|
MENKIBELER (S)
Türkistan'ın büyük
velîlerinden Sa'düddîn-i Kaşgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini
çok sevenlerden Pîr Ali anlattı: "Kaftancılık yapardım. Bir gün dükkanımda
çalışırken, vergi memuru geldi. Bir sürü hesap yapıp, sonunda benden öyle bir
meblâğ istedi ki, onu ödemeğe gücüm yetmezdi. Bu verginin fazla olduğunu,
sanatıma göre çok istendiğini anlatmak istedimse de kabûl ettiremedim. Memur,
bana hakâret etmeye başladı. Bu sırada hocam Sa'düddîn hazretleri dükkâna geldi.
Memuru dinlemeğe başladı. Memurun gittikçe hiddeti artıyordu. Hocam geldiği
için, edebimden hiç cevap veremiyordum. Bir ara hocam memurun yanına yaklaşıp;
"Memur bey! Lütfen dilinizi tutunuz. Kötü söz söylemeyiniz!" buyurarak, elini
memurun omuzuna koydu. O ânda, sanki tonlarca bir ağırlık adamın üzerine konmuş
gibi memur yere yıkılıp, bayıldı. Bir müddet sonra hocam merhamet ederek, cemâl
nazarıyla memura baktı. O teveccühten sonra, memur kıpırdamaya, kendine gelmeye
başladı. Ayıldığında, büyük bir saygıyla hocamdan özür dilemeğe başladı. Hocam
da onu affetti. Bu memur, daha sonra hocamın yakın talebelerinden oldu."
Anadolu'da yetişen ve
Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hac dönüşünden sonra, insanlar arasına
karışmamak ve şöhretten kaçmak için çok gayret gösterdi. İnsanların sohbetlerine
olan arzuları da gittikçe arttı. Devletin ileri gelenleri de kendisine çok
hürmet ve alâka gösterdiler, istifade etmek için sohbetine gelirlerdi. Mustafa
Sâfî Efendinin insanlara irşâd ve rehberlik faâliyeti sâhasının çok genişlediği
sıralarda Sultan Mahmûd Han vefât etmiş, yerine Abdülmecîd Han tahta çıkmıştı.
Abdülmecîd Han, Mustafa Sâfî Efendiyi çok sever, ikram ve hürmette bulunurdu.
Tahta çıktıktan sonra dergahının genişletilmesi, tâmiri ve yeni ilâveler
yapılmasını emretmiş ve bu iş için lâzım olan parayı kendi malından verileceğine
dâir ferman çıkartmıştı. Bu işi yürütecek husûsî bir memur tâyin etmişti.
Pâdişâh bu iş için her ne masraf lâzım olursa, kendisine bildirilmesini,
tarafından karşılanacağını ve binâlar yapılırken hiçbir işçinin bir akçe hakkı
kalmamasını, yevmiyelerinin, haklarının verilmesini emretmiştir.
Vazifelendirilen memur emredildiği gibi hareket ederek dokuz ayda dergâhı ve
ilâve yapılarını yaptırıp tamamlamıştır. Dergâhın inşâsı sırasında işçilerden
biri bir gün çalışıp sonra ayrılıp başka bir memlekete gitmişti. Bu işçinin
yirmi yedi kuruşluk yevmiyesi kendisine verilmek üzere aranmış ancak bir türlü
bulunamamıştı. Durum Sâfî Efendiye arzedilince, fakirlere sadaka verilmesini
söylemiştir. Dergâhın inşâsı için, o zamanki parayla altmış bin kuruştan fazla
masraf yapılmıştır.
Tâbiîn devrinde Basra'da
yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlih bin Beşîr el-Mürrî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet eden sâlih bir zât idi. Herkese
nasîhat eder, ibretli kıssaları ile insanlara emr-i mârûf yapardı. Çok güzel
Kur'ân-ı kerîm okurdu ve çok ağlardı. Sâlih-i Mürrî'nin Kur'ân-ı kerîm okuyuşu,
çok hüzünlü ve çok güzel olup, dinleyenlere tesir ederdi. Onun zamânında
Bağdat'ta, ondan daha güzel okuyan kimse yoktu. Hattâ bir kerresinde Kur'ân-ı
kerîm okurken, bayılıp yere düştü. Kendisi şöyle anlatıyor: Çok ibâdet eden
birisine, Ahzâb sûresinin: "O gün, yüzleri Cehennem ateşine döndürülünce, "Eyvah
bize! Keşki, biz Allaha itâat etseydik, Peygambere itâat etseydik"
diyeceklerdir" meâlindeki 66'ncı âyet-i kerîmesini okuyunca, adam bayılıp düştü
ve öldü. Sâlih bin Beşîr de, böyle bayılıp düştükten sonra vefât etmişti.
Anadolu'da yetişen kıymetli
velîlerden Seyyid Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin,
doğurmak üzere olan bir ineği vardı. Bu hayvancağız bir gün evden çıkıp bir
komşunun kışın kullanmak üzere yığdığı ot yığınından yemeye başlar. Otun sâhibi
komşu, bu hayvanı görünce döğer ve kimin olduğunu sorup öğrenir. Seyyid
Abdülazîz hazretlerinin olduğunu anlayınca, kapısına getirip bırakır ve
çobanlara; "Hayvanlarınıza neden bakmıyorsunuz, yem vermiyorsunuz." diye bağırıp
çağırırken, Seyyid Abdülazîz hazretleri evin avlusuna çıkıp, ne oluyor, diye
sorar. Komşu hâdiseyi anlatınca, Seyyid Abdülazîz hazretleri ineğe dönüp; "Bu
söylenenler doğru mudur?" deyince, hayvan dile gelir. Gâyet açık bir şekilde
cevap verip; "Evet çobanlar bana yem vermiyorlar. Biliyorsunuz yüklüyüm, mecbur
kaldım." der. Seyyid hazretleri çoban ve hizmetçilere şöyle bir bakıp içeri
girer. Bu kerâmeti gören komşu yaptığına pişman olup, dehşet içinde özür
dileyerek oradan ayrılıp gider.
Horasan'ın meşhûr
velîlerinden Seyyid Ali Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle
anlatmıştır: "Yedi sene yorgan örtünmedim. Arpa ekmeğinden başka bir şey
yemedim. Yedi seneden sonra bir büyük zât gelip güzel bir yorgan ile lezzetli
bir yemek getirdi. Bunları Peygamber efendimizin işâretiyle getirdiğini, kabûl
etmemi söyledi. Ben de; "Bunun böyle olduğuna dâir bir delîlin var mı?" dedim. O
zât tebessüm ederek; "Nasıl bir şâhid istiyorsun?" dedi. "Öyle bir şâhid ki,
bana da işâret buyrulsun." dedim. "Senin de Resûlullah efendimize teveccüh etmen
gerekir." dedi. O meclisten ayrılıp Resûlullah efendimize teveccüh ettim.
Resûlullah efendimizi gördüm. Bana tebessüm buyurup; "O teklif benim
işâretimledir." buyurdu. Bunun üzerine o zâtın verdiği şeyleri kabûl ettim.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr külâl
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında nakledilir ki, bir köyde
sâlih zâtlardan biri vefât edecegi sırada, cenâze namazını Emîr külâl
hazretlerinin kıldırmasını vasiyet etmişti. Fakat Emîr Külâl, uzak bir yerde
bulunuyordu. O zât vefât edince, o beldenin âlimleri, velîleri toplandı. Emîr
Külâl'in çağrılması için, bulunduğu yere bir kişi gönderelim dediler. Bunun
üzerine orada bulunan Şeyh Sûfî; "Haberci göndermenize lüzum yok, bu durum ona
Allahü teâlânın izni ile mâlûm olur ve buraya gelir." dedi. Bu arada iki kişi
gidip, haber vermek üzere hazırlanmıştı. Tam gidecekleri sırada, Emîr Külâl
hazretleri âniden karşıdan gözüktü. Halk onu görünce, karşılamaya koştular ve bu
kerâmeti karşısında onu daha çok sevip, bağlandılar. Bundan sonra Emîr Külâl,
vefât eden zâtın cenâze namazını kıldırdı ve toplananlarla birlikte kabre
götürüp, defnettiler. Cenâze defnedildikten sonra, kalabalık bir cemâat câmide
toplandı. Oradaki âlimler, bu iş için kendisine bir işâret ulaşıp, ulaşmadığını
ve nasıl mâlûm olduğunu sordular. Bunun üzerine Emîr Külâl hazretleri buyurdu
ki: "Ey kardeşlerim, Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Kalb, kalbe karşıdır."
Yine Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Mümin, müminin aynasıdır." "Her kaptan
içindeki sızar." Emîr Külâl bunları söyledikten sonra, halk onun mârifet sahibi
büyük bir velî olduğunu anlayıp, kendi kendilerine; "Biz bu zâtın büyüklüğünü
bilmiyormuşuz." dediler.
Evliyânın meşhurlarından
Seyyid Muslihiddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Merkez Efendiye dâmâd
olunca, talebelerden bâzısı gıpta edip talebeler arasında ondan daha ileri
kimseler varken acabâ hocamız neden onları tercih etmedi, diye düşünmüşlerdi.
Merkez Efendi onların bu düşüncelerini anlayıp bir gece yemekhânede yemekten
sonra; "Acabâ içinizden hanginiz bize Seyyid Muslihiddîn'i çağırır?" dedi.
Talebeler birbirine bakışıp; "Efendim kapılar kapanmıştır. Seyyid uzak yerdedir.
Bu mümkün değildir." dediklerinde; "Biz çağıralım. Görelim kendi gelir mi?"
deyip; "Seyyid gel!" diye oturduğu yerden seslendi. Bu hâdiseyi anlatan talebe
der ki: "Yatsı namazında Seyyid Muslihiddîn Efendiyi gelmiş gördük. Merkez
Efendi onu yanına alıp kulağına bir şeyler söyledi. Namazı kılıp gitti. Bu hâle
şaşan talebeler onun kaldığı yere gidip oradakilere; "Bu gece Seyyid Muslihiddîn
burada mıydı?" diye sordular. Onlar; "Evet yatsı namazını bizimle kıldı.
Sabahtan beri mihrabda oturmaktadır." dediler. Bu hâdiseden sonra Merkez Efendi
bâzı düşüncelere kapılan talebelerine; "Nasıl, seyyid bize dâmâd olmaya lâyık
mıymış, gördünüz mü?" dedi.
Büyük velîlerden
Sirâceddîn Ömer Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili
olarak, Necmüddîn Hasan anlatır: Şehrin vâlisi ava çıkmıştı. Vâlinin önüne bir
ceylan çıktı. Vâli avı görünce, ardına düştü ve atını peşinden sürdü. Bir zaman
tâkib etti. Fakat yakalayamadı. Önüne bir ırmak çıktı. Avını yakalamak için
atını ırmağa sürdü. Irmağı geçmek üzereyken sular yükseldi ve vâli boğulmak
tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. O esnâda kıyıdan Sirâceddîn Ömer Halvetî
vâliye seslenerek; "Bize âid olan yerlerde hayvanları niçin incitirsiniz.
Bir daha böyle yapmayın." deyip elini uzattı. Tuttuğu gibi vâliyi atıyla
birlikte çıkarıverdi. Vâli bunu görünce, af dileyip talebeleri arasına girdi.
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Sivâsî Abdülmecîd Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Sultan
Üçüncü Mehmed Han İstanbul'a dâvet ederken, kendi el yazılarıyla şu mektubu
yazmışlardı:
"Fazîlet ve kerâmet sâhibi
Sivaslı Abdülmecîd Efendi! Merhûm amcan Şemseddîn Efendinin, Eğri seferinde
maddî ve mânevî çok yardımlarını gördüm. Döndükten sonra İstanbul'da kalmasını
istemiştim. Fakat o arzu etmeyince, ihtiyârlığı sebebiyle memleketine gitmesine
izin verdim. Şimdi sizin söz, fiil ve diğer özelliklerinizle ona tam olarak
benzediğinizi duydum. İstanbul'u teşrifinizi cân-ü gönülden istiyorum. Hatt-ı
şerîfim size ulaştığı zaman ihmal etmeyesiniz." Bu mektup üzerine İstanbul'a
geldi.
Zâhirî ve bâtınî ilimlerde
yüksek derece sâhibi olan Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî, güzel ahlâk ile ahlâklanmıştı.
Birinci Ahmed Hâna sunduğu manzum şikâyetnâmede memleketin ve milletin içinde
bulunduğu hâli anlatmış, muvaffakiyet için kendisine adâlet ve meşveret tavsiye
etmişti. İslâm dîninin hep ilerlemeyi emr ettiğini anlatmış, gelişmelere karşı
çıkan din adamı kılığına girmiş din düşmanlarıyla tarîkatçi geçinen câhil ve
sapık kimselerle ve bid'at ehliyle mücâdele etmişti. İstanbul'da vâz, irşâd ve
ilim öğretmekle meşgûl iken H.1049 da vefât etti.
Nakledilir ki: Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî hazretleri, mânevî hâl âleminde, gelip Abdülmecîd Sivâsî'ye;
"Benim Mesnevî kitabıma şerh yazmanızı istiyorum." buyurdu. Abdülmecîd Efendi de
özür beyân edip; "Hâşâ benim haddim değildir. Sizin inci gibi sözlerinizi şerh
etmek bir yana anlamaktan âcizim. Birçok şerhler yazılmıştır. Bizim şerhimize ne
gerek var." deyince, Mevlânâ hazretleri; "Onlar da güzel, fakat söz başka hâl
başkadır. Benim Mesnevî'mi şerh etmek sizin gibi hâl sâhibi, kelâm ilminde ve
tasavvuf mârifetlerinde yüksek birisine gerekir." buyurdu. Abdülmecîd Sivâsî hâl
âleminden beşeriyet âlemine dönünce, emri birkaç gün ihmâl etmişti. Bir gün yine
hâl âleminde iken Mevlânâ hazretleri zuhûr edip; "Size Mesnevî'me şerh yazın
demedim mi?" buyurdu. Abdülmecîd Sivâsî hazretleri özür beyân etmek istediğinde;
"Biz şimdi sizi topuz ile îkâz ederiz." buyurdu. Ertesi sabah pâdişâh tarafından
iki asker gelip, Şerh yazılmasına dâir fermanı ve yüz altın sikke getirdiler.
Abdülmecîd Sivâsî fermanda; "Benim fazîletli pederim, bu saat Mevlânâ
hazretlerinin Mesnevî'sine şerh yazılmasını emr ediyorum. Biz de emrolunduk."
diye yazılı olduğunu gördü. Hemen emre uyup şerh yazmağa başladı. Mevlânâ
Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin istediği özellikte, nefis bir şerh yazdı.
Van evliyâsından Sofu
Baba hazretleri gençliğinde evliyânın büyüklerinden ve Peygamber efendimizin
soyundan olan Seyyid Fehîm-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini
tanımakla şereflendi. Tanıması şöyle anlatılır:
Seyyid Fehîm-i Arvâsî
hazretleri her sene Van'a gelir, Şâbâniye mahallesindeki câmide halka vâz eder,
ilim ve edep öğretirdi. Vâzlarına devâm edenler arasında Mustafa Efendi de
vardı. Seyyid Fehîm hazretleri sıcak bir yaz günü dersine gelen talebeleri
imtihan etmek maksadıyla; "Birisi olsa da Erek Dağından bir tabak kar getirse.
Bir karlı su içseydik." buyurdu. Mustafa Efendi sessizce bu işe tâlib oldu.
Binbir zorlukla kısa zamanda dağa gidip kar getirdi. O zaman Seyyid Fehîm
hazretleri ona ismini sordu ve duâ etti. O sırada Mustafa Efendi'de bâzı haller
görüldü ve ağlamaya başladı. Gönlü her şeyden boşalıp muhabbetle doldu. Seyyid
Fehîm-i Arvâsî hazretlerine candan âşık oldu. Sonra hocası Van'da kaldığı
müddetçe yanından hiç ayrılmadı.
Sofu Baba'nın o târihte
ışıklandırma için Arvas'a getirdiği yağ küpünün ve yakılan yağ ile isten
kararmış duvarlarının hâlâ Arvas'taki medresede durduğu bildirilmektedir. Seyyid
Fehîm hazretlerinin torunu rahmetli Tâhâ Arvas Efendiye, dergâhı ziyâret
edenlerce; "Neden bu şekilde bırakıldığı?" sorulduğunda o, Sofu Baba'nın
getirdiği küpü göstererek; "Eski mânevî havanın dağılmaması için o zamanki durum
silinmesin diye badana yaptırmaya kıyamadık." demiştir.
Osmanlı Devletinin kuruluş
yıllarında Anadolu'da yetişen âlim ve velîlerin büyüklerinden Somuncu Baba
(rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün fırına ekmeklerini sürdü. Pişmesini
beklerken, yanına Pâdişâh Yıldırım Bâyezîd Hân'ın dâmâdı Seyyid Emîr Sultan
geldi. Elinde bir çömlek vardı. "Selâmün aleyküm baba!" dedi. O da; "Ve aleyküm
selâm" diyerek birbirlerine bakıştılar. Başka hiçbir kelime konuşmadan
tanıştılar. Emîr Sultan, elindeki yemek çömleğini Somuncu Baba'ya verip,
içindekinin pişirilmesini ricâ etti. Somuncu Baba, kabı alıp fırının ağzından
içeri sürmek istediyse de, çömleği fırına sokamadı. Bir daha denedi, yine
olmayınca, Emîr Sultan'a döndü ve; "Anladım ki, bu çömleği fırına sen
süreceksin!" dedi. Emîr Sultan; "Peki" diyerek çömleği aldı ve fırının gözünden
içeri rahatlıkla sürdü. Fakat fırında hiç ateş yoktu. Somuncu Baba fırının
ağzını kapattıktan sonra; "Birazdan pişer bekleyiniz." buyurdu. Bir müddet
bekledikten sonra kapak açıldı. Fırında hiç ateş olmadığı hâlde yemeğin
piştiğini gören Emîr Sultan, Somuncu Baba'nın büyük velîlerden olduğunu anladı.
Orada tasavvuf üzerinde bir mikdâr sohbet ederek dost oldular.
Hâmid-i Aksarâyî (Somuncu
Baba) hazretleri bir gün zirâatla uğraşan talebelerinden birine bir mikdâr tohum
verdi ve; "Bu tohumların yarısını, tarlanızın bir kısmına sizin için, yarısını
da tarlanızın bir kısmına bizim için ekiniz." buyurdular. Talebe tohumları ekti.
Ekinlerin yetiştiği mevsimde tarlaya gittiler. Talebenin tarlasında fevkalâde
güzel yetişmiş bir ekin vardı. Diğerinde hiç ekin bitmemişti. Hâmid-i Velî,
talebesine dönerek; "Bu tarlalardan hangisi bizim, hangisi sizindir?" buyurunca,
talebe son derece utandı ve kendi tarlasını göstererek; "Bu tarla sizindir
efendim" dedi. O da, ekinlere bakarak; "Biz âhiret için çalışıyorduk. Acabâ
hangi günahımızdan dolayı dünyâmız mâmûr olmaya başladı?" deyip, üzüntüsünü dile
getirdi. Hocasının müteessir olduğunu gören talebe, hakîkati söyleyerek
üzüntüsünü giderdi.
Afyon'da yaşayan büyük
velîlerden Sultan Dîvânî yâni Mehmed Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, Burdur'a gitmişti. Burada Mehmed Efendi isminde bir dokumacının
evinde misâfir kaldı. Mehmed Efendi tam bir bağlılık, ihlâs ve samîmiyetle
Sultan Dîvânî'ye yardım etti. Sultan Dîvânî onun bu derece misâfirperverlik
göstermesinden çok memnun oldu ve; "Gel bizim fedâimiz ol ve mükâfatını gör."
buyurdu. O da bu dâveti nîmet bilip, kabûl edip, Sultan Dîvânî'ye talebe oldu.
Sultan Dîvânî onu oturtup, Mesnevî'nin ilk on sekiz beytini îzâh ederek okuttu.
Sonra; "Artık Mesnevî'yi okutabilirsin." buyurdu. Dokumacılıktan başka bir şey
bilmeyen Mehmed Efendi, Sultan Dîvânî'nin teveccüh ve nazarları bereketiyle
zâhirî ve bâtınî ilimlerle dolu hâle geldi. Burdur Mevlevî Dergâhı şeyhi oldu.
İbrâhim Gülşenî hazretleri,
Mısır'da Allahü teâlânın emir ve yasaklarını yaymak için çalışıyordu. Herkes
kâbiliyeti nisbetinde ondan istifâde ediyordu. Onun ismini zamânın sultanı Kansu
Gavri de duydu. Zâhirî ve bâtınî himmetlerine kavuşmak için çeşitli ikrâmda
bulundu ise de İbrâhim Gülşenî onun bu ihsânlarını kabûl etmedi. Ayrıca, adâlet
ve iyilik üzere olması, bozuk îtikâdından ve taşkınlıklardan vazgeçmesi
husûsunda tehdîdkâr nasîhatlarda da bulunup, kendisine Allah için buğzettiği
intibâını verdi. Bu sırada Kansu Gavri'nin kâtibi Tomanbay, İbrâhim Gülşenî
hakkında koğuculukta bulundu ve İbrâhim Gülşenî aleyhine ona eziyet ve sıkıntı
vermek için tahrik etti. Bununla da kalmayıp onu zindana attırdı. Bu sırada
Yavuz Sultan Selîm Han, Eshâb-ı kirâm düşmanı Şâh İsmâil üzerine sefere karar
verince, Kansu Gavri, Şah İsmâil ile anlaşarak Osmanlı ordusunun İran tarafına
geçmesine mâni olmak istedi. Sonra Mısır'a yapılan seferde iki ordu
Mercidabık'da karşılaştı. Yapılan savaşta Kansu Gavri öldü. Mısır ordusu büyük
bir mağlubiyetle geri döndü. Tomanbay, Mısır sultanı oldu. Tomanbay, İbrâhim
Gülşenî ve talebelerine daha fazla eziyet etmeye başladı. Bu sırada Sultan
Dîvânî Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin mânevî işâreti ile, İbrâhim Gülşenî'yi
kurtarmak için Mısır'a gitti.
Sultan Dîvânî, Mısır'da
Bulak denilen yerde kendisi için hazırlanan yerde ikâmet etti. Bu sırada bir
köşede unutulmuş olan İbrâhim Gülşenî'yi bulunduğu hapishâneye gidip, ziyâret
etti. Mânevî bir himâye altında olduğunu müjdeledi. Buradaki sohbet sırasında
hapishânenin içi ve dışı insanla doldu. Bunun üzerine Sultan Tomanbay ve devlet
ricâli yapılan toplantı netîcesinde, topluluğun dağıtılmasına karar verdi.
Görevli askerler Sultan Dîvânî'nin bulunduğu yere gelip, halkı dağıtmaya
başladıkları sırada Sultan Dîvânî başındaki külahını eline alıp onlara doğru
tuttu. Gelen askerlerin hepsine bir hal gelip, kaçmaya başladılar. Külahın
karşısına rastlayanların vücudunda vurulmuş gibi izler bulunduğu görüldü.
Tomanbay'ın vücûdunun bâzı kısımlarına felç geldi. Bu durum karşısında çâresiz
kalan Tomanbay ve devlet erkânı, özürler dileyerek, İbrâhim Gülşenî'yi serbest
bırakmak mecburiyetinde kaldı.
Sultan Dîvânî, Mısır'daki
vazîfesini tamamladıktan sonra, geri dönmek üzere yola çıktı. Şam'ın bağ ve
bahçelerine yaklaştıklarında henüz bahçelerde çiçekler daha yeni açmaya
başlamıştı. Sultan Dîvânî'nin gelmekte olduğunu duyanlar, onu karşılamaya
çıktılar. Bunlar arasında bağ ve bahçelerin sâhipleri de vardı. Bahçe
sâhiplerinden Sultan Dîvânî, kavun karpuz istedi. Onların; "Henüz daha çiçekte
ve bir kısmı da daha olmadı." demeleri üzerine; "Belli olanı, bilineni beyâna ne
hâcet. Siz gidiniz getiriniz." buyurdu. Bunun üzerine bahçe sâhiplerinden üç
kişi koşup, bahçelerinde olgunlaştığını tahmin ettikleri bir karpuz ile kavunu
alıp, Sultan Dîvânî'ye hediye ettiler. İlk önce getireninki, olgun çıktı. Ondan
sonra getireninki, biraz olmuş, en son getireninki ise henüz olgunlaşmamıştı.
Sultan Dîvânî olgunlaşmış olanı kesip, orada bulunanlara ikrâm etti. Kavundan
yiyenler, o zamâna kadar o tatta bir kavun yemediklerini söylediler.
Sultan Dîvânî bir müddet
Şam'da kaldı. Bu sırada Şam'da bir kâdı vardı. Tasavvuf ehlinin aleyhine
çalışırdı. Onlara eziyet ve sıkıntı verirdi. Hattâ Muhyiddîn-i Arabî
hazretlerinin eserlerini satın alıp yakması, tasavvuf ehlini çok üzdü. Onun bu
hareketlerinin gayret-i ilâhiyyeye dokunup cezâsını bulmasını bekliyorlardı.
Sultan Dîvânî, Şam'ı teşrif edince, kâdının bu durumu arzedildi. "Onun hakkında
hüküm verildi." buyurdu. Afyon'a dönerken yolda, Mısır üzerine sefere çıkmış
olan Yavuz Sultan Selîm Han ile karşılaşan Sultan Dîvânî, sultana bâzı
nasîhatlerde bulundu. Muhyiddîn-i Arabî'nin kabrinin ortaya çıkarılmasını,
temizlenip, tâmir ettirilmesi husûsunda Yavuz Sultan Selîm'e teşvik ve kâdının
terbiye edilmesi husûsunda nasîhatte bulundu. Sultan Dîvânî, Afyon'a döndükten
sonra bir gün âniden; "O kâdı kendi ateşi ile yandı. Onun işi halledildi.
Muhyiddîn-i Arabî'nin türbesi temizlenip, tâmir edildi. Mısır, Yavuz Sultan
Selîm'e teslim oldu." buyurdu.
Babası Abapûş-i Velî ile
Sultan İkinci Bâyezîd-i Velî arasında nasıl yakınlık ve samimiyet var idiyse,
Sultan Dîvânî ile Yavuz Sultan Selîm arasında da o derece yakınlık vardı. Yavuz
ekseriyetle mühim ve müşkil zor meselelerde Sultan Dîvânî ile istişâre için
mektuplaşırdı. Aldığı cevâba göre hareket etmesiyle o sıkıntısı gider, işleri
hayırla netîcelenirdi.
Sultan Dîvânî, ömrünün
sonuna doğru ansızın vefât edeceğine dâir bâzı alâmetler gördü. Bir Cumâ günü
sohbetten sonra baş ağrıları başladı. Ağrılar günden güne arttı. Ziyâretine
gelen sevenleri ilaç almasını söylediklerinde; "Bu baş ağrısı, ölüm
habercisidir. Ölümden başkası ile geçmez." buyurdu. Hastalığının ikinci
Cumâsında ateşlendi. Rahatsızlığı sebebiyle, sevenlerinin üzülmesini görüp;
"Yarın Cumartesidir. O gün biz rahata kavuşuruz." arkasından; "Yarın derd ve
ilaç gâilesi düşüncesinden kurtulacağız." buyurdu. Cumartesi günü rûhunu teslim
etti. Çok kalabalık bir cemâatle kılınan namazdan sonra Abapûş-i Velî'nin yanına
defnedildi.
Sadrâzam Kara Mustafa Paşa,
Sultan Dîvânî'nin kerâmetlerini ve yüksek hallerini duyup, onun dergâhına hizmet
etmek istedi. Türbesini ve dergâhının baştan başa tâmir ve yenilenmesi için çok
miktarda para ve usta gönderdi. Tâmir sırasında âni bir yangın çıktı. Bunun
üzerine gerekli hazırlıklar tamamlanıp tekrar tâmir işine başlandı. Bu sırada
dergâhın hizmetçilerinden Gülüm Dede, Sultan Dîvânî'yi rüyâsında gördü. Ona;
"Ayak ucumda gömülü olan hazîneyi aç. Türbenin tâmiri için lâzım gelen
masraflara oradan sarfet. Hiçbir kimseden maddî yardım kabûl etme." diye
tenbihte bulundu. Gülüm Dede söylenilen yeri kazınca bir küp altın çıktı.
Sadrâzamın memurları bu duruma çok hayret ettiler. Durumu sadrâzama
bildirecekleri sırada paşanın ölüm haberi geldi ve dolayısıyla tâmir için
gerekli yardımın yapılamayacağı bildirildi. Çıkan altınlar ile Gülüm Dede
türbeyi tâmir ettirdi ve kalanını da fakirlere ve Sultan Dîvânî'nin çocuklarına
verdi.
Mısır evliyâsının
büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Sultân-ül-Ulemâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) zamânında Moğolların Kâhire'ye saldıracakları haberi geldiğinde
Ramazân-ı şerîf ayı idi. Sultan Eyyûb, ordunun hazırlanmasını emretti. Bayramdan
sonra düşmanla harb etmeyi uygun gördü. O sırada yanına İzzeddîn bin Abdüsselâm
yâni Sultân-ül-Ulemâ geldi ve; "Kalk! Hemen askerlerine haber ver, hiç
zaman kaybetmeden harbe çıksınlar!" dedi. Sultan; "Askerler savaşa hazır değil."
deyince, İzzeddîn bin Abdüsselâm; "Sen söz dinle ve askerlerinin harbe çıkmasını
emret!" dedi. Sultan; "Sen, Allahü teâlânın bize zafer ihsân edeceğinden emin
misin?" diye sordu. İzzeddîn bin Abdüsselâm da; "Evet." dedi. Bunun üzerine
sultan, askerlerini Moğollarla harb etmeye gönderdi. İzzeddîn bin Abdüsselâm'ın
dediği gibi, müslüman ordusu zafer kazandı. Moğolları Bağdât'a kadar geri
çekilmeye zorladılar.
Büyük velîlerden Mevlânâ
hazretlerinin babası Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin bütün halka vâz ve nasîhat vermesini, Alâeddîn Keykûbâd bir
gün ricâ etti. Kaniî denilen yerde bir kürsî kuruldu. Bu yerin etrâfında
mezarlık bulunmaktaydı. İnsanlar kürsînin etrâfında toplandılar. Kârîler (Kur'ân-ı
kerîmi ezberliyenler) Yâsîn-i şerîfi okuduktan sonra, Sultân-ül-ulemâ hazretleri
bu sûreyi tefsîr etmeye başladı. Kıyâmetin kopmasını, kabirden kalkmayı, mahşer
meydanına toplanmayı, güneşin bir mızrak boyu yaklaşmasını, insanların grup grup
ayrılmasını, defterlerin uçarak ele gelmesini, mîzân terâzisini, sırat
köprüsünü, cezâ ve mükafâtı uzun uzun anlattı. Bunları inkâr edenlerin
Cehennem'e, kabûl edip de, Ehl-i sünnet îtikâdına uygun inanıp amel edenlerin,
Cennet'e gideceğini bildirdi. Öyle anlattı ki, orada bulunanlar içinde ağlamadık
kimse kalmadı. O kabristanda yatan bâzı kimseler, Allahü teâlânın emriyle
kefenleri boynunda olduğu hâlde kabirlerinden çıktılar ve; "Eşhedü en lâ ilâhe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü" dedikten sonra; "Ey
Allahın velî kulu! Senin bu anlattıklarının hepsi doğrudur. Biz bu hâlleri
burada yaşıyoruz, hepimiz şâhidiz." dediler ve tekrar mezarlarına girdiler. Duâ
edilirken de, her kabirden iki el çıkmış olduğu hâlde âmîn sesleri duyuldu. Bu
olanları, orada bulunan herkes hayretle görüp işitti.
Konya'da yetişen velîlerin
büyüklerinden Sultan Veled (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır:
"Babam hazret-i Mevlânâ, birini göndererek beni yanlarına istemişler; hemen
huzûr-i şerîflerine çıktım. Bana, tepemden ayağıma kadar dikkatle bakarak, öyle
bir teveccüh buyurdular ki, bir hoş olup kendimden geçtim. Bir müddet sonra
kendime geldiğimde, tekrar nazar edip teveccüh buyurdular. Bu defâ ölecek gibi
oldum. Yine kendimden geçtim. Ayıldığımda tekrar teveccüh ettiler. Kendimden
geçtim. Ayıldığımda babam; "Ey Sultan Veled! Önceki teveccühümde, sende öyle bir
güzellik ve üstün mertebe gördüm ki, şu ânda hiç kimsede böyle bir mertebe
göremiyorum. İkinci teveccühümde başında gâyet güzel Süleymânî taç gördüm. Son
teveccühümde, kulağında küpe gördüm ki, ay ve güneş gibi etrâfa ziyâ veriyordu."
buyurdu. Birinci nazarlarının îzâhı; bana ihsân ettiği, tasavvuf yolunda
kavuşturduğu yüce mertebelerdir. İkinci nazarlarının îzâhı; kendilerinin, bizim
ve bütün talebe arkadaşlarımızın başında bulunmasıdır. Üçüncü nazarlarında
gördükleri kulağımızdaki küpe ise; oğlumuz Ârif Çelebi'nin büyük bir âlim ve
velî olacağına işâretti."
Meşhur velîlerden Süfyân
bin Abdullah Yemenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında Aden şehrine
gitmişti. Oranın Sultanı, memurlarından bir yahûdîye geniş salâhiyet vermişti.
Öyle ki müslümanlar âdetâ bu yahûdînin esiri durumuna düşmüştü. Süfyân bin
Abdullah hazretleri, bir fakir kıyâfetinde şehre girdi. O yahûdî bir kürsü
üzerine oturmuş, müslüman halkı etrafına toplamıştı. Yahûdîye yaklaşıp Kelime-i
şehâdeti söyleyip îmân etmesini istedi. Bu sözlerini duyan yahûdî, gurur ve
kibir içinde bağırıp çağırmaya başladı. Askerleri toplayıp Süfyân bin Abdullah
hazretlerinin üzerine gönderdi. Ancak ona hiçbir şey yapamadılar. Tekrar şehâdet
getirmesini söyledi. Fakat yine müslüman olmadı. Üçüncü defâsında da Kelime-i
şehâdeti söylemesini istedi. Direnince, sol eline bir çakı bıçağı alıp yahûdînin
boynunu kesti. Bu haber sultana ulaşınca inanamadı. İşin doğru olduğunu
anlayınca, kâtili yakalayıp bana getirin diye emir verdi. Askerler yakalamak
için yanına gittiler. Fakat bir türlü yaklaşamadılar. Mânen korunuyordu.
Müslümanları büyük bir sıkıntıdan kurtarmıştı. Yakalamaya güç yetiremeyince
şehri terketmesini istediler. Ancak o bâzı dostları ile istişâre ederek
hapsedilmeye râzı oldu. Hapiste ellerini ve ayaklarını bağlamışlardı. Cumâ günü
gelince namaza gitmek istedi. Bağladıkları kelepçeler kerâmetiyle çözüldü.
Hapishâneden çıkıp câmiye gitti. Câmide sultanın yanına kadar gidip oturdu.
Namazdan sonra câmiden çıkıp hapishâneye döndü. Bir müddet daha hapishânede
kaldı. Sultan onun büyük bir velî olduğunu iyice anlayıp serbest bıraktı.
İstanbul’un büyük
velîlerinden Sümbül Sinan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini
Muhammed Çelebi ismindeki bir talebesi anlattı: Osmanlı Pâdişâhı Yavuz Sultan
Selim Hân, Şâh İsmâil’i Çaldıran’da mağlûb ettikten sonra, Mısır’ı fethetmek
üzere yola çıktı. Şam’a geldiğinde, Mısır’ın fethinin kendisine nasîb olup
olamıyacağı düşüncesi zihnini kurcalıyordu. Bunu çok sevdiği Hasan Can’a
anlattıktan sonra; “Bizi bu hususta ferahlatacak, Allahü teâlânın dostlarından
bir velî varsa, ona niyetimizi anlatalım. Aceb ne buyuracaktır, merâk eder
dururum.” buyurdu. Hasan Can da; “Devletlü Sultânım! Emevî Câmiinin bir
köşesinde, sabah akşam Allahü teâlâyı zikreden bir derviş var. Belki sizin
meselenizi halleder.” dedi. Bunun üzerine Sultan Selim Hân, sabahın erken
saatlerinde câmiye gitti. Târif edilen bu zâtı, Allahü teâlâyı zikreder buldu.
Yanına varıp selâm verdi. Selim Hân daha bir şey sormadan; “Ey muzaffer Sultan!
İnşâallahü teâlâ, cenâb-ı Hak Mısır’ın fethini sana müyesser edecektir. Allahü
teâlânın bütün sevdikleri seninle berâberdir. Allahü teâlâ muînin, yardımcın
olsun. Mısır’ın fethinden sonra İstanbul’a döndüğünde, oradaki Sünbül
Sinân'dan gâfil olma sakın!” dedi. Yavuz Sultan Selim Hân, bu müjdeye
ziyâdesiyle memnun oldu. Şükür secdesine kapandı.
|
|