CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MENKIBELER (S)

Türkistan'ın büyük velîlerinden Sa'düddîn-i Kaşgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini çok sevenlerden Pîr Ali anlattı: "Kaftancılık yapardım. Bir gün dükkanımda çalışırken, vergi memuru geldi. Bir sürü hesap yapıp, sonunda benden öyle bir meblâğ istedi ki, onu ödemeğe gücüm yetmezdi. Bu verginin fazla olduğunu, sanatıma göre çok istendiğini anlatmak istedimse de kabûl ettiremedim. Memur, bana hakâret etmeye başladı. Bu sırada hocam Sa'düddîn hazretleri dükkâna geldi. Memuru dinlemeğe başladı. Memurun gittikçe hiddeti artıyordu. Hocam geldiği için, edebimden hiç cevap veremiyordum. Bir ara hocam memurun yanına yaklaşıp; "Memur bey! Lütfen dilinizi tutunuz. Kötü söz söylemeyiniz!" buyurarak, elini memurun omuzuna koydu. O ânda, sanki tonlarca bir ağırlık adamın üzerine konmuş gibi memur yere yıkılıp, bayıldı. Bir müddet sonra hocam merhamet ederek, cemâl nazarıyla memura baktı. O teveccühten sonra, memur kıpırdamaya, kendine gelmeye başladı. Ayıldığında, büyük bir saygıyla hocamdan özür dilemeğe başladı. Hocam da onu affetti. Bu memur, daha sonra hocamın yakın talebelerinden oldu."

Anadolu'da yetişen ve Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hac dönüşünden sonra, insanlar arasına karışmamak ve şöhretten kaçmak için çok gayret gösterdi. İnsanların sohbetlerine olan arzuları da gittikçe arttı. Devletin ileri gelenleri de kendisine çok hürmet ve alâka gösterdiler, istifade etmek için sohbetine gelirlerdi. Mustafa Sâfî Efendinin insanlara irşâd ve rehberlik faâliyeti sâhasının çok genişlediği sıralarda Sultan Mahmûd Han vefât etmiş, yerine Abdülmecîd Han tahta çıkmıştı. Abdülmecîd Han, Mustafa Sâfî Efendiyi çok sever, ikram ve hürmette bulunurdu. Tahta çıktıktan sonra dergahının genişletilmesi, tâmiri ve yeni ilâveler yapılmasını emretmiş ve bu iş için lâzım olan parayı kendi malından verileceğine dâir ferman çıkartmıştı. Bu işi yürütecek husûsî bir memur tâyin etmişti. Pâdişâh bu iş için her ne masraf lâzım olursa, kendisine bildirilmesini, tarafından karşılanacağını ve binâlar yapılırken hiçbir işçinin bir akçe hakkı kalmamasını, yevmiyelerinin, haklarının verilmesini emretmiştir. Vazifelendirilen memur emredildiği gibi hareket ederek dokuz ayda dergâhı ve ilâve yapılarını yaptırıp tamamlamıştır. Dergâhın inşâsı sırasında işçilerden biri bir gün çalışıp sonra ayrılıp başka bir memlekete gitmişti. Bu işçinin yirmi yedi kuruşluk yevmiyesi kendisine verilmek üzere aranmış ancak bir türlü bulunamamıştı. Durum Sâfî Efendiye arzedilince, fakirlere sadaka verilmesini söylemiştir. Dergâhın inşâsı için, o zamanki parayla altmış bin kuruştan fazla masraf yapılmıştır.

Tâbiîn devrinde Basra'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlih bin Beşîr el-Mürrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet eden sâlih bir zât idi. Herkese nasîhat eder, ibretli kıssaları ile insanlara emr-i mârûf yapardı. Çok güzel Kur'ân-ı kerîm okurdu ve çok ağlardı. Sâlih-i Mürrî'nin Kur'ân-ı kerîm okuyuşu, çok hüzünlü ve çok güzel olup, dinleyenlere tesir ederdi. Onun zamânında Bağdat'ta, ondan daha güzel okuyan kimse yoktu. Hattâ bir kerresinde Kur'ân-ı kerîm okurken, bayılıp yere düştü. Kendisi şöyle anlatıyor: Çok ibâdet eden birisine, Ahzâb sûresinin: "O gün, yüzleri Cehennem ateşine döndürülünce, "Eyvah bize! Keşki, biz Allaha itâat etseydik, Peygambere itâat etseydik" diyeceklerdir" meâlindeki 66'ncı âyet-i kerîmesini okuyunca, adam bayılıp düştü ve öldü. Sâlih bin Beşîr de, böyle bayılıp düştükten sonra vefât etmişti.

Anadolu'da yetişen kıymetli velîlerden Seyyid Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, doğurmak üzere olan bir ineği vardı. Bu hayvancağız bir gün evden çıkıp bir komşunun kışın kullanmak üzere yığdığı ot yığınından yemeye başlar. Otun sâhibi komşu, bu hayvanı görünce döğer ve kimin olduğunu sorup öğrenir. Seyyid Abdülazîz hazretlerinin olduğunu anlayınca, kapısına getirip bırakır ve çobanlara; "Hayvanlarınıza neden bakmıyorsunuz, yem vermiyorsunuz." diye bağırıp çağırırken, Seyyid Abdülazîz hazretleri evin avlusuna çıkıp, ne oluyor, diye sorar. Komşu hâdiseyi anlatınca, Seyyid Abdülazîz hazretleri ineğe dönüp; "Bu söylenenler doğru mudur?" deyince, hayvan dile gelir. Gâyet açık bir şekilde cevap verip; "Evet çobanlar bana yem vermiyorlar. Biliyorsunuz yüklüyüm, mecbur kaldım." der. Seyyid hazretleri çoban ve hizmetçilere şöyle bir bakıp içeri girer. Bu kerâmeti gören komşu yaptığına pişman olup, dehşet içinde özür dileyerek oradan ayrılıp gider.

Horasan'ın meşhûr velîlerinden Seyyid Ali Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: "Yedi sene yorgan örtünmedim. Arpa ekmeğinden başka bir şey yemedim. Yedi seneden sonra bir büyük zât gelip güzel bir yorgan ile lezzetli bir yemek getirdi. Bunları Peygamber efendimizin işâretiyle getirdiğini, kabûl etmemi söyledi. Ben de; "Bunun böyle olduğuna dâir bir delîlin var mı?" dedim. O zât tebessüm ederek; "Nasıl bir şâhid istiyorsun?" dedi. "Öyle bir şâhid ki, bana da işâret buyrulsun." dedim. "Senin de Resûlullah efendimize teveccüh etmen gerekir." dedi. O meclisten ayrılıp Resûlullah efendimize teveccüh ettim. Resûlullah efendimizi gördüm. Bana tebessüm buyurup; "O teklif benim işâretimledir." buyurdu. Bunun üzerine o zâtın verdiği şeyleri kabûl ettim.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında nakledilir ki, bir köyde sâlih zâtlardan biri vefât edecegi sırada, cenâze namazını Emîr külâl hazretlerinin kıldırmasını vasiyet etmişti. Fakat Emîr Külâl, uzak bir yerde bulunuyordu. O zât vefât edince, o beldenin âlimleri, velîleri toplandı. Emîr Külâl'in çağrılması için, bulunduğu yere bir kişi gönderelim dediler. Bunun üzerine orada bulunan Şeyh Sûfî; "Haberci göndermenize lüzum yok, bu durum ona Allahü teâlânın izni ile mâlûm olur ve buraya gelir." dedi. Bu arada iki kişi gidip, haber vermek üzere hazırlanmıştı. Tam gidecekleri sırada, Emîr Külâl hazretleri âniden karşıdan gözüktü. Halk onu görünce, karşılamaya koştular ve bu kerâmeti karşısında onu daha çok sevip, bağlandılar. Bundan sonra Emîr Külâl, vefât eden zâtın cenâze namazını kıldırdı ve toplananlarla birlikte kabre götürüp, defnettiler. Cenâze defnedildikten sonra, kalabalık bir cemâat câmide toplandı. Oradaki âlimler, bu iş için kendisine bir işâret ulaşıp, ulaşmadığını ve nasıl mâlûm olduğunu sordular. Bunun üzerine Emîr Külâl hazretleri buyurdu ki: "Ey kardeşlerim, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Kalb, kalbe karşıdır." Yine Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Mümin, müminin aynasıdır." "Her kaptan içindeki sızar." Emîr Külâl bunları söyledikten sonra, halk onun mârifet sahibi büyük bir velî olduğunu anlayıp, kendi kendilerine; "Biz bu zâtın büyüklüğünü bilmiyormuşuz." dediler.

Evliyânın meşhurlarından Seyyid Muslihiddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Merkez Efendiye dâmâd olunca, talebelerden bâzısı gıpta edip talebeler arasında ondan daha ileri kimseler varken acabâ hocamız neden onları tercih etmedi, diye düşünmüşlerdi. Merkez Efendi onların bu düşüncelerini anlayıp bir gece yemekhânede yemekten sonra; "Acabâ içinizden hanginiz bize Seyyid Muslihiddîn'i çağırır?" dedi. Talebeler birbirine bakışıp; "Efendim kapılar kapanmıştır. Seyyid uzak yerdedir. Bu mümkün değildir." dediklerinde; "Biz çağıralım. Görelim kendi gelir mi?" deyip; "Seyyid gel!" diye oturduğu yerden seslendi. Bu hâdiseyi anlatan talebe der ki: "Yatsı namazında Seyyid Muslihiddîn Efendiyi gelmiş gördük. Merkez Efendi onu yanına alıp kulağına bir şeyler söyledi. Namazı kılıp gitti. Bu hâle şaşan talebeler onun kaldığı yere gidip oradakilere; "Bu gece Seyyid Muslihiddîn burada mıydı?" diye sordular. Onlar; "Evet yatsı namazını bizimle kıldı. Sabahtan beri mihrabda oturmaktadır." dediler. Bu hâdiseden sonra Merkez Efendi bâzı düşüncelere kapılan talebelerine; "Nasıl, seyyid bize dâmâd olmaya lâyık mıymış, gördünüz mü?" dedi.

Büyük velîlerden Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Necmüddîn Hasan anlatır: Şehrin vâlisi ava çıkmıştı. Vâlinin önüne bir ceylan çıktı. Vâli avı görünce, ardına düştü ve atını peşinden sürdü. Bir zaman tâkib etti. Fakat yakalayamadı. Önüne bir ırmak çıktı. Avını yakalamak için atını ırmağa sürdü. Irmağı geçmek üzereyken sular yükseldi ve vâli boğulmak tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. O esnâda kıyıdan Sirâceddîn Ömer Halvetî vâliye seslenerek; "Bize âid olan yerlerde hayvanları niçin incitirsiniz. Bir daha böyle yapmayın." deyip elini uzattı. Tuttuğu gibi vâliyi atıyla birlikte çıkarıverdi. Vâli bunu görünce, af dileyip talebeleri arasına girdi.

Osmanlı âlim ve velîlerinden Sivâsî Abdülmecîd Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Sultan Üçüncü Mehmed Han İstanbul'a dâvet ederken, kendi el yazılarıyla şu mektubu yazmışlardı:

"Fazîlet ve kerâmet sâhibi Sivaslı Abdülmecîd Efendi! Merhûm amcan Şemseddîn Efendinin, Eğri seferinde maddî ve mânevî çok yardımlarını gördüm. Döndükten sonra İstanbul'da kalmasını istemiştim. Fakat o arzu etmeyince, ihtiyârlığı sebebiyle memleketine gitmesine izin verdim. Şimdi sizin söz, fiil ve diğer özelliklerinizle ona tam olarak benzediğinizi duydum. İstanbul'u teşrifinizi cân-ü gönülden istiyorum. Hatt-ı şerîfim size ulaştığı zaman ihmal etmeyesiniz." Bu mektup üzerine İstanbul'a geldi.

Zâhirî ve bâtınî ilimlerde yüksek derece sâhibi olan Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî, güzel ahlâk ile ahlâklanmıştı. Birinci Ahmed Hâna sunduğu manzum şikâyetnâmede memleketin ve milletin içinde bulunduğu hâli anlatmış, muvaffakiyet için kendisine adâlet ve meşveret tavsiye etmişti. İslâm dîninin hep ilerlemeyi emr ettiğini anlatmış, gelişmelere karşı çıkan din adamı kılığına girmiş din düşmanlarıyla tarîkatçi geçinen câhil ve sapık kimselerle ve bid'at ehliyle mücâdele etmişti. İstanbul'da vâz, irşâd ve ilim öğretmekle meşgûl iken H.1049 da vefât etti.

 Nakledilir ki: Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, mânevî hâl âleminde, gelip Abdülmecîd Sivâsî'ye; "Benim Mesnevî kitabıma şerh yazmanızı istiyorum." buyurdu. Abdülmecîd Efendi de özür beyân edip; "Hâşâ benim haddim değildir. Sizin inci gibi sözlerinizi şerh etmek bir yana anlamaktan âcizim. Birçok şerhler yazılmıştır. Bizim şerhimize ne gerek var." deyince, Mevlânâ hazretleri; "Onlar da güzel, fakat söz başka hâl başkadır. Benim Mesnevî'mi şerh etmek sizin gibi hâl sâhibi, kelâm ilminde ve tasavvuf mârifetlerinde yüksek birisine gerekir." buyurdu. Abdülmecîd Sivâsî hâl âleminden beşeriyet âlemine dönünce, emri birkaç gün ihmâl etmişti. Bir gün yine hâl âleminde iken Mevlânâ hazretleri zuhûr edip; "Size Mesnevî'me şerh yazın demedim mi?" buyurdu. Abdülmecîd Sivâsî hazretleri özür beyân etmek istediğinde; "Biz şimdi sizi topuz ile îkâz ederiz." buyurdu. Ertesi sabah pâdişâh tarafından iki asker gelip, Şerh yazılmasına dâir fermanı ve yüz altın sikke getirdiler. Abdülmecîd Sivâsî fermanda; "Benim fazîletli pederim, bu saat Mevlânâ hazretlerinin Mesnevî'sine şerh yazılmasını emr ediyorum. Biz de emrolunduk." diye yazılı olduğunu gördü. Hemen emre uyup şerh yazmağa başladı. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin istediği özellikte, nefis bir şerh yazdı.

Van evliyâsından Sofu Baba hazretleri gençliğinde evliyânın büyüklerinden ve Peygamber efendimizin soyundan olan Seyyid Fehîm-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini tanımakla şereflendi. Tanıması şöyle anlatılır:

Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretleri her sene Van'a gelir, Şâbâniye mahallesindeki câmide halka vâz eder, ilim ve edep öğretirdi. Vâzlarına devâm edenler arasında Mustafa Efendi de vardı. Seyyid Fehîm hazretleri sıcak bir yaz günü dersine gelen talebeleri imtihan etmek maksadıyla; "Birisi olsa da Erek Dağından bir tabak kar getirse. Bir karlı su içseydik." buyurdu. Mustafa Efendi sessizce bu işe tâlib oldu. Binbir zorlukla kısa zamanda dağa gidip kar getirdi. O zaman Seyyid Fehîm hazretleri ona ismini sordu ve duâ etti. O sırada Mustafa Efendi'de bâzı haller görüldü ve ağlamaya başladı. Gönlü her şeyden boşalıp muhabbetle doldu. Seyyid Fehîm-i Arvâsî hazretlerine candan âşık oldu. Sonra hocası Van'da kaldığı müddetçe yanından hiç ayrılmadı.

Sofu Baba'nın o târihte ışıklandırma için Arvas'a getirdiği yağ küpünün ve yakılan yağ ile isten kararmış duvarlarının hâlâ Arvas'taki medresede durduğu bildirilmektedir. Seyyid Fehîm hazretlerinin torunu rahmetli Tâhâ Arvas Efendiye, dergâhı ziyâret edenlerce; "Neden bu şekilde bırakıldığı?" sorulduğunda o, Sofu Baba'nın getirdiği küpü göstererek; "Eski mânevî havanın dağılmaması için o zamanki durum silinmesin diye badana yaptırmaya kıyamadık." demiştir.

Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu'da yetişen âlim ve velîlerin büyüklerinden Somuncu Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân'ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan geldi. Elinde bir çömlek vardı. "Selâmün aleyküm baba!" dedi. O da; "Ve aleyküm selâm" diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba'ya verip, içindekinin pişirilmesini ricâ etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine olmayınca, Emîr Sultan'a döndü ve; "Anladım ki, bu çömleği fırına sen süreceksin!" dedi. Emîr Sultan; "Peki" diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının ağzını kapattıktan sonra; "Birazdan pişer bekleyiniz." buyurdu. Bir müddet bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba'nın büyük velîlerden olduğunu anladı. Orada tasavvuf üzerinde bir mikdâr sohbet ederek dost oldular.

Hâmid-i Aksarâyî (Somuncu Baba) hazretleri bir gün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir mikdâr tohum verdi ve; "Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz." buyurdular. Talebe tohumları ekti. Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî, talebesine dönerek; "Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?" buyurunca, talebe son derece utandı ve kendi tarlasını göstererek; "Bu tarla sizindir efendim" dedi. O da, ekinlere bakarak; "Biz âhiret için çalışıyorduk. Acabâ hangi günahımızdan dolayı dünyâmız mâmûr olmaya başladı?" deyip, üzüntüsünü dile getirdi. Hocasının müteessir olduğunu gören talebe, hakîkati söyleyerek üzüntüsünü giderdi.

Afyon'da yaşayan büyük velîlerden Sultan Dîvânî yâni Mehmed Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Burdur'a gitmişti. Burada Mehmed Efendi isminde bir dokumacının evinde misâfir kaldı. Mehmed Efendi tam bir bağlılık, ihlâs ve samîmiyetle Sultan Dîvânî'ye yardım etti. Sultan Dîvânî onun bu derece misâfirperverlik göstermesinden çok memnun oldu ve; "Gel bizim fedâimiz ol ve mükâfatını gör." buyurdu. O da bu dâveti nîmet bilip, kabûl edip, Sultan Dîvânî'ye talebe oldu. Sultan Dîvânî onu oturtup, Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini îzâh ederek okuttu. Sonra; "Artık Mesnevî'yi okutabilirsin." buyurdu. Dokumacılıktan başka bir şey bilmeyen Mehmed Efendi, Sultan Dîvânî'nin teveccüh ve nazarları bereketiyle zâhirî ve bâtınî ilimlerle dolu hâle geldi. Burdur Mevlevî Dergâhı şeyhi oldu.

İbrâhim Gülşenî hazretleri, Mısır'da Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaymak için çalışıyordu. Herkes kâbiliyeti nisbetinde ondan istifâde ediyordu. Onun ismini zamânın sultanı Kansu Gavri de duydu. Zâhirî ve bâtınî himmetlerine kavuşmak için çeşitli ikrâmda bulundu ise de İbrâhim Gülşenî onun bu ihsânlarını kabûl etmedi. Ayrıca, adâlet ve iyilik üzere olması, bozuk îtikâdından ve taşkınlıklardan vazgeçmesi husûsunda tehdîdkâr nasîhatlarda da bulunup, kendisine Allah için buğzettiği intibâını verdi. Bu sırada Kansu Gavri'nin kâtibi Tomanbay, İbrâhim Gülşenî hakkında koğuculukta bulundu ve İbrâhim Gülşenî aleyhine ona eziyet ve sıkıntı vermek için tahrik etti. Bununla da kalmayıp onu zindana attırdı. Bu sırada Yavuz Sultan Selîm Han, Eshâb-ı kirâm düşmanı Şâh İsmâil üzerine sefere karar verince, Kansu Gavri, Şah İsmâil ile anlaşarak Osmanlı ordusunun İran tarafına geçmesine mâni olmak istedi. Sonra Mısır'a yapılan seferde iki ordu Mercidabık'da karşılaştı. Yapılan savaşta Kansu Gavri öldü. Mısır ordusu büyük bir mağlubiyetle geri döndü. Tomanbay, Mısır sultanı oldu. Tomanbay, İbrâhim Gülşenî ve talebelerine daha fazla eziyet etmeye başladı. Bu sırada Sultan Dîvânî Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin mânevî işâreti ile, İbrâhim Gülşenî'yi kurtarmak için Mısır'a gitti.

Sultan Dîvânî, Mısır'da Bulak denilen yerde kendisi için hazırlanan yerde ikâmet etti. Bu sırada bir köşede unutulmuş olan İbrâhim Gülşenî'yi bulunduğu hapishâneye gidip, ziyâret etti. Mânevî bir himâye altında olduğunu müjdeledi. Buradaki sohbet sırasında hapishânenin içi ve dışı insanla doldu. Bunun üzerine Sultan Tomanbay ve devlet ricâli yapılan toplantı netîcesinde, topluluğun dağıtılmasına karar verdi. Görevli askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu yere gelip, halkı dağıtmaya başladıkları sırada Sultan Dîvânî başındaki külahını eline alıp onlara doğru tuttu. Gelen askerlerin hepsine bir hal gelip, kaçmaya başladılar. Külahın karşısına rastlayanların vücudunda vurulmuş gibi izler bulunduğu görüldü. Tomanbay'ın vücûdunun bâzı kısımlarına felç geldi. Bu durum karşısında çâresiz kalan Tomanbay ve devlet erkânı, özürler dileyerek, İbrâhim Gülşenî'yi serbest bırakmak mecburiyetinde kaldı.

Sultan Dîvânî, Mısır'daki vazîfesini tamamladıktan sonra, geri dönmek üzere yola çıktı. Şam'ın bağ ve bahçelerine yaklaştıklarında henüz bahçelerde çiçekler daha yeni açmaya başlamıştı. Sultan Dîvânî'nin gelmekte olduğunu duyanlar, onu karşılamaya çıktılar. Bunlar arasında bağ ve bahçelerin sâhipleri de vardı. Bahçe sâhiplerinden Sultan Dîvânî, kavun karpuz istedi. Onların; "Henüz daha çiçekte ve bir kısmı da daha olmadı." demeleri üzerine; "Belli olanı, bilineni beyâna ne hâcet. Siz gidiniz getiriniz." buyurdu. Bunun üzerine bahçe sâhiplerinden üç kişi koşup, bahçelerinde olgunlaştığını tahmin ettikleri bir karpuz ile kavunu alıp, Sultan Dîvânî'ye hediye ettiler. İlk önce getireninki, olgun çıktı. Ondan sonra getireninki, biraz olmuş, en son getireninki ise henüz olgunlaşmamıştı. Sultan Dîvânî olgunlaşmış olanı kesip, orada bulunanlara ikrâm etti. Kavundan yiyenler, o zamâna kadar o tatta bir kavun yemediklerini söylediler.

Sultan Dîvânî bir müddet Şam'da kaldı. Bu sırada Şam'da bir kâdı vardı. Tasavvuf ehlinin aleyhine çalışırdı. Onlara eziyet ve sıkıntı verirdi. Hattâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin eserlerini satın alıp yakması, tasavvuf ehlini çok üzdü. Onun bu hareketlerinin gayret-i ilâhiyyeye dokunup cezâsını bulmasını bekliyorlardı. Sultan Dîvânî, Şam'ı teşrif edince, kâdının bu durumu arzedildi. "Onun hakkında hüküm verildi." buyurdu. Afyon'a dönerken yolda, Mısır üzerine sefere çıkmış olan Yavuz Sultan Selîm Han ile karşılaşan Sultan Dîvânî, sultana bâzı nasîhatlerde bulundu. Muhyiddîn-i Arabî'nin kabrinin ortaya çıkarılmasını, temizlenip, tâmir ettirilmesi husûsunda Yavuz Sultan Selîm'e teşvik ve kâdının terbiye edilmesi husûsunda nasîhatte bulundu. Sultan Dîvânî, Afyon'a döndükten sonra bir gün âniden; "O kâdı kendi ateşi ile yandı. Onun işi halledildi. Muhyiddîn-i Arabî'nin türbesi temizlenip, tâmir edildi. Mısır, Yavuz Sultan Selîm'e teslim oldu." buyurdu.

Babası Abapûş-i Velî ile Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî arasında nasıl yakınlık ve samimiyet var idiyse, Sultan Dîvânî ile Yavuz Sultan Selîm arasında da o derece yakınlık vardı. Yavuz ekseriyetle mühim ve müşkil zor meselelerde Sultan Dîvânî ile istişâre için mektuplaşırdı. Aldığı cevâba göre hareket etmesiyle o sıkıntısı gider, işleri hayırla netîcelenirdi.

Sultan Dîvânî, ömrünün sonuna doğru ansızın vefât edeceğine dâir bâzı alâmetler gördü. Bir Cumâ günü sohbetten sonra baş ağrıları başladı. Ağrılar günden güne arttı. Ziyâretine gelen sevenleri ilaç almasını söylediklerinde; "Bu baş ağrısı, ölüm habercisidir. Ölümden başkası ile geçmez." buyurdu. Hastalığının ikinci Cumâsında ateşlendi. Rahatsızlığı sebebiyle, sevenlerinin üzülmesini görüp; "Yarın Cumartesidir. O gün biz rahata kavuşuruz." arkasından; "Yarın derd ve ilaç gâilesi düşüncesinden kurtulacağız." buyurdu. Cumartesi günü rûhunu teslim etti. Çok kalabalık bir cemâatle kılınan namazdan sonra Abapûş-i Velî'nin yanına defnedildi.

Sadrâzam Kara Mustafa Paşa, Sultan Dîvânî'nin kerâmetlerini ve yüksek hallerini duyup, onun dergâhına hizmet etmek istedi. Türbesini ve dergâhının baştan başa tâmir ve yenilenmesi için çok miktarda para ve usta gönderdi. Tâmir sırasında âni bir yangın çıktı. Bunun üzerine gerekli hazırlıklar tamamlanıp tekrar tâmir işine başlandı. Bu sırada dergâhın hizmetçilerinden Gülüm Dede, Sultan Dîvânî'yi rüyâsında gördü. Ona; "Ayak ucumda gömülü olan hazîneyi aç. Türbenin tâmiri için lâzım gelen masraflara oradan sarfet. Hiçbir kimseden maddî yardım kabûl etme." diye tenbihte bulundu. Gülüm Dede söylenilen yeri kazınca bir küp altın çıktı. Sadrâzamın memurları bu duruma çok hayret ettiler. Durumu sadrâzama bildirecekleri sırada paşanın ölüm haberi geldi ve dolayısıyla tâmir için gerekli yardımın yapılamayacağı bildirildi. Çıkan altınlar ile Gülüm Dede türbeyi tâmir ettirdi ve kalanını da fakirlere ve Sultan Dîvânî'nin çocuklarına verdi.

Mısır evliyâsının büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Sultân-ül-Ulemâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Moğolların Kâhire'ye saldıracakları haberi geldiğinde Ramazân-ı şerîf ayı idi. Sultan Eyyûb, ordunun hazırlanmasını emretti. Bayramdan sonra düşmanla harb etmeyi uygun gördü. O sırada yanına İzzeddîn bin Abdüsselâm yâni Sultân-ül-Ulemâ geldi ve; "Kalk! Hemen askerlerine haber ver, hiç zaman kaybetmeden harbe çıksınlar!" dedi. Sultan; "Askerler savaşa hazır değil." deyince, İzzeddîn bin Abdüsselâm; "Sen söz dinle ve askerlerinin harbe çıkmasını emret!" dedi. Sultan; "Sen, Allahü teâlânın bize zafer ihsân edeceğinden emin misin?" diye sordu. İzzeddîn bin Abdüsselâm da; "Evet." dedi. Bunun üzerine sultan, askerlerini Moğollarla harb etmeye gönderdi. İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın dediği gibi, müslüman ordusu zafer kazandı. Moğolları Bağdât'a kadar geri çekilmeye zorladılar.

Büyük velîlerden Mevlânâ hazretlerinin babası Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bütün halka vâz ve nasîhat vermesini, Alâeddîn Keykûbâd bir gün ricâ etti. Kaniî denilen yerde bir kürsî kuruldu. Bu yerin etrâfında mezarlık bulunmaktaydı. İnsanlar kürsînin etrâfında toplandılar. Kârîler (Kur'ân-ı kerîmi ezberliyenler) Yâsîn-i şerîfi okuduktan sonra, Sultân-ül-ulemâ hazretleri bu sûreyi tefsîr etmeye başladı. Kıyâmetin kopmasını, kabirden kalkmayı, mahşer meydanına toplanmayı, güneşin bir mızrak boyu yaklaşmasını, insanların grup grup ayrılmasını, defterlerin uçarak ele gelmesini, mîzân terâzisini, sırat köprüsünü, cezâ ve mükafâtı uzun uzun anlattı. Bunları inkâr edenlerin Cehennem'e, kabûl edip de, Ehl-i sünnet îtikâdına uygun inanıp amel edenlerin, Cennet'e gideceğini bildirdi. Öyle anlattı ki, orada bulunanlar içinde ağlamadık kimse kalmadı. O kabristanda yatan bâzı kimseler, Allahü teâlânın emriyle kefenleri boynunda olduğu hâlde kabirlerinden çıktılar ve; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü" dedikten sonra; "Ey Allahın velî kulu! Senin bu anlattıklarının hepsi doğrudur. Biz bu hâlleri burada yaşıyoruz, hepimiz şâhidiz." dediler ve tekrar mezarlarına girdiler. Duâ edilirken de, her kabirden iki el çıkmış olduğu hâlde âmîn sesleri duyuldu. Bu olanları, orada bulunan herkes hayretle görüp işitti.

Konya'da yetişen velîlerin büyüklerinden Sultan Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır: "Babam hazret-i Mevlânâ, birini göndererek beni yanlarına istemişler; hemen huzûr-i şerîflerine çıktım. Bana, tepemden ayağıma kadar dikkatle bakarak, öyle bir teveccüh buyurdular ki, bir hoş olup kendimden geçtim. Bir müddet sonra kendime geldiğimde, tekrar nazar edip teveccüh buyurdular. Bu defâ ölecek gibi oldum. Yine kendimden geçtim. Ayıldığımda tekrar teveccüh ettiler. Kendimden geçtim. Ayıldığımda babam; "Ey Sultan Veled! Önceki teveccühümde, sende öyle bir güzellik ve üstün mertebe gördüm ki, şu ânda hiç kimsede böyle bir mertebe göremiyorum. İkinci teveccühümde başında gâyet güzel Süleymânî taç gördüm. Son teveccühümde, kulağında küpe gördüm ki, ay ve güneş gibi etrâfa ziyâ veriyordu." buyurdu. Birinci nazarlarının îzâhı; bana ihsân ettiği, tasavvuf yolunda kavuşturduğu yüce mertebelerdir. İkinci nazarlarının îzâhı; kendilerinin, bizim ve bütün talebe arkadaşlarımızın başında bulunmasıdır. Üçüncü nazarlarında gördükleri kulağımızdaki küpe ise; oğlumuz Ârif Çelebi'nin büyük bir âlim ve velî olacağına işâretti."

Meşhur velîlerden Süfyân bin Abdullah Yemenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında Aden şehrine gitmişti. Oranın Sultanı, memurlarından bir yahûdîye geniş salâhiyet vermişti. Öyle ki müslümanlar âdetâ bu yahûdînin esiri durumuna düşmüştü. Süfyân bin Abdullah hazretleri, bir fakir kıyâfetinde şehre girdi. O yahûdî bir kürsü üzerine oturmuş, müslüman halkı etrafına toplamıştı. Yahûdîye yaklaşıp Kelime-i şehâdeti söyleyip îmân etmesini istedi. Bu sözlerini duyan yahûdî, gurur ve kibir içinde bağırıp çağırmaya başladı. Askerleri toplayıp Süfyân bin Abdullah hazretlerinin üzerine gönderdi. Ancak ona hiçbir şey yapamadılar. Tekrar şehâdet getirmesini söyledi. Fakat yine müslüman olmadı. Üçüncü defâsında da Kelime-i şehâdeti söylemesini istedi. Direnince, sol eline bir çakı bıçağı alıp yahûdînin boynunu kesti. Bu haber sultana ulaşınca inanamadı. İşin doğru olduğunu anlayınca, kâtili yakalayıp bana getirin diye emir verdi. Askerler yakalamak için yanına gittiler. Fakat bir türlü yaklaşamadılar. Mânen korunuyordu. Müslümanları büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı. Yakalamaya güç yetiremeyince şehri terketmesini istediler. Ancak o bâzı dostları ile istişâre ederek hapsedilmeye râzı oldu. Hapiste ellerini ve ayaklarını bağlamışlardı. Cumâ günü gelince namaza gitmek istedi. Bağladıkları kelepçeler kerâmetiyle çözüldü. Hapishâneden çıkıp câmiye gitti. Câmide sultanın yanına kadar gidip oturdu. Namazdan sonra câmiden çıkıp hapishâneye döndü. Bir müddet daha hapishânede kaldı. Sultan onun büyük bir velî olduğunu iyice anlayıp serbest bıraktı.

İstanbul’un büyük velîlerinden Sümbül Sinan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini Muhammed Çelebi ismindeki bir talebesi anlattı: Osmanlı Pâdişâhı Yavuz Sultan Selim Hân, Şâh İsmâil’i Çaldıran’da mağlûb ettikten sonra, Mısır’ı fethetmek üzere yola çıktı. Şam’a geldiğinde, Mısır’ın fethinin kendisine nasîb olup olamıyacağı düşüncesi zihnini kurcalıyordu. Bunu çok sevdiği Hasan Can’a anlattıktan sonra; “Bizi bu hususta ferahlatacak, Allahü teâlânın dostlarından bir velî varsa, ona niyetimizi anlatalım. Aceb ne buyuracaktır, merâk eder dururum.” buyurdu. Hasan Can da; “Devletlü Sultânım! Emevî Câmiinin bir köşesinde, sabah akşam Allahü teâlâyı zikreden bir derviş var. Belki sizin meselenizi halleder.” dedi. Bunun üzerine Sultan Selim Hân, sabahın erken saatlerinde câmiye gitti. Târif edilen bu zâtı, Allahü teâlâyı zikreder buldu. Yanına varıp selâm verdi. Selim Hân daha bir şey sormadan; “Ey muzaffer Sultan! İnşâallahü teâlâ, cenâb-ı Hak Mısır’ın fethini sana müyesser edecektir. Allahü teâlânın bütün sevdikleri seninle berâberdir. Allahü teâlâ muînin, yardımcın olsun. Mısır’ın fethinden sonra İstanbul’a döndüğünde, oradaki Sünbül Sinân'dan gâfil olma sakın!” dedi. Yavuz Sultan Selim Hân, bu müjdeye ziyâdesiyle memnun oldu. Şükür secdesine kapandı.