|
MENKIBELER (T)
Büyük velîlerden Tâcüddîn
İbrâhim Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kayseri ve etrâfında hak yolun
bilgilerini öğretmekle meşgûl oldu. Bir gün tanıdıkları onu alıp bir kır
gezisine götürdüler. Bir bahçede oturuldu. Oradakilerden herbiri velîlik ve
kerâmet hakkında bir şeyler söylediler. O sırada Seyyid İbrâhim'in
talebelerinden biri de; "Acabâ hocamızda böyle kerâmet, hârikulâde şeyler var
mı?" diye gönlünden geçirdi. Tam o sırada bağ kapısına bir fakir gelip; "Allah
için bir şey." diye bir şeyler istedi. Seyyid İbrâhim hazretleri kerâmet isteyen
talebesine hitâben; "Oğlum git şu ağacı silkele. Her ne düşerse onu fakire ver."
buyurdu. O talebe de işâret edilen ağacı silkeledi. Yere bir mikdâr yaprak
düştü. Talebe o yaprakları eline aldığında onların gümüş olduğunu gördü. Fakire
verirken de tamâ edip, bir kısmını gizlice cebine koydu. Sonra hocasının yanına
döndü. O zaman Seyyid İbrâhim hazretleri; "Oğlum! Bunlar onun nasîbidir. Sana
bir faydası olmaz. Onları git şu nehre dök de gel." buyurdu. O zaman talebe
elini cebine sokup çıkardığında gümüş yaprakların hepsinin çakıl taşları hâline
geldiğini gördü. Hemen hocasından af dileyip, tövbe etti. Bir daha da gönlünden
böyle şeyler geçirmemeye karar verdi.
Evliyânın büyüklerinden
Tâcüddîn bin Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında Anadolu
beldelerinden birine gitmişti. Geldiğini duyan âlimler toplanarak, ondan
istifâde etmek istediler. Yanına, oradan ve çevre beldelerden birçok kimse
geldi. Hattâ o beldenin vâlisi de gelip sohbetinde bulundu. Vâli, İbn-ür-Rıfâî'ye;
"Efendim, siz asîl bir âiledensiniz, şânınız, şöhretiniz her tarafa yayılmıştır.
Birçok günahkâr, sizin dergâhınıza sığınıyor. Onların tövbe etmesine, hak yolda
yürümesine, ilerlemesine vesîle oluyorsunuz. İlim ve fazîlet sâhibisiniz.
Bizler, sizden istifâde etmek istiyoruz. Sizden nakledilen güzel sözlerle
bereketleniyoruz. Biz, size bâzı suâller sormak istiyoruz." dedi. İbn-ür-Rıfâî,
talebelerinin içinde en genç, ilim bakımından diğerlerinden aşağı olan birine
işâret ederek, suâllere onun cevap vermesini söyledi. Vâli, zihnine takılan
suâlleri bu talebeye sordu. Talebe, suâllerin hepsine, açık, net ve pek güzel
cevaplar vererek, vâliyi hayrette bıraktı. Vâli, yanında bulunan âlimlere,
suâllere verilen cevaplarda bir yanlışlık olup olmadığını sordu. Hepsi,
cevapların çok güzel olduğunu, yanlışlık bulunmadığını söylediler. Vâli ve orada
toplananlar, hayretler içinde kalıp, en aşağı talebesi, sorulan suâle âlimleri
bile hayrette bırakan cevaplar verirse, diğer talebelerinin ve hele kendisinin
hâli nasıldır? diyerek, İbn-ür-Rıfâî hazretlerine ve talebelerine olan
muhabbetleri çok arttı.
Hülâgû'dan sonra yerine
geçen hükümdarlardan Emîr Ahmed Teküdâr nâmındaki zât, Hülâgu'nun oğlu idi.
Fakat dinsiz değildi. Müslümandı. Müslümanları sever, âlimlere çok hürmet
ederdi. Fakat Tâcüddîn hazretlerine ve talebelerine olan muhabbeti,
hürmet ve ikrâmı daha çoktu. Bâzıları kendisine bunun sebebini sorduklarında
şöyle anlattı: Siz bilmezsiniz. Ben, babamın askerleri ile bu zâtın arasında
meydana gelen muhârebeyi gördüm. O muhârebede, bunların yaktıkları büyük bir
ateş vardı. Onun yardımcıları, babamın askerlerini tutup bu ateşe atarlardı.
Babamın askerlerinden o ateşe yaklaşanlar, ne kadar kaçmak istese de o ateşten
kurtulamazdı ve ateş onu içine çekerdi. Fakat muhârebenin sıkışıklığında bunlar
o ateşin içine girerlerdi de, ateş bunlara zarar vermezdi. Ben, Tâcüddîn
hazretlerinin bu büyük kerâmetini gözlerimle gördüm. Bunun için, ona çok hürmet
ediyorum. Ona ne kadar hürmet ve hizmet edilse yine azdır."
Rivâyet edilir ki, Tâcüddîn
bin Rıfâî hazretleri'nin zamânında, İlhanlılar devletinin başına geçen
müslüman devlet reislerinden Mahmûd Gazân Hanın hükümdarlığı sırasında bir vakıf
vardı. Bâzı kimselerin bu vakfın mallarını yedikleri söyleniyordu. Mahmûd Gazân,
Tâcüddîn bin Rıfâî'yi çağırarak bu meseleyi anlattı. Fakirlerin ve talebelerin
hakkı olan bu vakıftan kimin mal kaçırdığını, vakfın malını kimlerin yediğini
tesbit etmesini ricâ etti. O da bir müddet susup, murâkabe ettikten sonra;
"Sultanım, vakfın malını yiyenler filân filân kimselerdir." diyerek isimlerini
saydı. Onlar îtirâz edemeyip suçlarını îtirâf ettiler. Bundan sonra Mahmûd
Gazân, Tâcüddîn hazretlerini ahâlisi gayr-i müslim olan bir beldeye, İslâmiyeti
anlatması için gönderdi. O da kabûl edip, o beldeye gitti. Onlara İslâmı
anlattı. Bir müddet böyle devâm etti. Kabûl eden olmadı. Bundan sonra,
başkalarını bırakıp husûsen bâzı kimseler ile ilgilendi. Bir zaman sonra, böyle
husûsî olarak ilgilendikleri kimselerin hepsi îmân ettiler. Tâcüddîn bin Rıfâî
de gelerek müslüman olanların isimlerini, Mahmûd Gazân'a arzetti. Herkese değil
de, husûsen bu kimselerle alâkadar olmasının sebebi sorulduğunda, Allahü teâlâ
tarafından kendisine, bu kimselerin îmân edeceklerinin diğerlerinin kâfir olarak
öleceklerinin bildirildiğini, bu yüzden yalnız onlarla meşgûl olduğunu bildirdi.
İslâm âlimlerinden ve
evliyânın büyüklerinden Tâcüddîn Zâhid-i Geylânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Hacı Ali isminde bir zât şöyle anlatır:
"Şeyh Zâhid diye bilinen İbrâhim Zâhid-i Geylânî ile birlikte bir gemide
yolculuk ediyorduk. O zamana kadar ben kendisini şahsen tanımıyordum. Fakat
hâlinden derviş bir zât olduğu anlaşılıyordu. Gemide bir köşede oturuyor ve
kimseye karışmıyordu. Bir ara bir fırtına çıktı. Gemi sallanmaya başladı.
Hepimiz batacağız zannettik. Bu hengâmede, yine bir köşede sâkin sâkin oturmakta
olan İbrâhim Zâhid'in yanına vardım. Kendisine; "Ey şeyh, böyle tehlikeli bir
anda, bir köşede oturacağınıza, bir şeyler yapıp, kurtulmamıza vesîle olsanız,
olmaz mı?" demeyi düşünüyordum. Hemen yerinden kalkıp, gemicinin yanına geldi.
Dümeni eline aldı ve çok güzel idâre etmeye başladı. Onun dümeni eline almasıyla
fırtına sâkinleşti ve gemimiz düzgün gitmeye başladı. İbrâhim Zâhid bana
hitâben; "Ey Hacı Ali! Gemi böyle kullanılır değil mi?" dedi. Ben de; "Evet."
dedim. Biraz sonra sâlimen karaya ulaştık. Gemide bulunanlar dışarı çıktılar.
Ben de çıktım. İbrâhim Zâhid'in yanına yaklaşıp selâm verdim. "Ve aleyküm selâm
ey Hacı Ali Erdebîlî!" dedi. Ben ellerine sarılıp; "Beni nasıl tanıdınız? İsmimi
ve nereli olduğumu nereden öğrendiniz?" dedim. "Allahü teâlânın izni ile
gönlünden geçeni bilen, ismini ve memleketini bilmez mi?" diye cevap verdi.
Bunun üzerine; "Allahü teâlâ, evliyâsının gözlerinden perdeyi kaldırır ve gizli
şeyleri onlara gösterir." sözünü hatırladım.
Bir gün İbrâhim Zâhid-i
Geylânî hazretlerinin huzûruna, gözyaşları içinde bir kadıncağız gelerek, çok
sıkıntıda olduğunu, duâsını almaya geldiğini, derdine hiç kimsenin çâre
bulamadığını, lütfen kendisine bir çâre göstermesini ricâ edip, derdini şöyle
anlattı: "Dünyâda bir oğlumdan başka kimsem yoktur. Oğlum bir hastalığa tutuldu.
Hastalığın verdiği elem ile, kendinden geçmiş bir şekilde bir ağacın altında
uyurken, bir yılan gelip, ağzından midesine girdi. Hâlen orada. Bâzan çok elem
veriyor. Çok yerlere mürâcaat ettim. Fakat bir netîce alamadım. Ne olur siz
yardımcı olunuz!" Kadının anlattıklarını üzüntü ile dinleyen İbrâhim Zâhid'in
önde gelen talebelerinden Şeyh Sâfî de orada idi. İbrâhim Zâhid bu talebesine
buyurdu ki: "Git, o yılana; "Şeyh Zâhid'in emri var." de. Oradan çekip gitsin ve
bir daha o yiğide zarar vermesin." Kadın biraz rahatlamış olarak evine döndü.
Biraz sonra da Şeyh Safî o eve geldi. Bu hâli haber alanlar meraklanıp, acabâ
nasıl olacak diye o kadının evine toplanmışlardı. Şeyh Safî, delikanlının yanına
varıp, hocasının söylediklerini söyledi. Sözünü bitirir bitirmez, gencin
ağzından çıkan yılan, oradan uzaklaşıp gözden kayboldu. Bu hâli görenler,
hayrette kaldılar. Genç ve annesi, sevinçlerinden Allahü teâlâya çok şükredip,
İbrâhim Zâhid ve talebelerine çok duâ ettiler. Onlara olan muhabbetlerini
arttırdılar.
Evliyânın büyüklerinden
Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) babasının
vefâtından iki ay sonra dünyâya geldi. Dünyâya gelir gelmez, o beldede bir takım
değişiklikler oldu. Ekinler gelişti, hayvanlar çoğaldı. Her yerde bolluk ve
bereket kendini gösterdi. Hiç âfet görülmez oldu. Beldede herkes zengin oldu.
Ebü'l-Vefâ hazretleri, daha
bebek iken oruç tutmaya başladı. Ramazan ayında, gündüzleri annesinin memesinden
süt emmez, sâdece geceleri emerdi. Ne zaman Allahü teâlânın ismi zikredilse,
başını oynatır, dilini hareket ettirirdi. Bebekliğinden îtibâren Allahü teâlâya
ibâdet eden Ebü'l-Vefâ hazretleri, bir gün annesiyle birlikte bir yere gitmek
için yola çıktı. Yolda, doğmadan önce annesinin kavun yiyip, o kavunu çıkarmak
mecburiyetinde kaldığı ve eşkıyâların baskınına uğradığı yere geldiler. Ebü'l-Vefâ
annesine; "Ey ana! Burasının neresi olduğunu hatırladın mı?" diye sordu. Annesi;
"Ey oğul, burasının neresi olduğunu hatırlamadım." diye cevap verdi. Bunun
üzerine Ebü'l-Vefâ, o günkü hâdiseleri anlatmaya başladı: "Ey anne! Burası,
babamın vefâtından sonra göç ederken konakladığınız ve kâfileden birkaç kişinin
bostandan kavun çaldıkları yerdir. Kavun yerlerken, canın çekmiştir diye sana da
vermişlerdi. Sen de bilmeden verilen kavunu yemiştin. O zaman bana hâmileydin.
Ben karnında sana ızdırab vermiştim. Çünkü haram lokma yemiştin. Sonra size
eşkıyâlar saldırdı. Üzerinizdeki elbiselere varıncaya kadar, her şeyinizi
almışlardı. Siz, çok üzülmüştünüz. Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklerine, aslan
ve yırtıcı hayvan sûretine girerek eşkıyâların üzerine saldırmalarını emretti.
Melekler de bu emri yerine getirerek, eşkıyâların üzerine saldırdılar. Eşkıyâlar
bütün aldıklarını bırakarak kaçtılar. Siz de bütün malınıza ve eşyâlarınıza
kavuştunuz. İşte o yer burasıdır." Annesi bunun üzerine; "Ey oğul! Sen o zaman
daha doğmamıştın. Bunları nereden biliyorsun?" diye sorunca, Ebü'l-Vefâ; "Bana
Allahü teâlâ bildirdi anneciğim." dedi. Sonra; "Bana Ramazân-ı şerîfte meme
verdin. Ben ise memeyi ağzıma alıp emmezdim. Çünkü Hak teâlâ bana hidâyet
nûruyla muâmele ederdi. Bunun için meme emmeye ihtiyâcım kalmazdı. O vakit, sen
beni hasta sanıp üzülürdün. İftar vakti meme emdiğimi görüp, hasta değilmiş diye
sevinirdin." deyince, annesi; "Ey oğul! Baban senin için "Çok kerâmetleri
görülür." derdi. Bunlar, o kerâmetlerden bâzılarıdır." dedi. Ebü'l-Vefâ
hazretleri; "Ey ana! Doğru söylüyorsun." dedi.
Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri, hocasının emri ile Buhârâ'ya gitti. Orada zâhirî ilimleri tahsil
etti. Sonra Buhârâ'dan tekrar hocası Şenbekî hazretlerinin yanına döndü. Hocası,
Ebü'l-Vefâ'ya çok izzet ve ikrâmda bulundu. Orada bulunanlar bu duruma çok
şaşırdılar. Bunun üzerine Şenbekî hazretleri, Ebü'l-Vefâ'nın üstünlüklerini
orada bulunanlara anlattı. Hocası, Ebü'l-Vefâ için ırmak kenarında büyük bir
ziyâfet verdi. Ziyâfette Ebü'l-Vefâ hazretlerini tanımayan birçok kimse
bulunuyordu. Ziyâfette birçok ilmî konuşmalar yapıldı. Bu arada Şenbekî
hazretleri; "Allahü teâlânın kulları arasında öyleleri vardır ki, hırkasını suya
atsa suya batmaz ve su onu götürmez." dedi ve hırkasını suyun üzerine bıraktı.
Hırka suda hiç batmadı ve olduğu yerden de bir yere gitmedi. Sonra Şenbekî
hazretleri kalkıp, o hırkanın üzerinde iki rekat namaz kıldı. Allahü teâlânın
izniyle, hırka hiç ıslanmamıştı. Namazdan sonra hırkasını alıp silkeledi.
Hırkadan toz döküldü. Bunun üzerine Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ hırkayı aldı.
Şenbekî hazretleri, talebesi Ebü'l-Vefâ'nın, kendisinden daha büyük kerâmet
göstereceğini biliyordu. Ebü'l-Vefâ'nın boşluğa bıraktığı hırka, havada durmaya
başladı. Ebü'l-Vefâ hırkanın üzerine çıkıp, iki rekat namaz kıldı. Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin üzerinde namaz kıldığı bu hırkanın, yerden yüz arşın (50 m)
yükseklikte olduğu rivâyet edilir. Bu kerâmet, Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ
hazretleri hakkında sû-i zanda bulunanları tövbe ettirdi. Hocası oradakilere;
"Her mürîdin saâdeti şeyhindendir. Fakat benim saâdetim, talebem Ebü'l-Vefâ'dandır."
buyurdu. Ebü'l-Vefâ, hocasıyla birlikte üç gün üç gece sohbet ettikten sonra,
üçüncü yolculuğuna çıktı. Bu yolculuğu on iki yıl sürdü.
Üçüncü seyahatinin sonunda,
Allahü teâlânın kudretiyle yolu, Kisrine adıyla bilinen bir köye düştü. O köyde
Şeyh Acemî adında velî bir zât vardı. Kerâmet sâhibi olan bu zâta, o beldenin
halkı büyük bir zevk ile hizmet ederdi. Şeyh Acemî, o köye gelen misâfiri yemek
yemeden göndermezdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri, bu zâtın evinin yanındaki mescide
namaz kılmak için girdiğinde, cemâat namaza durmuştu. O da namaza durdu. Namaz
bittikten sonra Ebü'l-Vefâ hazretleri gitmek isteyince, Acemî hazretleri; "Sizi
dâvet ediyorum. Fakirhâneye buyurun, yemek yiyelim. Dâvete icâbet etmek
sünnettir." dedi. Bunun üzerine Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ dâveti kabûl etti ve
Acemî hazretlerinin evine gittiler. Birlikte yemek yiyip, sohbet ettiler.
Aralarında yakınlık hâsıl oldu ve arkadaş oldular. Acemî hazretlerinin ısrârı
üzerine, Seyyid Ebü'l-Vefâ üç gün üç gece orada kaldı. Dördüncü gün Acemî
hazretleri köyün bütün halkına, Seyyid Tâc-ül-Ârifîn'in gitmek istediğini
anlattı. Bunun üzerine halk, Ebü'l-Vefâ hazretlerine; "Sizden burada yerleşip
kalmanızı istirhâm ediyoruz. Buradaki müslüman halk, sizden istifâde etsin.
Sâyenizde birçok kimse hidâyete kavuşsun." diye ısrâr ettiler. Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri; "İstihâreye yatayım. Allahü teâlâ ne buyurursa ona göre hareket
ederim." dedi. Bu sırada Acemî hazretleri bu sözü yerinde bularak; "Yâ Seyyid!
Bir arzum daha var. Bu fakîrin kızını almak için de istihâreye yat. Bakalım ne
buyrulacak." dedi. Ertesi gün Ebü'l-Vefâ; "Bana, ceddim hazret-i Ali'nin kabrine
senin ile berâber gitmem ve o ne buyurursa ona göre hareket etmem emir
buyruldu." dedi. Bunun üzerine Acemî hazretleri ile Ebü'l-Vefâ hazretleri
birlikte mezarlığa gittiler. Burası hazret-i Ali'nin esas kabr-i şerîfi değildi.
O gece orada uyudular. Ebü'l-Vefâ hazretleri rüyâsında atası hazret-i Ali'yi
gördü. Hazret-i Ali, ona orada kalıp Acemî'nin kızını almasına izin verdi. Ebü'l-Vefâ,
sabah olunca Acemî hazretlerine durumu anlattı. Bu duruma çok sevindi ve büyük
bir âlim, halk ve sâlihler topluluğu önünde kızını ona nikâhladı. Bu hâtunun
ismi Huseynâ olup, gâyet güzel, zâhide ve âbide idi. Hanımı, Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin hizmetini görmekle ve ibâdetle meşgûl olurdu.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) daha ilim talebesi iken, bir gün Bağdât'a
yakın bir yerde, çok küçük bir akarsudan abdest alıyordu. Arkadaşları; "Bu su
çok azdır, bununla abdest olmaz." deyince; "Bu, mâ-i câridir, yâni akar sudur.
Dînimizde bununla abdeste izin vardır. Siz ilim talebesisiniz, bunları
bilirsiniz. Sonra bu suda balık bile yaşar." buyurdu ve elini orada biriken su
birikintisine sokup çıkardı. Arkadaşlarına uzatarak; "Bakın bu suda kocaman
balıklar yaşamaktadır." deyip elindeki balığı gösterdi. Bu büyük kerâmeti gören
arkadaşları; "Bundan sonra sen ne yaparsan yap, bir daha sana îtirâz
etmeyeceğiz." dediler.
Amcası Seyyid Abdullah,
Nehrî'de talebe yetiştirmek ile meşgûl iken, oraya çok yakın olan Berdesûr'a
Seyyid Tâhâ'nın da gönderilmiş olmasının hikmetini anlayamayan birçokları;
"Böyle iki büyük halîfenin bir yere gönderilmesinin sebebi nedir?" dediler.
Fakat bunu, kısa bir süre sonra Seyyid Abdullah vefât ettiğinde anladılar. Bunun
üzerine, oranın halkı tarafından Seyyid-i Büzürk (Büyük Efendi) diye bilinen
Seyyid Tâhâ hazretleri, Nehrî kasabasına gelip irşâda başladı. Burada kırk iki
sene, ilim talebesine, Hak âşıklarına ve Hakk'ı arayanlara ilim, feyz ve nûr
saçtı. Âşıklar, uzaktan yakından pervâne gibi bu irşâd ve nûr kaynağının
etrâfına toplandılar. Nehrî, Cennet bahçelerinin gıbta edeceği bir gülistan
oldu. Allah'ı arayanların arzusu ve rûhlarının mıknatısı hâline geldi. Şimdi
birkaç harab evin bulunduğu Nehrî'de, o zaman nüfus on altı bine yükseldi. Nehrî
birkaç câmi, mescid, medreseler, çarşı ve diğer dükkân, han, hamam ve benzeri
binâlarla o civârın merkezi idi.
Seyyid Tâhâ'nın sohbetleri
bereketiyle pekçok kimse Allahü teâlânın rızâsını kazandı.
Seyyid Tâhâ hazretleri, en
büyük velîlerden olup, onu gören müslim veya gayr-i müslim, o anda Allahü
teâlâyı hatırlardı.
Seyyid Tâhâ hazretlerine bir
Ermeni gelip; "Çocuğum olmuyor, sizin büyük bir zât olduğunuza inanıyorum. Duâ
edin de, çocuğum olsun." dedi. Seyyid Tâhâ hazretleri, talebesinden birine; "Git
bir beze iki tâne koyun tüyü koy, sar, getir!" buyurdu. Talebesi emri yerine
getirdi. Seyyid Tâhâ, Ermeniye; "Bu bezi beline sar, hiç çıkarma!" buyurdu. Aynı
Ermeni beş sene sonra gelip; "Efendim, her batında iki çocuk olmak üzere, beş
senede on tâne çocuğum oldu. Artık yeter." dedi. Seyyid Tâhâ da; "Belindekini
artık çıkarabilirsin." buyurdu.
Meşhûr velî, hadîs, usûl,
nahiv, edebiyât ve Şâfiî fıkıh âlimi Takıyyüddîn ibni Dakîk-ül-Îd (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Burhâneddîn el-Mısrî hazretleri şöyle
anlatır: "Kûs şehrinde uzun zaman ikâmet ettim. Bir vakfın mütevellîsi idim.
Takıyyüddîn'in kardeşi Şemseddîn, bunu elimden alıp bir başkasına verdi. Bu olay
benim bir hayli ağırıma gitti. Şeyh Takıyyüddîn hakkında bir hiciv yazdım. Bir
defâsında arkasında gidiyordum, birden bana döndü ve; "Ey fakîh! Bana gelen
haberlere göre, beni hicvetmişsin." dedi. Bunun üzerine bir müddet sustum. O
devâm ederek; "Hicvini oku!" dedi ve ısrâr etti. Ben de; "Yazıklar olsun, zühd
senden tamâmen gitmiş. Anladım ki, sen göründüğün gibi değilsin. Dünyâya
yöneldin, dünyâ adamları ile oturup kalkıyorsun. Eğer bunda cebr olsaydı, o
zaman mâzur olurdun." dedim. Bu hicvi dinledikten sonra bir müddet sustu. Sonra;
"Seni böyle söylemeye teşvik eden nedir?" dedi. Ben de; "Ben fakir bir adamım.
Bir vakfın işlerini yürütüyordum. Bunu benden falan kişi aldı." dedim. "Bu
durumu bilmiyordum. Sen yine eski işindesin." dedi. Ben de eski işime yine bir
müddet devâm ettim. Bu esnâda hacca gitmeyi arzu ettim. İzin istemek için yanına
gittim. Arkasında durdum. Bana dönerek; "Başka hicivlerin var mı?" buyurdu. Ben
de; "Yok, yalnız hacca gitmek istiyorum. Müsâadenizi almak için geldim." dedim.
"Selâmetle git. Sana kızgın değiliz." buyurdu.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Terzi Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) pekçok rumuz ve
işâretler yâni kapalı mânâlı şeyler söylerdi. Erzincan ahâlisinden Hacı Hatip
Efendi isimli zât, bir kazâya kâdılığa tâyin edildi. Hacı Hatîb Efendi öyle bir
kazâyı bilmediğinden araştırdı. Fakat kimse de bilmiyordu. Gönlü ızdırap ve
sıkıntı ile doluydu. Terzi Baba'nın sohbetlerinde ferahlamak için Sarıgül'de
olan bahçesine gitti. Terzi Baba bahçede; "Her kim ne ederse kendine eder, yine
kendi kendine eder." diyerek dolaşıyordu. Hatib Efendiyi görünce; "Gel ağa bir
kahve pişirdim berâber içelim." dedi. Kahve içerken bir müddet murâkabeye dalan
Terzi Baba; "Ağa, hem kahve içelim, hem de sana bir hikâye anlatayım. Dinle!
Birisi İstanbul'da Aksaray'a doğru giderken bir kahve dükkanına uğramış.
Dükkanda bir saz olduğunu görmüş ve çalmak istemiş. Sazın bozuk olduğunu
görünce, kahveciye; "Saz bozuk." demiş. Kahveci de; "Onu çalan öyle bozuk düzen
çalardı. Sen de öyle çalarsan çal, çalmazsan bırak yerine demiş. Acayip bir
hikâye değil mi?" deyip sözünü tamamladı. Hatîb Efendi bu konuşmadan hiçbir şey
anlamadı, fakat bu hikâye bizimle alâkalıdır diye düşünüp, edebinden hikmetini
soramadı. Birkaç gün sonra bir misâfiri geldi. Çok yer dolaştığından tâyin
olduğu yeri bilip bilmediğini sordu. O misâfir; "O kaza Aksaray dâiresinde Bozok
sancağındadır." demesiyle Hatip Efendi, Terzi Baba'nın ilk işâretini anlamış
oldu. Doğruca o kazâya gitti. Fakat birkaç ay orada hâkimlik yaptıktan sonra
halkı ve kazâsı ile uyuşamadığından istifâ edip geri döndü. Bundan da;
"Çalabilirsen çal, çalamazsan bırak." sözünün mânâsını anlamış oldu.
Velîlerden ve Mâlikî mezhebi
fıkıh âlimi Tunusî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Mekke'ye
gitmiştim. Kâbe-i muazzamayı tavaf ettim. Harem-i şerîfin ve Kâbe-i muazzamanın
üstünlüklerini düşünürken, "Kim oraya girerse emîn olur" meâlindeki Âl-i İmrân
sûresi 97'nci âyet-i kerîmesini hatırladım. Kendi kendime; "Âlimler, neden
"Emin" olunduğunda ihtilâf etti, sözler çatıştı" dedim. Kendi kendime, âyet-i
kerîmede bildirilen eminliğin neye karşı olduğunu düşündüm. İşin hakîkatini
öğrenmek istiyordum. Bu sıra arkamdan bir ses duydum. O ses, iki üç defâ:
"Cehennem'den emindir, ey İbrâhim" diyordu. Dönüp baktım, kimseyi göremedim.
|
|