CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MENKIBELER (O - R)

Evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden Osman el-Hattâb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerie, Sultan Kayıtbay hitâben; “Başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak için kendinize çok sıkıntı veriyorsunuz. Bırakın hepsini! Gitsinler ve siz de biraz rahat edin!” dedi. Sultânın bu sözlerini dikkatle dinleyen Osman el-Hattâb hazretleri; “Siz de bizim durumumuzdasınız. Mâdem öyle, bu işi siz yapın! Bırakın köleleri, askerleri. Herkesi salın gitsinler. Tek başınıza oturun! Rahatınıza bakın!” buyurdu. Bu sözleri hayretle dinliyen sultan; “Nasıl olur? Nasıl böyle söyleyebilirsiniz? Bunlar İslâm askerleridir” dedi. Bunun üzerine Osman el-Hattâb da buyurdu ki: “İşte bunlar da Kur’ân askerleridir.” Bu cevap sultânın çok hoşuna gitti. Ona hak verip, kendi düşüncelerinin yanlış olduğunu anladı.

Bir defâsında Sultan Kayıtbay, geniş ve büyük bir saray yaptırıyordu. Osman el-Hattâb hazretleri sultânın yanına giderek; “Ey efendim! Bu sarayın binâ edildiği arsanın dörtte birlik bir kısmı, önceleri câmi idi. Sonra bu câmiyi yıktılar. Yıkıntılar üzerini toprakla doldurup orasını bahçe yaptılar. Siz de şimdi o yerin üzerine saray yaptırıyorsunuz” dedi. Sultan hiç tereddüt etmeden bu sözleri kabûl etti ve bildirilen yerin derhâl yıkılıp, boşaltılmasını emretti. Dediği gibi yapıldı. Bâzıları bu durumu beğenmeyip, dedi-kodu etmeye başladılar ise de, sultan bunlara hiç îtibâr etmedi. Osman el-Hattâb ise, hakîkati meydana çıkarmak için o yeri kazmaya başladı. Biraz kazılınca, yıkılan mescidin kalıntıları olan mihrâb ve iki tâne de sütun meydana çıktı. Sultâna haber göndererek, gelip buraya bakmasını, kendi gözleri ile görmesini istedi. Sultan gelip baktı. Durum aynen o zâtın bildirdiği şekildeydi. Bu hâli gören îtirâzcılar da îtirâzlarından vaz geçtiler. Böyle kerâmet sâhibi bir zâtın bildirdiği bir duruma îtirâz etmiş oldukları için çok üzüldüler. Bu hâli, Osman el-Hattâb’ın orada daha çok tanınmasına, hürmet ve muhabbet görmesine sebeb oldu.

Hanefî mezhebi âlimlerinden Şeyhülislâm Nûreddîn et-Trablûsî ve Mâlikî âlimlerinden Seyyid Şerîf el-Hattâbî, Osman el-Hattâb’ın şöyle anlattığını haber veriyorlar: “Hocam Ebû Bekr ile hacca gittiğimizde, kendisinden, zamânımızın kutbu olan büyük âlim ile beni buluşturmasını istedim. Bana; “Burada otur!” dedi ve kendisi yürüyüp gitti. Bir saat kadar ortalarda görülmedi. Sonra geldi. Yanında o büyük zât vardı. Zemzem kuyusu ile Makâm-ı İbrâhim denilen yer arasında oturdular. Bir saat kadar kendi aralarında sohbet ettiler. Bu sırada bana öyle bir ağırlık çöktü ki, kendimi tutamıyordum. Öyle ki, başım dizime dayandı. O zât bana; “Ey Osman! Bizi tanıdın ve bildin” buyurdu. Sonra Fâtiha ve Kureyş sûrelerini okuyup duâ ettiler. Daha sonra da oradan ayrılıp gittiler. Aradan biraz zaman geçince, hocam Ebû Bekr geri dönüp yanıma geldi. Bana; “Başını kaldır!” buyurdu. Kaldıramadığımı söyledim. Bunun üzerine boynumu biraz oğdu ve Allahü teâlânın izni ile boynumu hareket ettirebilir hâle geldim. Bunun üzerine bana; “Yâ Osman! O zâtı görmediğin, sâdece sesini duyduğun hâlde bu hâle geldin. Ya görseydin nasıl olurdun?” buyurdu."

Osman el-Hattâb hazretleri bundan sonra, oturduğu meclisden Fâtiha ve Kureyş sûrelerini okumadan kalkmazdı. Zamânında bulunan âlim ve velîler, Osman el-Hattâb hazretlerini severler, ona hürmet ve edepte kusûr etmezlerdi. Bununla berâber, kendisini âciz, zavallı ve kabahatli bilir, Cehennem’e atılmaktan çok korkardı. Birisi kendisine yalvarıp duâ isteseydi; “Osman, Cehennem odunlarından bir odundur. Onun hâtırı nedir ki, sana bir faydası dokunsun?” diye cevap verirdi.

Büyük velîlerden Şeyh Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yanına iki kişi geldi. Birisi Arapça'yı biliyor, diğeri de hiç bilmiyordu. Birbirlerinin sözlerini hiç anlamazlardı. Arapça bilen; "Ne olsaydı da ben de Fârisî dilini bilseydim." derdi. Acem de; "Ben de bir Arabî biliverseydim." derdi. Bu ikisi Osman Kureşî hazretlerinin dergâhında gecelediler. Sabah Şeyh hazretlerinin huzûruna çıktılar. Arabî bilen Fârisî ile, Fârisî bilen Arabî ile konuşmaya başlayıverdi. Arabî bilen; "Bu gece ben rüyâmda İbrâhim aleyhisselâmı gördüm. Yanında Osman Kureşî hazretleri vardı. İbrâhim aleyhisselâm, Şeyh Osman'a hitâben; "Bu kişi Fârisî dili bilmek istiyor. Ona tâlim eylersiniz." diye emretti. O da bana nazar edip ağzıma eliyle dokundu. Uyandığımda Fârisî konuşur oldum." dedi. Diğeri bunu duyunca; "Ben de bu gece bir rüyâ gördüm. Peygamber efendimiz hazretleri ve yanında Osman Kureşî hazretleri vardı. O zaman Efendimiz, Şeyh Osman hazretlerine emredip Arabî öğretmesini bildirdiler. O da eliyle ağzıma dokundu. Kalktığımda çok rahat Arabî lisânını konuşur oldum." dedi.

Evliyânın büyüklerinden Osman Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini seven bir bezirgan vardı. Ticâret için bir şehre geldi. İşleri sebebiyle biraz fazla meşgul oldu. O sırada kervan arkadaşları oradan ayrıldılar. O buna çok üzüldü. Zîrâ kervandan geri kalmış ve bir kısım malları kervanla birlikte gitmişti. Kervan bir boğaz mıntıkasına vardığında eşkıyâların saldırısına uğradı. Bu baskın haberi her yerde duyuldu. Bezirgan üzüntülü bir halde kendi kendine; "Varayım hiç olmazsa ölenleri defnedeyim." diyerek yanına birkaç kişi alıp kervanın basıldığı yere gitti. Hakîkaten kervan soyulmuş ve kervandakiler öldürülmüşlerdi. Bezirgan etrâfı dolaşırken bir kenarda kendi develerinin çökmüş olduğunu gördü. Üzerindeki mallar da hiç zarar görmemişti. Develerin başında ise nûr yüzlü ihtiyar bir zât elinde asâ bekliyordu. Bezirganı görünce; "Be hey evlâdım! Biz senin için gözcülük ettik. Gel develerini ve mallarını al." dedi. Bezirgan bu zâta yaklaştığında onun Şeyh Osman Şirvânî hazretleri olduğunu anladı. Ellerini öpmek istedi. Lâkin ihtiyar zât birden kayboldu. Bezirgan mallarını alıp memleketine döndü ve doğruca dergâha Osman Şirvânî hazretlerinin huzûruna vardı. Harezmî hazretleri Bezirganın ellerinden tutup bu hâdisedeki yardımımızı biz hayatta iken kimseye anlatma diye tenbih etti.

Anadolu velîlerinden Pîr Emir Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bursa'nın Yunan işgâli sırasında, bir Yunanlı asker, Pîr Emîr'in türbesine girerek, ata biner gibi mezarın üzerine çıkıp, kötü sözler söylemeye başladı. O anda askerin ayakları kurudu. Feryâdı üzerine arkadaşları tarafından türbeden çıkarıldı. Durum Yunan komutanına bildirilince, Pîr Emîr'in türbesinin bulunduğu çevre Yunan askerleri için yasak bölge îlân edildi.

Karabağ'da yetişen meşhur velîlerden Pîr Muhammed Gencevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tasavvufta hocası Şeyh Abdülgaffâr hazretlerine gitmesi şöyle olmuştur: Pîr Muhammed Gencevî çocukluğunda bir gün çift sürmekle meşgûl olan kardeşine azık götürmüştü. Yanına varıp azığı bıraktıktan sonra bambaşka bir hâle girip kardeşinin yanından süratle kaçmaya başladı. Kardeşinin peşinden koşup çağırmasına rağmen bir türlü dönmedi. Tâ babasının evine kadar koştu eve girip babasını görünce orada da duramayıp kaçmaya başladı. Artık karşısına her kim çıksa ondan kaçıyordu. Hiçbir yerde duramıyordu. Neden böyle kaçıyorsun diye sorduklarında hiç cevap vermiyordu. Sonunda onu zamânın meşhûr velîlerinden Şeyh Abdülgaffâr hazretlerinin huzûruna götürdüler. Bu zât ona; "İnsanlardan niçin kaçıyorsun?" diye sorunca; "İnsanlar benim gözüme vahşî hayvanlar sûretinde gözüküyor. Eğer kaçmasam rahat edemem. Mecbûren kaçıyorum" cevâbını verdi.

Bunun üzerine Şeyh Abdülgaffâr hazretleri babasına; "Üzülme oğlunda korkulacak bir hal yoktur. Allahü teâlâ oğlunun basîretini, kalp gözünü açmıştır. Her kime baksa onun ne sıfatta olduğunu kalp gözüyle görür. İnsanların çoğu vahşî hayvan tabiatında olduğundan onun gözüne o sûretde görünüyor. Bu sebeple o, insanlardan kaçıyor. Bundan sonra bizim yanımızda dursun. İnşâallah kâmil bir zât olur." dedi. Babası bu sözler üzerine onu Abdülgaffâr hazretlerinin yanında bıraktı. Epeyce zaman onun hizmetinde kaldı. Derslerine ve sohbetlerine devâm edip, tasavvufta kemâle erdi. Tasavvufta yetiştikten sonra hocasının izni ile babasının yanına döndü ve evlendi.

Pîr Muhammed Gencevî hazretlerinin Yassıboğa denmekle meşhur bir öküzü vardı. Yaylaya çıktıkları zaman Şeyh hazretlerinin komşuları Nahcivan tuzlasından tuz getirmeye gittiklerinde, Şeyh hazretleri Yassıboğa'yı da tuz yüklenmesi için gönderirdi. Bir defâsında tuz getirdikten sonra Şeyh hazretleri mescidden evine giderken, Yassıboğa karşısına çıktı. Ayaklarını yerlere sürerek bir müddet Şeyh hazretlerinin önünde durdu. Bunun üzerine; "Yassıboğa, lisân-ı hâl ile bize şikâyette bulunuyor. Allahü teâlâ size bu kadar nîmet ve izzet vermiştir ki hiçbir şeye ihtiyâcınız yoktur. Beni tuz getirmeye göndermesen olmaz mıydı? Sırtım ve ayaklarım çok ağrıdı." diyor." Buyurdu. Sonra da; "Bundan sonra bu boğaya kimse yük yüklemesin. Çifte de koşulmasın, serbest bırakılsın. Evlâdıma vasiyet ederim ki, tuz getirmeye öküz götürmesinler. Tuz lâzım oldukça satın alsınlar." Bu tenbihinden sonra Yassıboğa serbest bırakıldı. Epey bir zaman sonra Merdekird köyü halkından bir kimse, çift sürerken Yassıboğa dolaşa dolaşa yanına yaklaşmıştı. Çiftçi Yassıboğa'yı yakalayıp çifte koştu. İkindi vaktine kadar çift sürdürdü. Sonra da salıverdi. Yassıboğa oradan kurtulunca, koşarak Şeyh hazretlerinin bulunduğu yere geldi. Bu sırada çift süren köylünün eli ayağı tutmaz oldu ve yığılıp kaldı. Yakınında çift süren çiftçiler hadi gel artık köye dönelim diye çağırdıklarında; "Elim ayağım felç oldu. Hâlim perişandır." dedi. Çiftçiler bu sözü üzerine başına toplandılar. "Daha şimdi çift sürüyordun sana ne oldu?" dediklerinde; "Şeyhin köyü tarafından bir semiz öküz geldi. Bu öküzü tutup çifte koştum. Bir müddet çift sürdüm sonra da salıverdim. O anda birdenbire elim ayağım tutmaz oldu." dedi. Bu sözleri dinleyen çiftçiler arasından biri; "Herhalde Şeyh hazretlerinin serbest bıraktığı öküzü çifte koşmuşsun. Bu sebeple başına belâ gelmiş!" dedi. Bu sırada Pîr Muhammed Gencevî hazretleri de mescidde ikindi namazını kıldıktan sonra, mescidin kapısında durdu. Bir de baktılar ki Yassıboğa koşarak ona doğru geldi. Bunun üzerine orada bulunanlara; "Yassıboğa'nın şikâyeti vardır! Çifte koşmuşlar gibi!" dedi.

Eli ayağı tutmaz olan çiftçi ise durumun farkına varıp yanına bir mikdar hediye alarak; "Beni Şeyh hazretlerinin huzûruna götürünüz." dedi. Akrabâları ısrarı üzerine onu Şeyh hazretlerinin huzûruna getirdiler. Özür dileyip affetmesini ve duâsını istedi. Şeyh hazretleri affedip hayır duâ etti ve o anda çiftçinin eli ayağı tutmaya başlayıp eski hâline döndü. Kalkıp yürüyerek köyüne gitti.

Erzurumlu Molla Ali adında bir zâtın babası Şeyh Pîr Muhammed Gencevî hazretlerinin talebelerindendi. Molla Ali babasından naklen şöyle anlatmıştır: "Eshâb-ı kirâm düşmanlarından bir grup, Şâh Tahmasb'ın yanında Pîr Muhammed hazretlerinin aleyhinde konuşarak çok şeyler söylediler." Karabağ'da bir sünnî kimse çıkmış o bölgenin halkı hediyelerini hep ona veriyorlar. Şeyh Sâfî evlâdına hediye gelmez oldu." dediler. Bunun üzerine Şâh Tahmasb, Şeyh hazretlerini yanına getirmek için adamlarından bâzılarını görevlendirdi. Pîr Muhammed hazretleri kerâmetiyle bu kararı keşfedip; "Şâh Tahmasb bizi huzûruna götürmek için adam tâyin etti." dedi. Sonra bâzı dostlarıyla istişâre edip, onun adamları gelmeden önce kendisi gitmeye karar verdi. Talebelerinden bâzılarını da yanına alıp Kazvin şehrine gitti. Şahın ordusunda Şeyh hazretlerini seven Ehl-i sünnet îtikâdında meşhur bir kimse vardı. Şeyh hazretleri Kazvin'e varınca, bu kimsenin çadırında misâfir oldu. Bu sırada şâhın onu getirmek için vazîfelendirdiği kimseler hazırlık yapıyor, atlarını nallatıyorlardı. Misâfir olduğu kimse o askerlere haber yollayıp; "Gitmenize lüzum yok. Şeyh hazretleri kendisi geldi." dedi. Gelip görüştüler ve onun bulunduğu çadırda misâfir kalmasına râzı oldular. Ertesi gün de Şah'a götürmek üzere bulunduğu çadırdan aldılar. Yolda giderken gören azılı düşmanlardan biri; "Şimdi Şah emreder ben de senin derini yüzerim, çarık yapıp ayağıma giyerim!" dedi. Pîr Muhammed hazretleri bu azılı düşmana cevap olarak; "Allahü teâlânın dediği olur. Senin dediğin olmaz." buyurdu. Şah Tahmasb'ın yanına varınca, Şah adamlarına; "Doğurması yaklaşmış olan bir ineği bulup buraya getirin." dedi. İneği bulup getirdiler. Şah, önlerinde duran ineği göstererek, Şeyh hazretlerine; "Bu ineğin buzağısı erkek mi dişi midir? Alâmeti nedir?" diye sordu. Pîr Muhammed hazretleri ineğe bakıp; "Allahü teâlâ bilir ki, bu ineğin buzağısı erkektir. Rengi siyah ve kuyruğunun ucu beyazdır." dedi. Şah Tahmasb adamlarına emredip; "Bu ineği boğazlayın ve karnından çıkan yavrusunu perdesi ile yanıma getirin." dedi. Hemen ineği götürüp boğazladılar ve buzağıyı yavruluğundan çıkarmadan getirdiler. Önünde buzağıyı yavruluktan çıkardılar. Baktı ki buzağı erkek, rengi siyah ve kuyruğunun ucu da beyaz. Aynen Pîr Muhammed hazretlerinin târif ettiği gibi.

Şah Tahmasb bu hâdiseye şaşırıp, ikinci bir plân kurdu. Şeyh hazretlerine ve talebelerine belli etmeden zehirli şerbet vermelerini emretti. Adamlarına; "Bakalım zehirlenecekler mi?" dedi. Şahın adamları, Şeyh hazretlerine ve talebelerine içine zehir kattıkları şerbeti içirdiler. Sonra da Şahın yanından çıkardılar. Şeyh hazretleri oradan ayrılınca, talebelerine; "Bize içirdikleri şerbet zehirli idi." dedi. Daha sonra tenha bir evde toplanıp; "Lâ ilâhe illallah." diyerek zikre başladılar. O kadar zikrettiler ki, hepsi çok terledi ve içtikleri şerbetteki zehiri ter ile vücutlarından dışarı attılar. Hiçbirine bir zarar olmadı. Şâhın adamları kin içinde Şâha; "Bunları katletmek lâzımdır." dediler. Şah Tahmasb; "Biz onların hepsine zehir içirdik; eğer öldüler ise ne âlâ! Yok zehir tesir etmedi ve ölmediler ise onları öldürmek insafa sığmaz." dedi. Sonra bulundukları yere adam gönderip durumlarını öğrenmek istedi. Hiçbirine bir zarar gelmediğini haber aldı. Bunun üzerine Pîr Muhammed hazretlerini yanına çağırıp; "Haydi evinize dönünüz. Benim vilâyetimde ne işlersen işle. Kimse seni incitmesin. Zîrâ senin velî olduğunda şüphem kalmadı." dedi."

Eriş şehrinden Molla Bâbâ adında biri, Pîr Muhammed Gencevî hazretlerine talebe olmuş ve hizmetinde bulunmuştu. Bu kimse şöyle anlattı: "Bir defâsında Şeyh hazretleriyle bir yere gidiyorduk. Hocam at üzerindeydi. Ben de yanında yaya yürüyordum. Giderken yol üzerinde bir kuş ölüsü gördük. Hocam bana; "Şu kuşcağızı bana ver." dedi. Ben de alıp verdim. Bir müddet elinde tuttu. Sonra kuşcağız canlandı ve uçup gitti. Bunun üzerine dedim ki: "Efendim, Îsâ aleyhisselâm duâ edince, ölü dirilirmiş. Elhamdülillah sizin nefesiniz ile de bu kuşun dirildiğini gözümüzle gördük." dedim. Bunun üzerine buyurdu ki: "Kuşcağız ölmemişti. Fakat tesbihini yâni Allahü teâlâyı zikrederken söylediği şeyi unutup onu düşünürken kendini kaybetmiş. Tesbihini hatırlattım. Aklı başına geldi ve toparlanıp uçtu gitti. Her varlığın kendi lisânına göre tesbihi vardır. Allahü teâlânın velî kulları ve mürşid-i kâmiller bunu bilirler. Bir senede gökten kaç damla yağmur düşeceğini ve yerden ne kadar ot biteceğini Allahü teâlâ mürşid-i kâmillere bildirir."

Erbilli Muhammed Es’ad Efendinin talebesi Ramazanoğlu Mahmûd Sâmi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Adana'da bulunduğu sırada oradan İstanbul'daki hocasına hediyeler göndermek âdetiydi. Fakat o, hediyelerinin bizzat kendi elinin emeği olmasına büyük îtinâ gösterirdi. Rivâyete göre ekinler biçildikten ve hasad yapıldıktan sonra tarlalara gider, yerlere dökülen başakları toplar, onları bulgur yapıp İstanbul'a gönderirdi. Onun bu hâlini işiten babası; "Oğlum, benim ambarlarım buğday dolu. Niçin hocana onlardan göndermiyorsun?" deyince; "O kapıya lâyık olan, el emeği göz nûrudur." diye cevap verirdi.

Büyük velîlerden Radıyüddîn Kazvînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ana dili Fârisî olmakla berâber, Arabîyi çok iyi bilirdi. Tahsil hayatının ilk zamanlarında zihni ve hâfızası zayıfdı. İmâm-ı Muhammed bin Yahyâ hazretlerinin medresesinde bulunuyordu. İbn-i Yahyâ hazretleri âdet olarak her Cumâ günü talebelerinin ezberledikleri fıkıh bilgilerinden onları imtihan eder, kimin ne derecede olduğunu anlardı. Normal olarak imtihanı kazananları bırakır. Kazanamayanları ise medreseden çıkarırdı. Radıyüddîn Kazvînî, bu imtihanı kazanamayınca medreseden çıkarıldı. Gece vakti medreseden çıktı. Nereye gideceğini bilemiyordu. Bir hamamın külhânında uyudu. Rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü. Peygamber efendimiz mübârek ağız sularından onun ağzına iki defâ sürdüler ve medreseye dönmesini emir buyurdular. Radıyüddîn Kazvînî, Peygamberimizden aldığı bu emir üzerine tekrar medreseye döndü. Medreseye girdiğinde, geçmiş derslerin hepsinin ve daha birçok ilimlerin hâfızasında bulunduğunu hissetti. Bundan sonra hâfızası, hakîkaten çok keskin ve kuvvetli oldu. Cumâ günü geldi. İmâm-ı Muhammed bin Yahyâ âdet olarak Cumâ namazlarını talebeleri ile berâber dünyâya kıymet vermemesi ile tanınmış olan Abdurrahmân el-Ekkâf’ın imamlık yaptığı câmide kılarlardı. Hep berâber câmiye gittiler. Abdurrahmân-ı Ekkâf, müctehid din imâmlarımızın bâzı meselelerde farklı ictihâd etmelerinin sebep ve hikmetlerini anlatan hılâf ilminden bâzı meseleleri anlatıyor, cemâat ise edeble dinliyordu. Bir ara, Abdurrahmân Ekkâf’ın bir şeyi yanlış söylediğini farkeden Radıyüddîn Kazvînî îtirâz etti. Orada bulunan diğer ilim sâhipleri bu sözün sehven söylendiğini, edebe riâyet ederek susmasını işâret ettiler ise de, o, yaşı küçük olduğu ve hocasının yanında çok az ders gördüğü hâlde, diğer ilim sâhiplerinin işâretlerine iltifât etmeyip îtirâzına devam etti. Abdurrahmân-ı Ekkâf, zâten sehven söylenmiş olan o cümleyi düzeltti ve onun îtirâzına mâni olmak isteyenlere de; “Onu bırakınız. Onun söylediği bu söz, kendisinden değil, ona öğretendendir (yâni Resûlullah efendimizdendir.) buyurdu. Orada bulunan cemâat, Ekkâf hazretlerinin bu sözünden bir şey anlayamadılar. Fakat Radıyüddîn Kazvînî, onun bu sözünden kastetdiği mânâyı iyi anladı ve onun keşif ve kerâmet sâhibi olduğunu yakînen gördü.

Velîlerin önde gelenlerinden Seyyid Molla Resûl Zeki Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) ömrünü ecdâdı gibi hak yola hizmetle geçirdi. Vefât ettikten sonra oğlu Ziyâeddîn Efendi, babasının yolunu bırakıp dünyâ ile meşgûl oldu. Yaylada çadır kurup günlerini avlanmakla geçirmeye başladı. Babasının fazîlet sâhibi talebeleri bu durumu görünce çok üzüldüler. Muş'taki Molla Resûl Sıbkî, Siirt'teki Molla Halil'e gidip; "Hocamızın tâziyesine, başsağlığına gidemedik. Hem de oğlu ile ilgilenir nasîhat ederiz" dedi. Molla Halil de; "İsterseniz önce bir mektup yazalım. Sonra netîceye göre hareket ederiz." diye cevap verdi. Molla Halil Efendi, Seyyid Ziyâeddîn'e bir mektup yazıp; "Mübârek hocamız Molla Resûl Zeki hazretlerinin oğlunun ava, eğlenceye başladığını öğrendik. Hocamızın yeni vefât ettiği anlaşıldı. İnnâ lillâh..." dedi. Mektup Seyyid Ziyâeddîn'e ulaşınca durumu anlayıp yaylayı, eğlenceyi, avı bırakıp Arvas'a indi. Annesiyle görüştü. İzin alıp Molla Halil hazretlerine talebe olmak için Siirt'e mektup yazdı. Mektup Molla Halil'e ulaştığında, o; "Oğlum ben fakirim. Sana bakacak gücüm yok. Her gün bir altın verirseniz size ders verebilirim." cevâbını yazdı. Bunun üzerine Ziyâeddîn bir çanta altınla Siirt'e geldi ve Molla Halil'e talebe oldu. Her gün hocasına bir altın verip ders aldı. Nihâyet bir gün altınlar bitti. Bunun üzerine Seyyid Ziyâeddîn Arvas'a haber gönderdi. Bu arada rahatsızlık bahânesi ile derse gitmedi. Birkaç gün geçti. Hocası onun bu durumunu anlayınca, daha önce verdiği bütün altınları getirip kendisine iâde etti ve; "Biz sana para için ders vermedik. Arzu ve niyetimiz iyi öğrenmenizdi." buyurdu. Onu güzel bir şekilde yetiştirdi.

Meşhûr velîlerden Rûzbehân Baklî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dostlarından Şeyh Ebû Bekr bin Tâhir şöyle anlatmıştır: “Her seher vakti onunla nöbetleşe Kur’ân-ı kerîm okurduk. Biraz o okur ben dinlerdim, biraz da ben okurdum o dinlerdi. Vefât ettiği zaman çok üzüldüm. Vefât ettiği günün gecesinde kalkıp seher vakti namaz kıldım. Sonra onun kabri başına oturup ondan ayrı düştüğüm için ağladım ve Kur’ân-ı kerîm okumaya başladım. Bir miktar okuyup durdum. Ben okumayı kesince Rûzbehân Baklî hazretlerinin kabrinden sesini duydum. Ben susunca o Kur’ân-ı kerîm okumaya başladı. Cemâat toplanana kadar okudu. Sonra ses kesildi. Bu hal hayatta olduğu gibi vefâtından sonra da bir müddet devâm etti. Bir gün bu sırrı dostlarımdan birine söyledim. Söyledikten sonra bir daha sesini duyamaz oldum.