya onun münâsib
gördüğü bir zât eder.” buyurdu. Bunun üzerine pâdişâh; “Ya’kûb Germiyânî duâ
eylesin.” dedi. Ya’kûb Efendi ise, kendisini buna ehil, münâsib görmeyip mahcûb
oldu ve bir tarafa gizlendi. Oğlu Yûsuf Efendinin, yerini bildirmesiyle arayıp
buldular. Gelmek istemedi ise de; “Pâdişâh efendimizin emridir.” dediler. Bunun
üzerine mecbûren kalkıp geldi. Minbere çıkıp duâ etti. Orada bulunanlar “Âmîn”
dediler. Bu duâ bereketiyle öyle yağmur yağdı ki, her taraf su ile doldu.
İnsanlar, onun büyük bir âlim ve yüksek bir velî olduğunu, bu hâdise ile daha
iyi anladılar. O ise kendisini; âciz, aşağı, bu işe lâyık olmayan biri
gördüğünden çok mahcub olmuştu. Ya'kûb Germiyânî hazretleri duâ günü, gizlendiği
yeri haber verip meydana çıkmasına sebeb olduğu için, daha sonraları oğlu Yûsuf
Efendiye sitem etti. Kendisini duâ etmeye, duâsının kabûl olmasına lâyık
görmeyerek ve çok tevâzu göstererek; “Yağmur bolluğuna uğradık. Ben o meclise
varmayacaktım. Bizi kırıklığa uğratıp, ömrümde, çekemeyeceğim mahcûbiyete
müptelâ olmama sebeb oldun.” dedi.
Evliyânın büyüklerinden
Yûsuf bin Abdullah el-Gürânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettikten
sonra, bir kişi onun kabrini ziyâret etti. Bineğini dergâhın kapısına bırakıp,
içeride bulunan türbesini ziyâret etti. Dışarı çıkınca, bineğinin kapının önünde
olmadığını gördü ve aramaya başladı. O anda Yûsuf el-Gürânî’nin kabri açılıp
kendisi içinden dışarı çıktı. Bir süre ortadan kayboldu. Sonra o şahıs,
bineğinin Yûsuf el-Gürânî’nin arkasından geldiğini gördü. Yûsuf el-Gürânî o
şahsa; “Bir daha bizi ziyârete geldiğin zaman önce bineğini bağla, içeriye öyle
gir. Bize eziyet etme!” buyurdu.
Anadolu evliyâsından Şeyh
Yûsuf Harpûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, insanların dünyâda ve
âhirette saâdete, mutluluğa kavuşmaları için çalışan, vatan savunması için
kahramanca davranan Muhammed Efendi bir ilkbahar gününde Kiğı'dan Zermek köyüne
babasının kabrini ziyârete gidiyordu. Yanındakilerle birlikte Murat Nehrinin
kolu olan ve ne zaman coşup ne zaman sâkinleşeceği belli olmayan Büyük Su yanına
geldiklerinde suyun coşkun olduğunu gördüler.
Derenin suları köprünün
seviyesine gelmişti. Köprünün sağlamlığına kanâat getirdiklerinden geçmeğe karar
verip sıra ile atlarını sürdüler. Şeyh Muhammed Efendinin atı tam köprünün
ortasına geldiği sırada yukarıdan kopup gelen bir sele kapıldı. Orada
bulunanların feryad ve figanları arasında Muhammed Efendi de sel sularına
kapılmıştı. Yüz elli metre kadar aşağıdan at kenara çıkabildi. Fakat Şeyh Efendi
görünmüyordu. Kayaları önüne katarak, akan suyun etrâfındaki aramalar aralıksız
devâm etti. Dere boyunca bulunan köylüler genç, ihtiyar, kadın kız tarafından üç
gün üç gece arandı. Fakat bulunamadı. Dördüncü günü sabahı suların oldukça
azaldığı bir sırada, köprüden aşağıya düştüğü noktada şehâdet parmağı havada sağ
elinin sallandığını gördüler. Hiçbir şeye takılı olmadan orada duran cesedini
sudan çıkarıp gerekli techiz ve tekfin yapıldıktan sonra Kiğı Câmiinin bahçesine
defnettiler. Türbesi hâlen orada olup ziyâret edilmektedir.
Büyük velîlerden Zarîfî
Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kumkapı yakınında, kiliseden dönme
bir mahalle mescidi edinip orada hizmete başladı. Sonra burası bir zelzele
sonucu yıkılınca, Maktul İbrâhim Paşanın hanımı Muhsine Hâtun yeniden bir câmi
ve dergâh yaptırıp Hasan Efendinin hizmetine verdi. Oraya hizmetliler tâyin
etti. Zarîfî Efendi burada sohbetleriyle çok talebe yetiştirdi. Yüz seneyi
geçkin ömründe ibâdet ve insanlara doğru yolu anlatmakla meşgûl oldu. Sonra
Boğazkesen Hisarına yerleşti. Orada verdiği vâzlara çok gelen olurdu. Ömrünü
burada tamamlayıp, hisardaki kayalıklarda bir yere defnedildi. Vefâtından sonra
kerâmetleri görüldü.
Bir iş için taşa ihtiyaç
olmuştu. Bu sebeple hisar kayalıklarından aşağıya taş yuvarlayıp bunları alıp
götürüyorlardı. Taşlar yuvarlanıp aşağıya inerken aslâ Zarîfî Hasan
Efendinin kabri üzerine gelmezdi. Sağından ve solundan aşağıya inerlerdi. Bu
işle uğraşan taşkesen mîmâr hıristiyan olup, birkaç defâ bu hâli görünce
hayretler içinde kaldı. Evliyâ bir zât olduğunu anlayıp, onun bereketiyle
müslüman olmakla şereflendi. Sonradan orasını çevirip belirli bir hâle
getirdiler.
|