|
MENKIBELER (Ş)
Tâbiînin büyüklerinden,
meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
halîfe Abdülmelik bin Mervân ile arası çok iyiydi. Onun yakın dostu ve sohbet
arkadaşıydı. Anlatılır ki: Şa'bî, Abdülmelik tarafından sefîr (elçi) olarak Rum
Kayserine (Bizans İmparatoruna) gönderilmişti. Vazîfesini yerine getirdikten
sonra, Kayserden bir mektub ile geri dönmüştü. Abdülmelik mektubu okuyunca,
Şa'bî'ye; "Biliyor musun, Kayser mektubunda ne yazmış?" dedi. Şa'bî; "Hayır
bilmiyorum." dedi. Abdülmelik; "Senin dindaşlarının hâline şaşılır, nasıl olmuş
da seni halîfe yapmışlar." dedi. Bunun üzerine Şa'bî; "Ey müminlerin emîri! O
yalnız beni gördü. Seni görmüş olsaydı böyle yazmazdı." dedi. O zaman Abdülmelik,
Şa'bî'ye; "Hayır, o bu yazısı ile seni öldürmek için, beni tahrik etmek
istemiş." dedi. Gerçekten Kayserin o sözleri, bu maksadla yazılmış olduğu, daha
sonra Kayserin kendi ifâdesinden anlaşılmıştır.
Hindistan'da yetişen
evliyânın büyüklerinden Şâh-ı A'lâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında
rivâyet edilir ki: Şâh-ı A'lâ hazretleri'nin tatlıcılık yapan bir
talebesi vardı. Bu talebe biriktirdiği paraları bir kutuya koyup, bir yere
sakladı. Daha sonra ihtiyaç hâsıl olunca, paraları almak istedi. Fakat paraları
bulamadı. Nihâyet gelip hocasına arzetti. O da; "Geri git. İyice ara inşâallah
bulacaksın" buyurdu. "Peki efendim" deyip geri gitti. Tekrar aradı ise de yine
bulamadı. Tekrar gelip arzedince, hemen kalktı ve talebesinin elinden tutup,
berâberce o talebenin evine doğru gittiler. Eve yaklaştıklarında bastonu ile bir
yere işâret edip, oraya bakmasını söyledi. Talebe oraya baktığında kutuyu buldu.
Hocasının yanına gelip ellerine sarıldı. O altınlardan bir miktar hediye etmek
istedi ise de hocası kabûl etmedi. Bunun benzeri bir hâdise de Behâr Hân isminde
bir şahıs için olmuş, kaybettiği parasını Şeyh'in yardımı ile bulmuştur.
Büyük velîlerden Şâh
Şücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile Yahyâ bin Muâz hazretleri
arasında iyi bir dostluk vardı. Aynı bölgede bulundukları halde, Şâh Şücâ, Yahyâ
bin Muâz’ın meclisinde bulunmazdı. "Niçin Yahyâ bin Muâz’ın sohbetlerine
katılmıyorsun?” dediklerinde, “Doğrusu budur.” derdi. Isrâr etmeleri üzerine,
bir gün gidip bir köşede oturdu. Yahyâ bin Muâz konuşamadı ve; “Burada,
konuşmaya benden lâyık birisi vardır.” dedi. Şâh Şücâ, “Benim buraya gelmem
uygun olmaz demedim mi?” dedi.
Gaziantep
velîlerinden Şâh Velî Ayıntabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün
Gaziantep’in ileri gelenlerinden biri, yardımcısı ile, yolda yürürken, câminin
duvarını tâmir eden Şâh Velî ile karşılaştı. O şâhıs, Şâh Velî’ye; “Hoca
ikiylen nasılsın?” diye sordu. Şâh Velî de; “Üçlen iyiyim.” karşılığını verdi. O
şâhıs; ”Niye er kalkmadın?” diye sorduğunda; “Er kalktım da el aldı.” cevâbını
verdi. Yine o zât; “Bir kaz yollasam yolar mısın?” diye sorunca, Şâh Velî; “O
işi iyi beceririm.” dedi. Vedâlaşıp ayrıldıktan sonra o zât yardımcısına; “Biz
ne konuştuk?” diye sordu. Yardımcısı cevap veremedi. Bunun üzerine o zât; “Sen
ki benim yardımcımsın! Bir yaşlının anladığını niçin anlamazsın. Eğer yarına
kadar anlamazsan seni yardımcılıktan azl edeceğim.” dedi. Yardımcı hemen yaşlı
adamı buldu ve; “Siz ne konuştunuz? Ne olur bana söyleyin. Ne isterseniz
vereceğim.” dedi. Şâh Velî ondan câminin tâmir edilmesini istedikten sonra; “O,
ikiylen nasılsın, diyerek yâni ayakların tutuyor mu, kendi işini kendin
yapabiliyor musun demek istedi. Bense, üçlen iyiyim, diyerek o dediklerini
bastonla yapabiliyorum demek istedim. O, niye er kalkmadın, yânî, neden evlenip
çocuk sâhibi olmadın, şimdi onlar bu işi sana bırakmazlardı, demek istedi.
Bense, er kalktım da, el aldı, diyerek evlenip çocuklarımın kız olduklarını,
evlenip gittiklerini bildirdim.” dedi. Yardımcı hemen; “Ya o, bir kaz yollasam
yolar mısın, diyerek ne demek istedi. Şâh Velî; “Bana acıdı ve bana yardım etmek
istedi. Bu iş için de seni gönderdi.” dedi. Yardımcı bunları öğrendikten sonra
câmiyi tâmir ettirdi.
Hindistan'da Bedâyûn
şehrinde yetişen evliyânın büyüklerinden Şeyh Şâhî Mûytâb (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Kâdı Hamîdüddîn Nâgûrî'nin derslerinde yetişti. Kâdı Nâgûrî buna; "Şâhî
rûşen-zamîr (Gönlü aydınlık)" derdi. Onu mezun edip, zamânın büyük âlimlerinden
Mahmûd Mu'îndüz'ün sohbetlerine gönderdi. Oraya giden biriyle haber gönderip;
"Bizim Şâhî'ye hırka verip kendisini mezûn etmemiz uygun olmuş mu? diye sordu.
Bu soruya karşılık o da; "Biz, sizin yaptığınız her şeyi beğeniriz" diye cevap
verdi. Şeyh Şâhî, ilim öğrenmekteki aşk ve gayreti ile kısa zamanda yetişip,
büyük âlimlerden, zamânında bulunan evliyânın önde gelenlerinden oldu. Etrafında
toplanan talebelere ders okutmaya başladı. Herbiri ilim âşığı olan talebelerini
çok sever, onlara ve herkese şefkat ve merhamet gösterirdi. Bir defâsında
talebeleri dışarıda güneş altında bekliyorlardı. Beklemeleri uzun sürünce,
terlemeye ve terleri toprağa damlamaya başladı. Bu hâli farkeden Hâce Şâhî,
hacâmatçıyı (kan alan kimseyi) çağırmalarını istedi. "Onu ne yapacaksınız?" diye
suâl edildiğinde; "Talebelerimden akan ter kadar benden kan almasını istiyeceğim"
buyurdu.
Büyük velîlerden Şems-i
Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hzretleri Konya'ya geldiğinde halk onun
hakkında; "Acabâ bu zât Allahü teâlânın bir velîsi midir?" dediler ve onun
sohbetlerini dinlemeyi arzu ettiler. Şems-i Tebrîzî hazretleri kimseyle görüşmek
istemedi. Konuşmalar çoğalınca, mecbur kalıp; "Benim bir huyum vardır. Nedir
derseniz! Ben bir yahûdî ve hıristiyan gördüğümde onlara Hak teâlânın hak yola
kavuşturması için duâ ederim. Bir kimse ki bana sövse, rencide etse ben yine ona
duâ edip; "Yâ Rabbî! O kimsenin dilini sövmekten kurtar, iyiye çevirip sövmek
yerine tesbihle, tehlille meşgûl olsun demekten başka işim yoktur. Ben velî
olsam olmasam size ne?" buyurdu ve bir zaman insanlarla görüşmekten uzak durdu.
Şems-i Tebrîzî hazretleri
günlerini orada geçirirken, bir gün kapıda oturmuş Allahü teâlânın mahlûkâtı
hakkında tefekkür ediyordu. O sırada Mevlânâ hazretleri talebeleriyle oradan
geçerken, kapı önünde tefekkür hâlindeki, Şems hazretlerine baktı, ona selâm
verdi. Ve yoluna devâm etti. Kendi kendine de; "Bu, yabancı bir kimseye
benziyor. Buralarda böyle birisini hiç görmedim. Ne kadar da nûrlu bir yüzü
var." diye düşünürken âniden atının yularını bir elin tuttuğunu gördü. Atı
durduran Mevlânâ hazretleri, elin sâhibinin o yabancı olduğunu görünce;
"Buyurunuz! Bir arzunuz mu var?" dedi. O da; "İsminizi öğrenmek istiyorum."
deyince, Mevlanâ; "Celâleddîn Muhammed." diye cevap verdi. Bunun üzerine Şems-i
Tebrîzî; "Bir suâlim var. Acabâ Muhammed aleyhisselâm mı, yoksa Bâyezîd-i
Bistâmî mi büyüktür?" diye sordu. Böyle bir soruyu ilk defâ duyan Mevlânâ
hazretleri; "Elbette ki Muhammed aleyhisselâm büyüktür. Bütün mahlûkât ve
Bâyezîd O'nun hürmetine yaratıldı." dedi. Bu cevâbı bekleyen Şems-i Tebrîzî;
"Peki, Muhammed aleyhisselâm; "Biz seni lâyıkıyla bilemedik yâ Rabbî!" dediği
hâlde, Bâyezîd-i Bistâmî, niçin "Sübhânî, benim şânım ne yücedir" diye söyledi.
Bunun hikmetini söyler misiniz?" diyerek tekrar sordu. Mevlânâ hazretleri, buna
da şöyle cevap verdi: "Peygamber efendimizin mübârek kalbi öyle bir deryâ idi
ki, ona ne kadar mârifet, aşk-ı ilâhî tecellî etse, ne kadar muhabbet, Allahü
teâlânın sevgisi dolsa onu içine alır, kuşatırdı. Hattâ daha çoğunu isteyip; "Yâ
Rabbî! Verdiğin bu nîmetleri daha da arttır." buyurdu. Fakat, Bâyezîd-i
Bistâmî'nin kalbi o kadar geniş olmadığı için, ilâhî feyzlere tahammül
edemeyerek ufak bir tecelli ile dolup taşardı. Az bir feyzle taşınca da böyle
şeyler söylerdi." Bu îzâhata hayran kalan Şems-i Tebrîzî, "Allah" diyerek yere
yığıldı. Bayılmıştı. Mevlânâ hazretleri, hemen atından inerek Şems-i Tebrîzî'yi
kucakladı, ayağa kaldırdı. Bu nûr yüzlü zâta çok ısınmıştı, kalbinde o kadar
muhabbet hâsıl olmuştu ki, ayılınca büyük bir hürmet ve edeb ile evine götürdü.
Bu zâtın, geleceğini ilk hocası Seyyid Burhâneddîn hazretlerinin söylediği
Şems-i Tebrîzî olduğunu öğrenince; "Ey muhterem efendim! Gerçi evimiz size lâyık
değil ise de, zât-ı âlinize sâdık bir köle olmaya çalışacağım. Kölenin nesi
varsa efendisinindir. Bundan böyle bu ev sizin, çocuklarım da evlâtlarınızdır."
diyerek hizmetine koşmaya başladı. Gece-gündüz hiç yanından ayrılmayıp, onun
sohbetlerini büyük bir zevk içinde dinlemeye başladı. Ondan hiç ayrılmıyor,
talebelerine ders vermeye, insanlara câmide vâz ü nasîhata gitmiyordu. Yanlarına
dahî, hizmetlerini görmek üzere büyük oğlu Sultan Veled girebilirdi. Her gün
Şems-i Tebrîzî ile sohbet ederler, Allahü teâlânın yarattıkları üzerinde
tefekküre dalarlar, namaz kılarlar, cenâb-ı Hakk'ı zikrederek muhabbetlerini
tâzelerlerdi. Bir gün Mevlânâ havuz kenarındaydı. Yanında kitaplar vardı. Şems-i
Tebrîzî hazretleri gelip, kitapları sordu ve hepsini suya attı. Kitapların suya
atılması üzerine, Mevlânâ; "Âh babamın bulunmaz yazıları gitti." diyerek çok
üzüldü. Şems-i Tebrîzî hazretleri elini uzatıp kitapların her birini aldı.
Hiçbiri ıslanmamıştı. Mevlânâ "Bu nasıl işdir?" dedi. "Bu zevk ve hâldir. Sen
anlamazsın." buyurdu. Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'nin bu kerâmetini görünce, ona
olan bağlılığı daha da artıp, sarsılmaz bir kale gibi oldu.
Şems-i Tebrîzî hazretleri,
güzel halleri ve kerâmetleri ile meşhûr oldu.
Sirâceddîn anlatır: "Kış
mevsiminin ortasıydı. Bir kimse bahçesine gül dikmişti. Bunu Şems-i Tebrîzî'nin
bulunduğu bir mecliste; "Efendim! Ben bu günlerde bahçeye gül ağacı diktim.
Acaba tutup gül verir mi? Yoksa emeğim boşa mı gider?" diye sordu. Bu kimsenin
tereddütlü hâlini gören Şems-i Tebrîzî; "Cenâb-ı Hak isterse, böyle sebepsiz de
yaratır." derken, hırkasının altından bir demet gül çıkardı. Orada bulunan
bizler bu kerâmeti görünce, hayretimizden şaşırıp kaldık."
Sultânın bir oğlu vardı. Çok
yiğit ve yakışıklı idi. Fakat bir şeyi hemen ezberleyemez çok kısa zamanda da
unuturdu. Hocaları, onun unutkanlığından usanmışlardı. Babası bir gün Şems-i
Tebrîzî'nin huzûruna gelip, oğlunun durumunu anlattı ve himmetini istirhâm edip,
Kur'ân-ı kerîm öğretmesini istedi. Şems-i Tebrîzî de kabûl buyurup; "İnşâallah
her gün Kur'ân-ı kerîmin bir cüzünü (yirmi sahife) ezberler." dedi. Orada
bulunanlar, bu söze şaşırdılar. Ertesi günden îtibâren, çocuk derse gelmeye
başladı ve her gün yirmi sahife ezberledi. Bir ayda Kur'ân-ı kerîmin tamâmını
ezberlemiş oldu.
Şâfiî mezhebi âlimlerinden
ve büyük velîlerden Şemseddîn İbn-i Münîr (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri ile ilgili olarak, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî hazretleri şöyle
anlatır: "İbn-i Münîr hazretlerinin hastalığı haberi bana
ulaşınca, Ebü'l-Abbâs el-Harîsî ve Ebü'l-Abbâs el-Gamrî ile birlikte onu
ziyârete niyet ettik. Ertesi günü sabah erkenden, Bâb-ün-nasr denilen yerde
buluşup yola çıkmaya karar verdik. Oraya erken gelen ötekileri bekleyecekti.
Sabahleyin ben geldiğimde, arkadaşlarımı bulamadım. Oradaki kapıcı; "Onlar
buraya geldiler. Epey müddet beklediler. Sonra da, Hânke yolundan çıkıp
gittiler." dedi. Ben onlara yetişirim ümîdiyle yola çıktım. Biraz sonra Yemen
tarafından gelen bir derviş ile karşılaştım. Bana; "Nereye gidiyorsun?" dedi. "İbn-i
Münîr hazretlerine gidiyorum" deyince; "Ben de aynı yere gidiyorum" dedi. Benim
bindiğim hayvan topal, vakit de kış günü olduğu için, normalde akşama ancak
varabilirdik. Fakat daha güneş az yükselmiş idi ki, birden kendimizi o zâtın
yanında bulduk. Yanına girdik. Çok hâlsiz düşmüş, gözlerinde tâkat kalmamıştı.
Üç günden beri konuşmadığını öğrendik. Bizim girdiğimizi hissetti, fakat kim
olduğumuzu tanıyacak hâlde değildi. "Kimsin?" diye sordu. "Abdülvehhâb" dedim.
Bunu duyunca; "Kardeşim, buraya kadar niçin zahmet ettin?" dedi. "İnşâallah bu
ziyâretimiz çok hayırlı olur. Sevap kazanırız." dedim. Bana çok duâ etti. Öğle
namazından sonra vedâ edip ayrıldım. Hanke'ye geldiğimde ikindi vakti olmuştu.
Biraz sonra bulunduğum yere Ebü'l-Abbâs girdi. Benim henüz gitmediğimi yeni
geldiğimi zannediyordu. "Haydi, hayvanına bin gidelim" dedi. "Ben oraya gittim,
ziyâret ettim. Şimdi geri dönüyorum" dedim. Bu sözüme çok hayret ettiler.
İnanmazsanız oraya vardığıma dâir işâretimi de size söyleyebilirim. Meselâ, İbn-i
Münîr hazretlerinin yaslandığı yastık kırmızı idi. İsterseniz gidince kontrol
edersiniz." dedim. Ben anladım ki, yanına giderken ve gelirken aradaki çok uzak
mesâfeyi Allahü teâlânın izni ile çok kısa zamanda almam, hep İbn-i Münîr
hazretlerinin bir kerâmetiydi.
Rumeli velîlerinden Şeyh
Köstendilli Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebelerinden biri her hafta pazarda dolaşıp geldikten sonra hocasına: "Çarşı
pazarda dolaşırken herkesi halleri ne ise, o hallerine uygun olan hayvan
sûretinde görüyorum. Yalnız bir genç sipahiyi, asıl sûreti olan insan sûretinde
görüyorum. Onu hiç hayvan sûretinde görmedim." diye anlatırdı. Hasan Efendi de
bu anlattıkları karşısında sükut eder, bir şey demezdi. Hasan Efendi bir gün o
talebesine; "Bizim bu günlerde bir işimiz var. O insan sûretinde gördüğün sipahi
genci bana çağır!" dedi. Talebe gidip, o sipâhiyi çağırdı. Sipâhi huzura gelince
Hasan Efendi, insanları irşad ve terbiye etmesi için yerine onu tâyin etti.
Birkaç gün sonra da vefât etti.
Hasan Efendinin kabri şehir
dışında olduğu için bir süre sonra yeri kayboldu. Köstendil sancağı mutasarrıfı
Ali Paşazâde Abdi Paşa zamânında ölüm cezâsına çarptırılan bir suçluyu yolda bir
ağaca asmışlardı. O ağaç, Hasan Efendinin mezarının karşısına geliyordu. O gece
Abdi Paşa rüyâsında Hasan Efendiyi gördü. Hasan Efendi; "O suçluyu niçin benim
karşımda astın. Çabuk onu oradan kaldır." dedi. Abdi Paşa korkuyla uyandı ve
hayretler içinde kaldı. Tekrar yattı.Yine rüyâsında Hasan Efendiyi çok hiddetli
gördü. Abdi Paşa korkarak uyandı ve hemen Kethüdâsını çağırttı. Ağaçta asılı
olan suçluyu indirtti. Sabah olunca ulemâyı toplayıp, oralarda evliyâdan hangi
zâtın olduğunu sordu. Hiç kimse bilemedi. Köstendil'de bulunan Şeyh Mustafa
Efendi bildi ve kabri bizzat bildirdi. Bunun üzerine Abdi Paşa, kabrin üzerine
türbe yaptırmak istedi. Hazırlıklarına başladığında bir gece rüyâsında Hasan
Efendiyi gördü. Hasan Efendi; "Üstüme türbe yaptırma!" dedi. Bunun üzerine Abdi
Paşa kabrin etrâfını kâgir bir duvarla çevirdi. Sıkıntısı olanlar, Hasan
Efendinin kabrini ziyâret edip, onu vesile ederek Allahü teâlâya yalvarırlar.
Şeyh Merzübân-ı Velî
(rahmetullahi
teâlâ aleyh) Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslamlaşması döneminde şeyhi, Tac'ül-Arifîn
Ebü'l-Vefâ hazretlerinin mânevî işaretleriyle on ikinci asır sonlarına doğru
Buhara'dan Anadolu'ya gelmiştir. Sivas ili Zara ilçesi yakınlarındaki Tekke
köyüne yerleşerek halkı irşâda başlamıştır. Pekçok kerâmetleri görülmüştür.
Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubad, doğuda bir sefere giderken, yolu
üzerindeki Zara'ya uğramış ve Şeyh hazretleriyle görüşüp kerâmetine mazhar
olmuştur. Zara ilçesinin bugünkü yerinde "Zaro" isimli bir Ermeninin çifliği
vardır. Ağa, sultanı akşam yemeği yedirmek için çiftliğine dâvet eder. Yemekten
sonra, 3-4 km uzakta bir ışığın yandığını farkeden Sultan, Zaro Ağaya ışık yanan
yerde köy olup olmadığını sorar. Ağa da; "Köy yok efendim, fakat orada bir
sarhoş adam var, civar köylerden avane toplayıp âlem yapıyorlar. Bu yüzden zaman
zaman bizi de rahatsız ediyorlar." der. Zekî bir insan olan Alâeddin Keykubad,
Ağa'nın bu sözlerinden şüphelenip; "Ağa, öyleyse o sarhoşa içki göndermek
gerek." der. Sabahleyin bir katır yükü içki yükletip askerleriyle Şeyhe
gönderir. Katır, Şeyhin Dergâhına yaklaşınca, daha ileri gitmez. Bunun üzerine
içkiyi götüren asker, Şeyhe gidip; "Sultanın kendisine içki gönderdiğini, fakat
katır yorulduğu için getiremediğini, içkileri gelip kendisinin almasını söyler."
Şeyh hazretleri askere; "Sultanına selam söyle, gönderdiği içkiler yağ bal
olsun, askerine yedirsin." der. Asker geri döner, durumu Sultan'a anlatır.
Katırdaki yükler indirilir, gerçekten de içkilerin yağ, bal olduğu görülür.
Alâeddin Keykubad bu zâtın büyük bir velî olduğunu anlar, gidip elini öpüp hayır
duasını ister. Kendisine istediği kadar arazi vakfeder. Şeyh de bu arazilerin
gelirleriyle medrese kurdurup yüzlerce insan yetiştirir.
Meşhûr Kafkas kahramânı,
âlim ve velî Şeyh Şâmil (rahmetullahi teâlâ aleyh) büyük bir îtinâ ile
bütün şartlarına âzamî titizliği göstererek haccını yaptıktan sonra, ömrünü
O'nun sünnet-i seniyyesini yaymak için uğraştığı, bu uğurda ölümü göze aldığı,
sevgili, muhterem, mübârek Peygamberi, iki cihânın efendisi Muhammed
aleyhisselâmın huzûr-ı şerîflerine gitmek için, nûrlu Medîne yollarına düştü.
Her an aşkıyla yandığı efendisine yaklaşıyor, şimdiye kadar içinde kopan
fırtınalar her geçen sâniye daha da şiddetleniyordu.
Peygamber efendimize olan
aşkının çokluğundan ve O'na kavuşmanın heyecânından dolayı gözünden sel gibi
gözyaşı akıtan Şeyh Şâmil, sürünerek Resûlullah'ın huzûr-ı şerîflerine geldi.
Başta Medîne muhâfızı Hâfız Paşa, seyyidler, dünyânın dört bucağından gelmiş
hacılar, onu heyecanla tâkib ediyordu. Kabr-i saâdetlerinin kıble tarafına
geçip, mübârek ayak uçlarından Resûlullah'a, gönlünün en derin köşelerinden
coşup gelen vecd ile:
"Essalâtü ves-selâmü
aleyke yâ Resûlallah!
Essalâtü ves-selâmü
aleyke yâ Habîballah!"
Essalâtü ves-selâmü
aleyke yâ Seyyidel evvelîne vel-âhirîn!"
diyerek selâm verince,
Resûlullah'ın, selâmına mukâbelesi ile şereflendi. Orada bulunanların şâhid
olduğu bu hâdiseden sonra Şeyh Şâmil, uzun müddet duâ edip gözyaşı dökerek
hasretini giderdi, gönlündeki fırtınaları dindirdi.
Hindistan'da yetişen
evliyânın büyüklerinden Şeyh-ul-meşâyıh Behrâm (rahmetullahi teâlâ aleyh)
insanlara doğru yolu göstermek için vazifeli olarak Bertâde'de bulunduğu sırada,
Cemûn Nehrinin suları yükselip Beytûlî kasabasını sel basma tehlikesi baş
göstermişti. Beytûlî kasabasının halkı Kutb-i Rabbânî'ye çok bağlı oldukları
için bu tehlike ânında ondan himmet (yardım) istediler. Pâni-pût'a gidip Beytûlî
kasabasını teşrif etmesini özellikle arzu ettiklerini belirttiler. Kutb-i
Rabbânî bir mektup yazıp onları Bertâde'de bulunan talebesi Şeyh Behrâm'a
gönderdi. "Ben gelemiyeceğim. Bu mektubu Bertâde'de bulunan Şeyh Behrâm'a
götürüp verin. O muhakkak sizinle gelecek, orada kalacak ve onun bereketiyle
Allahü teâlâ sizi bu tehlikeden kurtaracaktır." dedi ve duâ ederek gönderdi.
Onlar da emre uyup Şeyh Behrâm'ın huzûruna gittiler. Mektubu verdiler. Şeyh
Behrâm mektubu alınca hürmet ve saygı ile ayağa kalktı, mektubu öpüp yüzüne
sürdü, okudu ve Beytûlî'ye gitmek üzere yola çıktı. Beytûlî'ye yaklaşınca nehrin
kenarına varıp, bastonunu yere vurdu ve oraya yerleşti. Ertesi sabah nehrin
suları çekilip kasabadan uzaklaştı. O günden zamânımıza kadar bir daha tehlike
olmadı. Bunu gören halkın Şeyh Behrâm'a muhabbet ve bağlılıkları arttı. Şeyh
Behrâm da orada yerleşti. Vefât edinceye kadar oradan ayrılmadı. Kabri de
oradadır. Çok ziyâret edilip, çâresi bulunmayan hastalar oraya götürülür,
oradaki kuyudan su alıp yıkanır. Allahü teâlânın lütfuyla şifâ bulur.
Nakledilir ki: 1647
senesinde Mirzâ Muzaffer, Beytûlî ve çevresini zabtetmesi için bir Hindûyu
görevlendirip gönderdi. Dinsiz ve zâlim olan bu Hindû oraya gelince, kasaba
halkı çok sıkıntı çekti. Müslümanlara yapmadığı zulüm ve işkence kalmadı.
Beytûlî ve civârını istilâ edip, Şeyh-ül-Meşâyıh Behrâm hazretleri'nin
türbesinin bulunduğu yeri dahî kendisine bağlamak istedi. Kasaba halkı ve ileri
gelenleri, ne kadar mâni olmak istedilerse de fayda vermedi. Yaptığı zulüm ve
işkence, insanların canına yetti. O sırada Seyyidlerden biri, Şeyh Behrâm'ın
nûrlu kabrine gidip, onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ etti. İki elini yere
vurarak; "Ey hazret! Murdar ve zâlim bir Hindû, hizmetçilerinin gününü kara
etti. Evlerimizde bir günlük azığımız dahi kalmadı. Biz dünyâda ve âhirette
senin mâkamını sığınak edindik. Dünyâda hâlimiz böyle olursa, âhirette hâlimizin
nâsıl olacağını Allahü teâlâ bilir. Siz vilâyet sâhibi ve Allahü teâlânın
sevgili kulusunuz, bu mel'ûnu îkâz ediniz" diyerek seslendi. Henüz bu sözleri
bitirmemişti ki, türbenin dışından kulağına büyük bir gürültü geldi. O zât hemen
dışarı koştu. Bir de ne görsün. O kâfirin atı yıkılmış ve iki ayağı da havada
kalmıştı. Hayret edip nasıl olduğunu sordu. Orada bulunanlar dediler ki: "O
zâlim, bu toprakları istilâ etmek niyetiyle geldi. Birçok kimse nasîhat yoluyla
onu vazgeçirmek istediler. Kibrinden ve gurûrundan kimseyi dinlemedi. "Pâdişâhın
malını sebepsiz yere niçin kalenderler yesin." dedi ve zabtettiği toprakları
ölçen memura işâret etti. Kendisi de kızıp atını ileri sürdü. Birkaç adım
gitmeden atı tökezleyip yere yıkıldı. O zâlim eğerden öyle bir sıçradı ki,
ayakları havada asılı kaldı." O sırada seyyidin dilinden; "Ey hazret, bu alçağı
niçin havada durdurursunuz, niçin toprağa düşüp boynu kırılmaz?" sözleri çıktı.
O anda öyle bir düştü ki, orada bulunanlar toprağa çakıldı zannettiler. İnsanlar
başına toplandı. Gördüler ki ölmek üzeredir. Adamları onu kaldırıp, Şeyh
Behrâm'ın türbesine götürdüler. O seyyid de berâber idi. Kabre yaklaşınca şuuru
biraz yerine gelip güçsüzlüğü ve aczi sebebiyle başını yere koydu ve adamlarına
dedi ki: "Ey insanlar beni buradan çabuk kaldırın. Siz görmüyorsunuz, fakat beni
dövüyorlar. Çabuk, döve döve bu kâfiri dışarı atın diye emreden bir ses
işitiyorum." Adamları bunu duyunca, Hindûyu kaldırıp eve götürdüler. Bir divanın
üzerine yatırdılar. Biraz sonra divan üzerinde duramayıp yere düştü ve divanın
ayakları havaya geldi. Adamları divanı kaldırıp düzelttiler. Onu tekrar divana
yasladılar. Tekrar düştü. Tekrar düzeltip oturtmak istediklerinde, öbür taraftan
başı yere düşüp ayakları havada kaldı. Ne kadar uğraştılarsa da düzeltemediler.
Hayâtından ümidi kesip, ağlamaya, feryâd etmeye başladılar. O dergâhda hizmet
edenlerin ayaklarına kapandılar. O kadar yalvardılar ve ısrar ettiler ki,
hâllerine acıyıp özürlerini kabûl ettiler. O zâlim, bir parça iyileşti ve
oraları istenilen şekilde bırakıp Delhi'ye gitti.
Anadolu velîlerinden
Şücâeddîn-i Karamânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün
Sultan İkinci Murâd Hân, Edirne'de abdest tâzelemek üzere çıktığı zaman ayağı
kayıp düştü. O sırada nûr yüzlü bir kimse peydâ oldu. Sultânı elinden tutup, o
tehlikeli hâlden kurtardı ve âniden kayboldu. Sonra Pâdişâh, kendini tehlikeden
kurtaran o zâtla görüşmek istedi. Edirne'nin bütün sâlih kimselerini huzûruna
dâvet etti. Ancak, dâvet ettiği kimseler arasında aradığı zât yoktu. Nihâyet
bütün Edirne halkını bir yere toplatıp, birer birer gözden geçirdikten sonra,
aralarında, elinden tutup kurtaran Şücâeddîn Karamânî hazretlerini buldu. Ona
hürmet edip, iltifât ve ihsânlarda bulundu. Debbaglar Mahallesinde ona bir
mescid ve bir dergâh yaptırdı. Talebelerine Murâdiye evkâfından maaş bağlatıp,
ihsânlarda bulundu.
|
|