CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MENKIBELER (Ş)

Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin halîfe Abdülmelik bin Mervân ile arası çok iyiydi. Onun yakın dostu ve sohbet arkadaşıydı. Anlatılır ki: Şa'bî, Abdülmelik tarafından sefîr (elçi) olarak Rum Kayserine (Bizans İmparatoruna) gönderilmişti. Vazîfesini yerine getirdikten sonra, Kayserden bir mektub ile geri dönmüştü. Abdülmelik mektubu okuyunca, Şa'bî'ye; "Biliyor musun, Kayser mektubunda ne yazmış?" dedi. Şa'bî; "Hayır bilmiyorum." dedi. Abdülmelik; "Senin dindaşlarının hâline şaşılır, nasıl olmuş da seni halîfe yapmışlar." dedi. Bunun üzerine Şa'bî; "Ey müminlerin emîri! O yalnız beni gördü. Seni görmüş olsaydı böyle yazmazdı." dedi. O zaman Abdülmelik, Şa'bî'ye; "Hayır, o bu yazısı ile seni öldürmek için, beni tahrik etmek istemiş." dedi. Gerçekten Kayserin o sözleri, bu maksadla yazılmış olduğu, daha sonra Kayserin kendi ifâdesinden anlaşılmıştır.

Hindistan'da yetişen evliyânın büyüklerinden Şâh-ı A'lâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında rivâyet edilir ki: Şâh-ı A'lâ hazretleri'nin tatlıcılık yapan bir talebesi vardı. Bu talebe biriktirdiği paraları bir kutuya koyup, bir yere sakladı. Daha sonra ihtiyaç hâsıl olunca, paraları almak istedi. Fakat paraları bulamadı. Nihâyet gelip hocasına arzetti. O da; "Geri git. İyice ara inşâallah bulacaksın" buyurdu. "Peki efendim" deyip geri gitti. Tekrar aradı ise de yine bulamadı. Tekrar gelip arzedince, hemen kalktı ve talebesinin elinden tutup, berâberce o talebenin evine doğru gittiler. Eve yaklaştıklarında bastonu ile bir yere işâret edip, oraya bakmasını söyledi. Talebe oraya baktığında kutuyu buldu. Hocasının yanına gelip ellerine sarıldı. O altınlardan bir miktar hediye etmek istedi ise de hocası kabûl etmedi. Bunun benzeri bir hâdise de Behâr Hân isminde bir şahıs için olmuş, kaybettiği parasını Şeyh'in yardımı ile bulmuştur.

Büyük velîlerden  Şâh Şücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile Yahyâ bin Muâz hazretleri arasında iyi bir dostluk vardı. Aynı bölgede bulundukları halde, Şâh Şücâ, Yahyâ bin Muâz’ın meclisinde bulunmazdı. "Niçin Yahyâ bin Muâz’ın sohbetlerine katılmıyorsun?” dediklerinde, “Doğrusu budur.” derdi. Isrâr etmeleri üzerine, bir gün gidip bir köşede oturdu. Yahyâ bin Muâz konuşamadı ve; “Burada, konuşmaya benden lâyık birisi vardır.” dedi. Şâh Şücâ, “Benim buraya gelmem uygun olmaz demedim mi?” dedi.

Gaziantep velîlerinden Şâh Velî Ayıntabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Gaziantep’in ileri gelenlerinden biri, yardımcısı ile, yolda yürürken, câminin duvarını tâmir eden Şâh Velî ile karşılaştı. O şâhıs, Şâh Velî’ye; “Hoca ikiylen nasılsın?” diye sordu. Şâh Velî de; “Üçlen iyiyim.” karşılığını verdi. O şâhıs; ”Niye er kalkmadın?” diye sorduğunda; “Er kalktım da el aldı.” cevâbını verdi. Yine o zât; “Bir kaz yollasam yolar mısın?” diye sorunca, Şâh Velî; “O işi iyi beceririm.” dedi. Vedâlaşıp ayrıldıktan sonra o zât yardımcısına; “Biz ne konuştuk?” diye sordu. Yardımcısı cevap veremedi. Bunun üzerine o zât; “Sen ki benim yardımcımsın! Bir yaşlının anladığını niçin anlamazsın. Eğer yarına kadar anlamazsan seni yardımcılıktan azl edeceğim.” dedi. Yardımcı hemen yaşlı adamı buldu ve; “Siz ne konuştunuz? Ne olur bana söyleyin. Ne isterseniz vereceğim.” dedi. Şâh Velî ondan câminin tâmir edilmesini istedikten sonra; “O, ikiylen nasılsın, diyerek yâni ayakların tutuyor mu, kendi işini kendin yapabiliyor musun demek istedi. Bense, üçlen iyiyim, diyerek o dediklerini bastonla yapabiliyorum demek istedim. O, niye er kalkmadın, yânî, neden evlenip çocuk sâhibi olmadın, şimdi onlar bu işi sana bırakmazlardı, demek istedi. Bense, er kalktım da, el aldı, diyerek evlenip çocuklarımın kız olduklarını, evlenip gittiklerini bildirdim.” dedi. Yardımcı hemen; “Ya o, bir kaz yollasam yolar mısın, diyerek ne demek istedi. Şâh Velî; “Bana acıdı ve bana yardım etmek istedi. Bu iş için de seni gönderdi.” dedi. Yardımcı bunları öğrendikten sonra câmiyi tâmir ettirdi.

Hindistan'da Bedâyûn şehrinde yetişen evliyânın büyüklerinden Şeyh Şâhî Mûytâb (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî'nin derslerinde yetişti. Kâdı Nâgûrî buna; "Şâhî rûşen-zamîr (Gönlü aydınlık)" derdi. Onu mezun edip, zamânın büyük âlimlerinden Mahmûd Mu'îndüz'ün sohbetlerine gönderdi. Oraya giden biriyle haber gönderip; "Bizim Şâhî'ye hırka verip kendisini mezûn etmemiz uygun olmuş mu? diye sordu. Bu soruya karşılık o da; "Biz, sizin yaptığınız her şeyi beğeniriz" diye cevap verdi. Şeyh Şâhî, ilim öğrenmekteki aşk ve gayreti ile kısa zamanda yetişip, büyük âlimlerden, zamânında bulunan evliyânın önde gelenlerinden oldu. Etrafında toplanan talebelere ders okutmaya başladı. Herbiri ilim âşığı olan talebelerini çok sever, onlara ve herkese şefkat ve merhamet gösterirdi. Bir defâsında talebeleri dışarıda güneş altında bekliyorlardı. Beklemeleri uzun sürünce, terlemeye ve terleri toprağa damlamaya başladı. Bu hâli farkeden Hâce Şâhî, hacâmatçıyı (kan alan kimseyi) çağırmalarını istedi. "Onu ne yapacaksınız?" diye suâl edildiğinde; "Talebelerimden akan ter kadar benden kan almasını istiyeceğim" buyurdu.

Büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hzretleri Konya'ya geldiğinde halk onun hakkında; "Acabâ bu zât Allahü teâlânın bir velîsi midir?" dediler ve onun sohbetlerini dinlemeyi arzu ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri kimseyle görüşmek istemedi. Konuşmalar çoğalınca, mecbur kalıp; "Benim bir huyum vardır. Nedir derseniz! Ben bir yahûdî ve hıristiyan gördüğümde onlara Hak teâlânın hak yola kavuşturması için duâ ederim. Bir kimse ki bana sövse, rencide etse ben yine ona duâ edip; "Yâ Rabbî! O kimsenin dilini sövmekten kurtar, iyiye çevirip sövmek yerine tesbihle, tehlille meşgûl olsun demekten başka işim yoktur. Ben velî olsam olmasam size ne?" buyurdu ve bir zaman insanlarla görüşmekten uzak durdu.

Şems-i Tebrîzî hazretleri günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş Allahü teâlânın mahlûkâtı hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan geçerken, kapı önünde tefekkür hâlindeki, Şems hazretlerine baktı, ona selâm verdi. Ve yoluna devâm etti. Kendi kendine de; "Bu, yabancı bir kimseye benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü var." diye düşünürken âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı durduran Mevlânâ hazretleri, elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce; "Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?" dedi. O da; "İsminizi öğrenmek istiyorum." deyince, Mevlanâ; "Celâleddîn Muhammed." diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî; "Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i Bistâmî mi büyüktür?" diye sordu. Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ hazretleri; "Elbette ki Muhammed aleyhisselâm büyüktür. Bütün mahlûkât ve Bâyezîd O'nun hürmetine yaratıldı." dedi. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî; "Peki, Muhammed aleyhisselâm; "Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği hâlde, Bâyezîd-i Bistâmî, niçin "Sübhânî, benim şânım ne yücedir" diye söyledi. Bunun hikmetini söyler misiniz?" diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri, buna da şöyle cevap verdi: "Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; "Yâ Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da arttır." buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i Bistâmî'nin kalbi o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül edemeyerek ufak bir tecelli ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle şeyler söylerdi." Bu îzâhata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, "Allah" diyerek yere yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmıştı, kalbinde o kadar muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeb ile evine götürdü. Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; "Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık değil ise de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır." diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor, talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhata gitmiyordu. Yanlarına dahî, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde tefekküre dalarlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakk'ı zikrederek muhabbetlerini tâzelerlerdi. Bir gün Mevlânâ havuz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i Tebrîzî hazretleri gelip, kitapları sordu ve hepsini suya attı. Kitapların suya atılması üzerine, Mevlânâ; "Âh babamın bulunmaz yazıları gitti." diyerek çok üzüldü. Şems-i Tebrîzî hazretleri elini uzatıp kitapların her birini aldı. Hiçbiri ıslanmamıştı. Mevlânâ "Bu nasıl işdir?" dedi. "Bu zevk ve hâldir. Sen anlamazsın." buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce, ona olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu.

Şems-i Tebrîzî hazretleri, güzel halleri ve kerâmetleri ile meşhûr oldu.

Sirâceddîn anlatır: "Kış mevsiminin ortasıydı. Bir kimse bahçesine gül dikmişti. Bunu Şems-i Tebrîzî'nin bulunduğu bir mecliste; "Efendim! Ben bu günlerde bahçeye gül ağacı diktim. Acaba tutup gül verir mi? Yoksa emeğim boşa mı gider?" diye sordu. Bu kimsenin tereddütlü hâlini gören Şems-i Tebrîzî; "Cenâb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de yaratır." derken, hırkasının altından bir demet gül çıkardı. Orada bulunan bizler bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşırıp kaldık."

Sultânın bir oğlu vardı. Çok yiğit ve yakışıklı idi. Fakat bir şeyi hemen ezberleyemez çok kısa zamanda da unuturdu. Hocaları, onun unutkanlığından usanmışlardı. Babası bir gün Şems-i Tebrîzî'nin huzûruna gelip, oğlunun durumunu anlattı ve himmetini istirhâm edip, Kur'ân-ı kerîm öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabûl buyurup; "İnşâallah her gün Kur'ân-ı kerîmin bir cüzünü (yirmi sahife) ezberler." dedi. Orada bulunanlar, bu söze şaşırdılar. Ertesi günden îtibâren, çocuk derse gelmeye başladı ve her gün yirmi sahife ezberledi. Bir ayda Kur'ân-ı kerîmin tamâmını ezberlemiş oldu.

Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve büyük velîlerden Şemseddîn İbn-i Münîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri şöyle anlatır: "İbn-i Münîr hazretlerinin hastalığı haberi bana ulaşınca, Ebü'l-Abbâs el-Harîsî ve Ebü'l-Abbâs el-Gamrî ile birlikte onu ziyârete niyet ettik. Ertesi günü sabah erkenden, Bâb-ün-nasr denilen yerde buluşup yola çıkmaya karar verdik. Oraya erken gelen ötekileri bekleyecekti. Sabahleyin ben geldiğimde, arkadaşlarımı bulamadım. Oradaki kapıcı; "Onlar buraya geldiler. Epey müddet beklediler. Sonra da, Hânke yolundan çıkıp gittiler." dedi. Ben onlara yetişirim ümîdiyle yola çıktım. Biraz sonra Yemen tarafından gelen bir derviş ile karşılaştım. Bana; "Nereye gidiyorsun?" dedi. "İbn-i Münîr hazretlerine gidiyorum" deyince; "Ben de aynı yere gidiyorum" dedi. Benim bindiğim hayvan topal, vakit de kış günü olduğu için, normalde akşama ancak varabilirdik. Fakat daha güneş az yükselmiş idi ki, birden kendimizi o zâtın yanında bulduk. Yanına girdik. Çok hâlsiz düşmüş, gözlerinde tâkat kalmamıştı. Üç günden beri konuşmadığını öğrendik. Bizim girdiğimizi hissetti, fakat kim olduğumuzu tanıyacak hâlde değildi. "Kimsin?" diye sordu. "Abdülvehhâb" dedim. Bunu duyunca; "Kardeşim, buraya kadar niçin zahmet ettin?" dedi. "İnşâallah bu ziyâretimiz çok hayırlı olur. Sevap kazanırız." dedim. Bana çok duâ etti. Öğle namazından sonra vedâ edip ayrıldım. Hanke'ye geldiğimde ikindi vakti olmuştu. Biraz sonra bulunduğum yere Ebü'l-Abbâs girdi. Benim henüz gitmediğimi yeni geldiğimi zannediyordu. "Haydi, hayvanına bin gidelim" dedi. "Ben oraya gittim, ziyâret ettim. Şimdi geri dönüyorum" dedim. Bu sözüme çok hayret ettiler. İnanmazsanız oraya vardığıma dâir işâretimi de size söyleyebilirim. Meselâ, İbn-i Münîr hazretlerinin yaslandığı yastık kırmızı idi. İsterseniz gidince kontrol edersiniz." dedim. Ben anladım ki, yanına giderken ve gelirken aradaki çok uzak mesâfeyi Allahü teâlânın izni ile çok kısa zamanda almam, hep İbn-i Münîr hazretlerinin bir kerâmetiydi.

Rumeli velîlerinden Şeyh Köstendilli Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri her hafta pazarda dolaşıp geldikten sonra hocasına: "Çarşı pazarda dolaşırken herkesi halleri ne ise, o hallerine uygun olan hayvan sûretinde görüyorum. Yalnız bir genç sipahiyi, asıl sûreti olan insan sûretinde görüyorum. Onu hiç hayvan sûretinde görmedim." diye anlatırdı. Hasan Efendi de bu anlattıkları karşısında sükut eder, bir şey demezdi. Hasan Efendi bir gün o talebesine; "Bizim bu günlerde bir işimiz var. O insan sûretinde gördüğün sipahi genci bana çağır!" dedi. Talebe gidip, o sipâhiyi çağırdı. Sipâhi huzura gelince Hasan Efendi, insanları irşad ve terbiye etmesi için yerine onu tâyin etti. Birkaç gün sonra da vefât etti.

Hasan Efendinin kabri şehir dışında olduğu için bir süre sonra yeri kayboldu. Köstendil sancağı mutasarrıfı Ali Paşazâde Abdi Paşa zamânında ölüm cezâsına çarptırılan bir suçluyu yolda bir ağaca asmışlardı. O ağaç, Hasan Efendinin mezarının karşısına geliyordu. O gece Abdi Paşa rüyâsında Hasan Efendiyi gördü. Hasan Efendi; "O suçluyu niçin benim karşımda astın. Çabuk onu oradan kaldır." dedi. Abdi Paşa korkuyla uyandı ve hayretler içinde kaldı. Tekrar yattı.Yine rüyâsında Hasan Efendiyi çok hiddetli gördü. Abdi Paşa korkarak uyandı ve hemen Kethüdâsını çağırttı. Ağaçta asılı olan suçluyu indirtti. Sabah olunca ulemâyı toplayıp, oralarda evliyâdan hangi zâtın olduğunu sordu. Hiç kimse bilemedi. Köstendil'de bulunan Şeyh Mustafa Efendi bildi ve kabri bizzat bildirdi. Bunun üzerine Abdi Paşa, kabrin üzerine türbe yaptırmak istedi. Hazırlıklarına başladığında bir gece rüyâsında Hasan Efendiyi gördü. Hasan Efendi; "Üstüme türbe yaptırma!" dedi. Bunun üzerine Abdi Paşa kabrin etrâfını kâgir bir duvarla çevirdi. Sıkıntısı olanlar, Hasan Efendinin kabrini ziyâret edip, onu vesile ederek Allahü teâlâya yalvarırlar.

Şeyh Merzübân-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması döneminde şeyhi, Tac'ül-Arifîn Ebü'l-Vefâ hazretlerinin mânevî işaretleriyle on ikinci asır sonlarına doğru Buhara'dan Anadolu'ya gelmiştir. Sivas ili Zara ilçesi yakınlarındaki Tekke köyüne yerleşerek halkı irşâda başlamıştır. Pekçok kerâmetleri görülmüştür. Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad, doğuda bir sefere giderken, yolu üzerindeki Zara'ya uğramış ve Şeyh hazretleriyle görüşüp kerâmetine mazhar olmuştur. Zara ilçesinin bugünkü yerinde "Zaro" isimli bir Ermeninin çifliği vardır. Ağa, sultanı akşam yemeği yedirmek için çiftliğine dâvet eder. Yemekten sonra, 3-4 km uzakta bir ışığın yandığını farkeden Sultan, Zaro Ağaya ışık yanan yerde köy olup olmadığını sorar. Ağa da; "Köy yok efendim, fakat orada bir sarhoş adam var, civar köylerden avane toplayıp âlem yapıyorlar. Bu yüzden zaman zaman bizi de rahatsız ediyorlar." der. Zekî bir insan olan Alâeddin Keykubad, Ağa'nın bu sözlerinden şüphelenip; "Ağa, öyleyse o sarhoşa içki göndermek gerek." der. Sabahleyin bir katır yükü içki yükletip askerleriyle Şeyhe gönderir. Katır, Şeyhin Dergâhına yaklaşınca, daha ileri gitmez. Bunun üzerine içkiyi götüren asker, Şeyhe gidip; "Sultanın kendisine içki gönderdiğini, fakat katır yorulduğu için getiremediğini, içkileri gelip kendisinin almasını söyler." Şeyh hazretleri askere; "Sultanına selam söyle, gönderdiği içkiler yağ bal olsun, askerine yedirsin." der. Asker geri döner, durumu Sultan'a anlatır. Katırdaki yükler indirilir, gerçekten de içkilerin yağ, bal olduğu görülür. Alâeddin Keykubad bu zâtın büyük bir velî olduğunu anlar, gidip elini öpüp hayır duasını ister. Kendisine istediği kadar arazi vakfeder. Şeyh de bu arazilerin gelirleriyle medrese kurdurup yüzlerce insan yetiştirir.

Meşhûr Kafkas kahramânı, âlim ve velî Şeyh Şâmil (rahmetullahi teâlâ aleyh) büyük bir îtinâ ile bütün şartlarına âzamî titizliği göstererek haccını yaptıktan sonra, ömrünü O'nun sünnet-i seniyyesini yaymak için uğraştığı, bu uğurda ölümü göze aldığı, sevgili, muhterem, mübârek Peygamberi, iki cihânın efendisi Muhammed aleyhisselâmın huzûr-ı şerîflerine gitmek için, nûrlu Medîne yollarına düştü. Her an aşkıyla yandığı efendisine yaklaşıyor, şimdiye kadar içinde kopan fırtınalar her geçen sâniye daha da şiddetleniyordu.

Peygamber efendimize olan aşkının çokluğundan ve O'na kavuşmanın heyecânından dolayı gözünden sel gibi gözyaşı akıtan Şeyh Şâmil, sürünerek Resûlullah'ın huzûr-ı şerîflerine geldi. Başta Medîne muhâfızı Hâfız Paşa, seyyidler, dünyânın dört bucağından gelmiş hacılar, onu heyecanla tâkib ediyordu. Kabr-i saâdetlerinin kıble tarafına geçip, mübârek ayak uçlarından Resûlullah'a, gönlünün en derin köşelerinden coşup gelen vecd ile:

"Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Resûlallah!

Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Habîballah!"

Essalâtü ves-selâmü aleyke yâ Seyyidel evvelîne vel-âhirîn!"

diyerek selâm verince, Resûlullah'ın, selâmına mukâbelesi ile şereflendi. Orada bulunanların şâhid olduğu bu hâdiseden sonra Şeyh Şâmil, uzun müddet duâ edip gözyaşı dökerek hasretini giderdi, gönlündeki fırtınaları dindirdi.

Hindistan'da yetişen evliyânın büyüklerinden Şeyh-ul-meşâyıh Behrâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara doğru yolu göstermek için vazifeli olarak Bertâde'de bulunduğu sırada, Cemûn Nehrinin suları yükselip Beytûlî kasabasını sel basma tehlikesi baş göstermişti. Beytûlî kasabasının halkı Kutb-i Rabbânî'ye çok bağlı oldukları için bu tehlike ânında ondan himmet (yardım) istediler. Pâni-pût'a gidip Beytûlî kasabasını teşrif etmesini özellikle arzu ettiklerini belirttiler. Kutb-i Rabbânî bir mektup yazıp onları Bertâde'de bulunan talebesi Şeyh Behrâm'a gönderdi. "Ben gelemiyeceğim. Bu mektubu Bertâde'de bulunan Şeyh Behrâm'a götürüp verin. O muhakkak sizinle gelecek, orada kalacak ve onun bereketiyle Allahü teâlâ sizi bu tehlikeden kurtaracaktır." dedi ve duâ ederek gönderdi. Onlar da emre uyup Şeyh Behrâm'ın huzûruna gittiler. Mektubu verdiler. Şeyh Behrâm mektubu alınca hürmet ve saygı ile ayağa kalktı, mektubu öpüp yüzüne sürdü, okudu ve Beytûlî'ye gitmek üzere yola çıktı. Beytûlî'ye yaklaşınca nehrin kenarına varıp, bastonunu yere vurdu ve oraya yerleşti. Ertesi sabah nehrin suları çekilip kasabadan uzaklaştı. O günden zamânımıza kadar bir daha tehlike olmadı. Bunu gören halkın Şeyh Behrâm'a muhabbet ve bağlılıkları arttı. Şeyh Behrâm da orada yerleşti. Vefât edinceye kadar oradan ayrılmadı. Kabri de oradadır. Çok ziyâret edilip, çâresi bulunmayan hastalar oraya götürülür, oradaki kuyudan su alıp yıkanır. Allahü teâlânın lütfuyla şifâ bulur.

Nakledilir ki: 1647 senesinde Mirzâ Muzaffer, Beytûlî ve çevresini zabtetmesi için bir Hindûyu görevlendirip gönderdi. Dinsiz ve zâlim olan bu Hindû oraya gelince, kasaba halkı çok sıkıntı çekti. Müslümanlara yapmadığı zulüm ve işkence kalmadı. Beytûlî ve civârını istilâ edip, Şeyh-ül-Meşâyıh Behrâm hazretleri'nin türbesinin bulunduğu yeri dahî kendisine bağlamak istedi. Kasaba halkı ve ileri gelenleri, ne kadar mâni olmak istedilerse de fayda vermedi. Yaptığı zulüm ve işkence, insanların canına yetti. O sırada Seyyidlerden biri, Şeyh Behrâm'ın nûrlu kabrine gidip, onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ etti. İki elini yere vurarak; "Ey hazret! Murdar ve zâlim bir Hindû, hizmetçilerinin gününü kara etti. Evlerimizde bir günlük azığımız dahi kalmadı. Biz dünyâda ve âhirette senin mâkamını sığınak edindik. Dünyâda hâlimiz böyle olursa, âhirette hâlimizin nâsıl olacağını Allahü teâlâ bilir. Siz vilâyet sâhibi ve Allahü teâlânın sevgili kulusunuz, bu mel'ûnu îkâz ediniz" diyerek seslendi. Henüz bu sözleri bitirmemişti ki, türbenin dışından kulağına büyük bir gürültü geldi. O zât hemen dışarı koştu. Bir de ne görsün. O kâfirin atı yıkılmış ve iki ayağı da havada kalmıştı. Hayret edip nasıl olduğunu sordu. Orada bulunanlar dediler ki: "O zâlim, bu toprakları istilâ etmek niyetiyle geldi. Birçok kimse nasîhat yoluyla onu vazgeçirmek istediler. Kibrinden ve gurûrundan kimseyi dinlemedi. "Pâdişâhın malını sebepsiz yere niçin kalenderler yesin." dedi ve zabtettiği toprakları ölçen memura işâret etti. Kendisi de kızıp atını ileri sürdü. Birkaç adım gitmeden atı tökezleyip yere yıkıldı. O zâlim eğerden öyle bir sıçradı ki, ayakları havada asılı kaldı." O sırada seyyidin dilinden; "Ey hazret, bu alçağı niçin havada durdurursunuz, niçin toprağa düşüp boynu kırılmaz?" sözleri çıktı. O anda öyle bir düştü ki, orada bulunanlar toprağa çakıldı zannettiler. İnsanlar başına toplandı. Gördüler ki ölmek üzeredir. Adamları onu kaldırıp, Şeyh Behrâm'ın türbesine götürdüler. O seyyid de berâber idi. Kabre yaklaşınca şuuru biraz yerine gelip güçsüzlüğü ve aczi sebebiyle başını yere koydu ve adamlarına dedi ki: "Ey insanlar beni buradan çabuk kaldırın. Siz görmüyorsunuz, fakat beni dövüyorlar. Çabuk, döve döve bu kâfiri dışarı atın diye emreden bir ses işitiyorum." Adamları bunu duyunca, Hindûyu kaldırıp eve götürdüler. Bir divanın üzerine yatırdılar. Biraz sonra divan üzerinde duramayıp yere düştü ve divanın ayakları havaya geldi. Adamları divanı kaldırıp düzelttiler. Onu tekrar divana yasladılar. Tekrar düştü. Tekrar düzeltip oturtmak istediklerinde, öbür taraftan başı yere düşüp ayakları havada kaldı. Ne kadar uğraştılarsa da düzeltemediler. Hayâtından ümidi kesip, ağlamaya, feryâd etmeye başladılar. O dergâhda hizmet edenlerin ayaklarına kapandılar. O kadar yalvardılar ve ısrar ettiler ki, hâllerine acıyıp özürlerini kabûl ettiler. O zâlim, bir parça iyileşti ve oraları istenilen şekilde bırakıp Delhi'ye gitti.

Anadolu velîlerinden Şücâeddîn-i Karamânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün Sultan İkinci Murâd Hân, Edirne'de abdest tâzelemek üzere çıktığı zaman ayağı kayıp düştü. O sırada nûr yüzlü bir kimse peydâ oldu. Sultânı elinden tutup, o tehlikeli hâlden kurtardı ve âniden kayboldu. Sonra Pâdişâh, kendini tehlikeden kurtaran o zâtla görüşmek istedi. Edirne'nin bütün sâlih kimselerini huzûruna dâvet etti. Ancak, dâvet ettiği kimseler arasında aradığı zât yoktu. Nihâyet bütün Edirne halkını bir yere toplatıp, birer birer gözden geçirdikten sonra, aralarında, elinden tutup kurtaran Şücâeddîn Karamânî hazretlerini buldu. Ona hürmet edip, iltifât ve ihsânlarda bulundu. Debbaglar Mahallesinde ona bir mescid ve bir dergâh yaptırdı. Talebelerine Murâdiye evkâfından maaş bağlatıp, ihsânlarda bulundu.