CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MENKIBELER (U)

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlarımda, bir gece Şeyh Ebû Bekr Kaffâl'ın mezarının başına gidip, oturmuştum. Bu mezar o kadar heybetli ve korku vericiydi ki, gündüzleri bile yanına yaklaşmaktan korkarlardı. Taşkend'de bir adam vardı. Bize karşı inâd ve muârız idi. Bize bir zarar yapmak için fırsat kollardı. Meğer o gece beni gözetleyip, tâkib etmiş. Ben mezarın başına varıp oturdum. Başımı eğip murâkabeye dalınca, beni korkutup dehşete düşürmek için, birdenbire bir nâra atarak üzerime doğru gelmeye başladı. Hiç aldırmadım, murâkabe ve oturuşumu da bozmadım. O kişi, benim bu hâlimi görünce utandı. Ağlayarak önüme gelip, yüzüstü düştü. Benden özür diledi. Sonra bizim dostlarımızdan oldu."

 

OĞLUM HORASAN'A GİT!

 

Bir talebesi vardı, Ubeydullah Ahrâr'ın,

Yıllarca sohbetinde, bulunmuştu bu zâtın.

 

Horasan'dan gelerek, girmişti hizmetine,

Kavuşmuştu böylece, yüksek himmetlerine.

 

Yanına çağırarak, bir gün bu talebeyi,

Sordu: "Düşünmez misin, memlekete gitmeği?"

 

Arz etti ki: "Efendim, bir mecbûriyet hâriç,

Yanınızdan ayrılıp, gitmeği istemem hiç."

 

Buyurdu ki: "Evlâdım, Horasan'a git hemen,

Sıkıntı veriyorlar bana, baban ve annen."

 

Peki efendim deyip, gitti o Horasan'a,

Söyledi bunu aynen, anne ve babasına.

.

Onlar bunu duyunca, ağladılar bir nice,

Zîrâ hatâlarını, anladılar iyice.

 

Dediler: "Biz beş vakit, namazı müteâkip,

Ubeydullah Ahrâr'a, biraz teveccüh edip,

 

Ve duâ ederdik ki, peşinden Rabbimize,

Artık izin versin de, göndersin seni bize."

 

O dahî çok ağlayıp, gitmeğe aldı izin,

Kavuştu üstâdına, bir daha dönmeksizin.

 

Ubeydullah Ahrâr'ı, sevenlerden birinin,

Bir hizmetçi kölesi, var idi gâyet emîn.

 

Bir gün nasıl olduysa, kaybetti kölesini,

Aradı Semerkand'ın, her ücrâ köşesini.

 

Lâkin bulamayınca, oldu çok müteessir,

Bunun ızdırâbiyle, dünyâsı oldu zehir.

 

Çünkü her bir işini, yapardı o hizmetçi,

Bunun üzüntüsüyle, kavrulup yandı içi.

 

Gezerken yine onu, aramak gâyesiyle,

Ubeydullah Ahrâr'ı, gördü talebesiyle.

 

Atının dizginini, tutarak gidip derhâl,

Ağlayıp arz etti ki, "Böyledir işte ahvâl.

 

O benim her şeyimdi, artık siz bilirsiniz,

Bu derdimi ancak siz, hâlledebilirsiniz."

 

O, eliyle gösterip, köylerden birisini,

Buyurdu: "Aradın mı, şu köyde kendisini."

 

Dedi: Evet aradım, lâkin hepsi nâfile.

Buyurdu: "Yine ara, ordadır belki köle."

 

"Peki" deyip doğruca, o köye vardı hemen,

Ve buldu kölesini, o köyde hakîkaten.

 

Su dolu bir testiyle, şaşkın oturuyordu,

Yaklaşıp, neredeydin?, diyerek ona sordu.

 

Dedi: "Evden dışarı, çıkmıştım ki bir ara,

Bir atlı beni tutup, kaçırdı uzaklara.

 

Sonra da Köle diye, birine sattı beni,

Günlerdir görüyordum, o zâtın hizmetini.

 

Bu gün de göndermişti, ırmaktan su almağa,

Şu testiyi alarak, gitmiştim o ırmağa.

 

Doldurup tam geriye, dönecektim ki, birden,

Kendimi burda buldum, şaşırdım hayretimden.

 

"Rüyâ mı görüyorum, uyanık mıyım" diye,

Hayret içerisinde, dalmıştım düşünceye.

 

İşte bu şaşkınlıkla, bu yerde otururken,

Sizin geldiğinizi, farkettim tâ ilerden."

 

O kişi öğrenince, işin hakîkatini,

Anladı o velînin, büyük kerâmetini.

 

Şam'ın büyük velîlerinden Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Şeyh Osman bin Merzûk anlatır: "Ukayl el-Münbecî hazretleri, Şeyh Mesleme hazretlerinin talebelerinden hal sâhibi on yedi kişi ile berâber bir mağarada oturdular. Herbiri bastonunu orada bir yere koydu. O esnâda bâzı kimseler gelip, bu asâları yerlerinden kaldırdılar. Sıra Ukayl el-Münbecî'nin asâsına gelince, onu kaldırmaya muvaffak olamadılar. Bu durumu gören bu sâlih kişiler, hocalarının yanına dönüp durumu arz ettiklerinde, Mesleme hazretleri; "Asâyı kaldıranlar bu zamandaki Allahü teâlânın velî kullarıdır. Kaldırdıkları her asâ, sâhibinin derecesi kadardı. Fakat Ukayl'ın asâsını kaldıramadılar, çünkü onun derecesi çok yüksekti." buyurdu.

Konya'nın büyük velîlerinden Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, babası Sultân Veled hazretleri anlattı: "Oğlum Ârif Çelebi, küçük iken boynundan rahatsızlandı. Öyle ızdırab çekiyordu ki, biz ölecek sandık. Tabîbler tedâvisinde âciz kaldılar. Ârif, hastalığın güçlüğünden hiç süt emmedi, su içemedi. Artık hayâtından endişeye düştük. Onun çektiği ızdıraptan gözümüze uyku girmiyordu. Nihâyet onu, babamın huzûruna götürüp; "Muhterem efendim! Bundan artık ümîdimiz kesildi. Herhâlde vefât etmek üzeredir." diyerek üzüntümü bildirdim. Bu sözlerimi sükûnetle dinleyen pederim Mevlânâ hazretleri; "Evlâdım Sultan Veled! Öyle şeyler söyleyip perişân olmayınız. Üzülmeyiniz. Zîrâ oğlumuz Celâleddîn Ârif, hemen gitmek üzere gelmedi. Onun, benim size bir yâdigârım olarak dünyâda uzun yıllar kalacağını, insanların hidâyete, doğru yola kavuşmasına vesîle olacağını ümîd ediyorum." diyerek, Ârif Çelebi'yi kucağına aldı. Hastalığa sebeb olan yerin üzerine enine ve boyuna yedişer çizgi çizdi ve; "Aklı olana bu işâret yetişir." yazısını yazdı. Bir ânda çocuk gözlerini açtı. Hemen annesine götürdüm, süt emzirdi. Kısa zamanda hastalıktan kurtuldu. Bu, babamın kerâmetinden başka bir şey değildi."

Ârif Çelebi'yi sevenlerden biri anlattı: "Bir kurban bayramı arefesi idi. Sultâniye şehrinde bir medresede, o gün kuşluk vakti, Ârif Çelebi hazretleri kaylûle yaparak istirahat ediyordu. Bir ara uykusunun arasında; "Yapmayınız!" diyerek doğruldu ve tekrar uyudu. Bir müddet sonra uyandığında; "Efendim uykunuz arasında doğrulup, "Yapmayınız!" diye konuştunuz. Acabâ hikmeti nedir?" diye sordular. Cevâbında; "Konya'da bulunan talebelerimizden Nâsıruddîn ile Şücâeddîn, babamın türbesi yakınında münâkaşa ediyorlardı. Onları, münâkaşa ederek birbirlerinin kalblerini kırmamaları için îkâz ettim. Ben onlara böyle söylerken, yanlarından geçmekte olan iki erkek ile bir kadın da beni orada gördüler." buyurdu. Konya'ya geldiğimizde, Nâsıruddîn'e; "Siz arefe günü ne yaptınız?" diye sorduk. O da; "Şücâeddîn bana uygun olmayan bir söz söyledi. Onu bu sözden men edince, aramızda bir münâkaşa başladı. O sırada hocamız Ârif Çelebi hazretlerinin yanımıza gelip bize; "Yapmayınız!" sözü ile münâkaşayı kestik ve utanıp barıştık." dedi. Bu hâdise olurken yanlarından geçen erkekler ve kadın ise; "Biz, Ârif Çelebi'yi orada hem gördük, hem de sesini işittik." dediler.

İstanbul'da yetişen büyük velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahme-tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, 1711 senesinde Kethüdâ Osman Efendi, bir seferde ihmâli görüldüğünden, Sultan Üçüncü Ahmed Han tarafından Kavak Kalesine hapsedilmişti. Osman Ağa adamlarından birisiyle Ünsî Hasan Efendiye iki yüz altın gönderdi ve; "Selâm ve hürmetlerimi söyleyiniz. Mübârek ellerinden öperim. Bizim işimizin sonu nereye varır." diye bir haber gönderdi. Osman Efendinin adamı gelip altınları Ünsî Hasan Efendinin önüne koydu ve haberini arzetti. Bunun üzerine Ünsî Hasan Efendi; "Biz bu sizin dediğiniz işin erbâbı değiliz. Sen bu altınları yine sâhibine ver." deyip geri gönderdi. O kişi ısrar ettiğinde; "Sen bu altınları geri götür. Osman Ağa da âhiret tedâriki için fakirlere dağıtsın." buyurdu. Hakîkaten çok geçmeden Osman Ağa îdâm edildi.

Rumeli velîlerinin büyüklerinden Üryânî Mehmed Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili, olarak, Mustafa Bey anlatır: "1582 senelerinde İran'a yapılacak bir sefere katılmak için gidecektim. İzin ve duâ alıp, vedâ etmek için Mehmed Dede'nin yanına vardım. Hayır duâlarını istirhâm edip, ellerini öptüm. Himmet edip nasîhat ettikten sonra; "Mustafa Çelebi, sefere gidersen bir çift Macar bıçağını yanından ayırma, zor zamanda insana ondan üstün silâh olmaz." buyurdu. Emirlerini yerine getirip, yola revân oldum. Günler sonra Demirkapı kalesine ulaştık. Orada iki sene kaldık. Bir gün buğday tedâriki için kaleden dışarı çıkıp, bir köyde geceledik. Düşmandan ses sedâ olmadığı için, herbirimiz bir köşeye çekilmiş, silâhlardan uzaklaşmış, uyumakla meşgûldük. Birden kapı kırılıp, içeriye bir İran askeri girdi. Hiç aman vermeyip üstüme saldırdı. Uyku mahmurluğu ile yerimden fırladım. Yanımda hiç silâh yoktu. Ölümle aramda bir bıçak boşluğu kadar yer kalmıştı. O anda iki senedir Mehmed Dede'nin emriyle yanımdan hiç ayırmadığım Macar bıçağım hatırıma geldi. Elime alıp, hasmımın boşluğunu hedef aldım. Allahü teâlânın takdîri ile, beni öldürmek için saldıran düşmanın kılıcı evin direğine denk gelip kırıldı. Benim bıçağım vazifesini yaptı, adamın işini bitirdi. Mehmed Dede'nin kerâmeti zâhir oldu."