MENKIBELER (U)
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi Ubeydullah-ı Ahrâr
(rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: "İlk zamanlarımda, bir gece Şeyh
Ebû Bekr Kaffâl'ın mezarının başına gidip, oturmuştum. Bu mezar o kadar heybetli
ve korku vericiydi ki, gündüzleri bile yanına yaklaşmaktan korkarlardı.
Taşkend'de bir adam vardı. Bize karşı inâd ve muârız idi. Bize bir zarar yapmak
için fırsat kollardı. Meğer o gece beni gözetleyip, tâkib etmiş. Ben mezarın
başına varıp oturdum. Başımı eğip murâkabeye dalınca, beni korkutup dehşete
düşürmek için, birdenbire bir nâra atarak üzerime doğru gelmeye başladı. Hiç
aldırmadım, murâkabe ve oturuşumu da bozmadım. O kişi, benim bu hâlimi görünce
utandı. Ağlayarak önüme gelip, yüzüstü düştü. Benden özür diledi. Sonra bizim
dostlarımızdan oldu."
OĞLUM
HORASAN'A GİT!
Bir talebesi vardı,
Ubeydullah Ahrâr'ın,
Yıllarca sohbetinde,
bulunmuştu bu zâtın.
Horasan'dan gelerek,
girmişti hizmetine,
Kavuşmuştu böylece, yüksek
himmetlerine.
Yanına çağırarak, bir gün bu
talebeyi,
Sordu: "Düşünmez misin,
memlekete gitmeği?"
Arz etti ki: "Efendim, bir
mecbûriyet hâriç,
Yanınızdan ayrılıp, gitmeği
istemem hiç."
Buyurdu ki: "Evlâdım,
Horasan'a git hemen,
Sıkıntı veriyorlar bana,
baban ve annen."
Peki efendim deyip, gitti o
Horasan'a,
Söyledi bunu aynen, anne ve
babasına.
.
Onlar bunu duyunca,
ağladılar bir nice,
Zîrâ hatâlarını, anladılar
iyice.
Dediler: "Biz beş vakit,
namazı müteâkip,
Ubeydullah Ahrâr'a, biraz
teveccüh edip,
Ve duâ ederdik ki, peşinden
Rabbimize,
Artık izin versin de,
göndersin seni bize."
O dahî çok ağlayıp, gitmeğe
aldı izin,
Kavuştu üstâdına, bir daha
dönmeksizin.
Ubeydullah Ahrâr'ı,
sevenlerden birinin,
Bir hizmetçi kölesi, var idi
gâyet emîn.
Bir gün nasıl olduysa,
kaybetti kölesini,
Aradı Semerkand'ın, her ücrâ
köşesini.
Lâkin bulamayınca, oldu çok
müteessir,
Bunun ızdırâbiyle, dünyâsı
oldu zehir.
Çünkü her bir işini, yapardı
o hizmetçi,
Bunun üzüntüsüyle, kavrulup
yandı içi.
Gezerken yine onu, aramak
gâyesiyle,
Ubeydullah Ahrâr'ı, gördü
talebesiyle.
Atının dizginini, tutarak
gidip derhâl,
Ağlayıp arz etti ki,
"Böyledir işte ahvâl.
O benim her şeyimdi, artık
siz bilirsiniz,
Bu derdimi ancak siz,
hâlledebilirsiniz."
O, eliyle gösterip,
köylerden birisini,
Buyurdu: "Aradın mı, şu
köyde kendisini."
Dedi: Evet aradım, lâkin
hepsi nâfile.
Buyurdu: "Yine ara, ordadır
belki köle."
"Peki" deyip doğruca, o köye
vardı hemen,
Ve buldu kölesini, o köyde
hakîkaten.
Su dolu bir testiyle, şaşkın
oturuyordu,
Yaklaşıp, neredeydin?,
diyerek ona sordu.
Dedi: "Evden dışarı,
çıkmıştım ki bir ara,
Bir atlı beni tutup, kaçırdı
uzaklara.
Sonra da Köle diye, birine
sattı beni,
Günlerdir görüyordum, o
zâtın hizmetini.
Bu gün de göndermişti,
ırmaktan su almağa,
Şu testiyi alarak, gitmiştim
o ırmağa.
Doldurup tam geriye,
dönecektim ki, birden,
Kendimi burda buldum,
şaşırdım hayretimden.
"Rüyâ mı görüyorum, uyanık
mıyım" diye,
Hayret içerisinde, dalmıştım
düşünceye.
İşte bu şaşkınlıkla, bu
yerde otururken,
Sizin geldiğinizi, farkettim
tâ ilerden."
O kişi öğrenince, işin
hakîkatini,
Anladı o velînin, büyük
kerâmetini.
Şam'ın büyük velîlerinden
Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Şeyh Osman bin
Merzûk anlatır: "Ukayl el-Münbecî hazretleri, Şeyh Mesleme hazretlerinin
talebelerinden hal sâhibi on yedi kişi ile berâber bir mağarada oturdular.
Herbiri bastonunu orada bir yere koydu. O esnâda bâzı kimseler gelip, bu asâları
yerlerinden kaldırdılar. Sıra Ukayl el-Münbecî'nin asâsına gelince, onu
kaldırmaya muvaffak olamadılar. Bu durumu gören bu sâlih kişiler, hocalarının
yanına dönüp durumu arz ettiklerinde, Mesleme hazretleri; "Asâyı kaldıranlar bu
zamandaki Allahü teâlânın velî kullarıdır. Kaldırdıkları her asâ, sâhibinin
derecesi kadardı. Fakat Ukayl'ın asâsını kaldıramadılar, çünkü onun derecesi çok
yüksekti." buyurdu.
Konya'nın büyük velîlerinden
Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, babası Sultân
Veled hazretleri anlattı: "Oğlum Ârif Çelebi, küçük iken boynundan
rahatsızlandı. Öyle ızdırab çekiyordu ki, biz ölecek sandık. Tabîbler
tedâvisinde âciz kaldılar. Ârif, hastalığın güçlüğünden hiç süt emmedi, su
içemedi. Artık hayâtından endişeye düştük. Onun çektiği ızdıraptan gözümüze uyku
girmiyordu. Nihâyet onu, babamın huzûruna götürüp; "Muhterem efendim! Bundan
artık ümîdimiz kesildi. Herhâlde vefât etmek üzeredir." diyerek üzüntümü
bildirdim. Bu sözlerimi sükûnetle dinleyen pederim Mevlânâ hazretleri; "Evlâdım
Sultan Veled! Öyle şeyler söyleyip perişân olmayınız. Üzülmeyiniz. Zîrâ oğlumuz
Celâleddîn Ârif, hemen gitmek üzere gelmedi. Onun, benim size bir yâdigârım
olarak dünyâda uzun yıllar kalacağını, insanların hidâyete, doğru yola
kavuşmasına vesîle olacağını ümîd ediyorum." diyerek, Ârif Çelebi'yi kucağına
aldı. Hastalığa sebeb olan yerin üzerine enine ve boyuna yedişer çizgi çizdi ve;
"Aklı olana bu işâret yetişir." yazısını yazdı. Bir ânda çocuk gözlerini açtı.
Hemen annesine götürdüm, süt emzirdi. Kısa zamanda hastalıktan kurtuldu. Bu,
babamın kerâmetinden başka bir şey değildi."
Ârif Çelebi'yi sevenlerden
biri anlattı: "Bir kurban bayramı arefesi idi. Sultâniye şehrinde bir medresede,
o gün kuşluk vakti, Ârif Çelebi hazretleri kaylûle yaparak istirahat ediyordu.
Bir ara uykusunun arasında; "Yapmayınız!" diyerek doğruldu ve tekrar uyudu. Bir
müddet sonra uyandığında; "Efendim uykunuz arasında doğrulup, "Yapmayınız!" diye
konuştunuz. Acabâ hikmeti nedir?" diye sordular. Cevâbında; "Konya'da bulunan
talebelerimizden Nâsıruddîn ile Şücâeddîn, babamın türbesi yakınında münâkaşa
ediyorlardı. Onları, münâkaşa ederek birbirlerinin kalblerini kırmamaları için
îkâz ettim. Ben onlara böyle söylerken, yanlarından geçmekte olan iki erkek ile
bir kadın da beni orada gördüler." buyurdu. Konya'ya geldiğimizde, Nâsıruddîn'e;
"Siz arefe günü ne yaptınız?" diye sorduk. O da; "Şücâeddîn bana uygun olmayan
bir söz söyledi. Onu bu sözden men edince, aramızda bir münâkaşa başladı. O
sırada hocamız Ârif Çelebi hazretlerinin yanımıza gelip bize; "Yapmayınız!" sözü
ile münâkaşayı kestik ve utanıp barıştık." dedi. Bu hâdise olurken yanlarından
geçen erkekler ve kadın ise; "Biz, Ârif Çelebi'yi orada hem gördük, hem de
sesini işittik." dediler.
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahme-tullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
zamânında, 1711 senesinde Kethüdâ Osman Efendi, bir seferde ihmâli
görüldüğünden, Sultan Üçüncü Ahmed Han tarafından Kavak Kalesine hapsedilmişti.
Osman Ağa adamlarından birisiyle Ünsî Hasan Efendiye iki yüz altın gönderdi ve;
"Selâm ve hürmetlerimi söyleyiniz. Mübârek ellerinden öperim. Bizim işimizin
sonu nereye varır." diye bir haber gönderdi. Osman Efendinin adamı gelip
altınları Ünsî Hasan Efendinin önüne koydu ve haberini arzetti. Bunun üzerine
Ünsî Hasan Efendi; "Biz bu sizin dediğiniz işin erbâbı değiliz. Sen bu altınları
yine sâhibine ver." deyip geri gönderdi. O kişi ısrar ettiğinde; "Sen bu
altınları geri götür. Osman Ağa da âhiret tedâriki için fakirlere dağıtsın."
buyurdu. Hakîkaten çok geçmeden Osman Ağa îdâm edildi.
Rumeli velîlerinin
büyüklerinden Üryânî Mehmed Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
ile ilgili, olarak, Mustafa Bey anlatır: "1582 senelerinde İran'a yapılacak bir
sefere katılmak için gidecektim. İzin ve duâ alıp, vedâ etmek için Mehmed
Dede'nin yanına vardım. Hayır duâlarını istirhâm edip, ellerini öptüm. Himmet
edip nasîhat ettikten sonra; "Mustafa Çelebi, sefere gidersen bir çift Macar
bıçağını yanından ayırma, zor zamanda insana ondan üstün silâh olmaz." buyurdu.
Emirlerini yerine getirip, yola revân oldum. Günler sonra Demirkapı kalesine
ulaştık. Orada iki sene kaldık. Bir gün buğday tedâriki için kaleden dışarı
çıkıp, bir köyde geceledik. Düşmandan ses sedâ olmadığı için, herbirimiz bir
köşeye çekilmiş, silâhlardan uzaklaşmış, uyumakla meşgûldük. Birden kapı
kırılıp, içeriye bir İran askeri girdi. Hiç aman vermeyip üstüme saldırdı. Uyku
mahmurluğu ile yerimden fırladım. Yanımda hiç silâh yoktu. Ölümle aramda bir
bıçak boşluğu kadar yer kalmıştı. O anda iki senedir Mehmed Dede'nin emriyle
yanımdan hiç ayırmadığım Macar bıçağım hatırıma geldi. Elime alıp, hasmımın
boşluğunu hedef aldım. Allahü teâlânın takdîri ile, beni öldürmek için saldıran
düşmanın kılıcı evin direğine denk gelip kırıldı. Benim bıçağım vazifesini
yaptı, adamın işini bitirdi. Mehmed Dede'nin kerâmeti zâhir oldu."
|