|
MENKIBELER (O - R)
Evliyânın ve âlimlerin
büyüklerinden Osman el-Hattâb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerie,
Sultan Kayıtbay hitâben; “Başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak için kendinize
çok sıkıntı veriyorsunuz. Bırakın hepsini! Gitsinler ve siz de biraz rahat
edin!” dedi. Sultânın bu sözlerini dikkatle dinleyen Osman el-Hattâb hazretleri;
“Siz de bizim durumumuzdasınız. Mâdem öyle, bu işi siz yapın! Bırakın köleleri,
askerleri. Herkesi salın gitsinler. Tek başınıza oturun! Rahatınıza bakın!”
buyurdu. Bu sözleri hayretle dinliyen sultan; “Nasıl olur? Nasıl böyle
söyleyebilirsiniz? Bunlar İslâm askerleridir” dedi. Bunun üzerine Osman el-Hattâb
da buyurdu ki: “İşte bunlar da Kur’ân askerleridir.” Bu cevap sultânın çok
hoşuna gitti. Ona hak verip, kendi düşüncelerinin yanlış olduğunu anladı.
Bir defâsında Sultan
Kayıtbay, geniş ve büyük bir saray yaptırıyordu. Osman el-Hattâb hazretleri
sultânın yanına giderek; “Ey efendim! Bu sarayın binâ edildiği arsanın dörtte
birlik bir kısmı, önceleri câmi idi. Sonra bu câmiyi yıktılar. Yıkıntılar
üzerini toprakla doldurup orasını bahçe yaptılar. Siz de şimdi o yerin üzerine
saray yaptırıyorsunuz” dedi. Sultan hiç tereddüt etmeden bu sözleri kabûl etti
ve bildirilen yerin derhâl yıkılıp, boşaltılmasını emretti. Dediği gibi yapıldı.
Bâzıları bu durumu beğenmeyip, dedi-kodu etmeye başladılar ise de, sultan
bunlara hiç îtibâr etmedi. Osman el-Hattâb ise, hakîkati meydana çıkarmak için o
yeri kazmaya başladı. Biraz kazılınca, yıkılan mescidin kalıntıları olan mihrâb
ve iki tâne de sütun meydana çıktı. Sultâna haber göndererek, gelip buraya
bakmasını, kendi gözleri ile görmesini istedi. Sultan gelip baktı. Durum aynen o
zâtın bildirdiği şekildeydi. Bu hâli gören îtirâzcılar da îtirâzlarından vaz
geçtiler. Böyle kerâmet sâhibi bir zâtın bildirdiği bir duruma îtirâz etmiş
oldukları için çok üzüldüler. Bu hâli, Osman el-Hattâb’ın orada daha çok
tanınmasına, hürmet ve muhabbet görmesine sebeb oldu.
Hanefî mezhebi âlimlerinden
Şeyhülislâm Nûreddîn et-Trablûsî ve Mâlikî âlimlerinden Seyyid Şerîf el-Hattâbî,
Osman el-Hattâb’ın şöyle anlattığını haber veriyorlar: “Hocam Ebû Bekr ile hacca
gittiğimizde, kendisinden, zamânımızın kutbu olan büyük âlim ile beni
buluşturmasını istedim. Bana; “Burada otur!” dedi ve kendisi yürüyüp gitti. Bir
saat kadar ortalarda görülmedi. Sonra geldi. Yanında o büyük zât vardı. Zemzem
kuyusu ile Makâm-ı İbrâhim denilen yer arasında oturdular. Bir saat kadar kendi
aralarında sohbet ettiler. Bu sırada bana öyle bir ağırlık çöktü ki, kendimi
tutamıyordum. Öyle ki, başım dizime dayandı. O zât bana; “Ey Osman! Bizi tanıdın
ve bildin” buyurdu. Sonra Fâtiha ve Kureyş sûrelerini okuyup duâ ettiler. Daha
sonra da oradan ayrılıp gittiler. Aradan biraz zaman geçince, hocam Ebû Bekr
geri dönüp yanıma geldi. Bana; “Başını kaldır!” buyurdu. Kaldıramadığımı
söyledim. Bunun üzerine boynumu biraz oğdu ve Allahü teâlânın izni ile boynumu
hareket ettirebilir hâle geldim. Bunun üzerine bana; “Yâ Osman! O zâtı
görmediğin, sâdece sesini duyduğun hâlde bu hâle geldin. Ya görseydin nasıl
olurdun?” buyurdu."
Osman el-Hattâb hazretleri
bundan sonra, oturduğu meclisden Fâtiha ve Kureyş sûrelerini okumadan kalkmazdı.
Zamânında bulunan âlim ve velîler, Osman el-Hattâb hazretlerini severler, ona
hürmet ve edepte kusûr etmezlerdi. Bununla berâber, kendisini âciz, zavallı ve
kabahatli bilir, Cehennem’e atılmaktan çok korkardı. Birisi kendisine yalvarıp
duâ isteseydi; “Osman, Cehennem odunlarından bir odundur. Onun hâtırı nedir ki,
sana bir faydası dokunsun?” diye cevap verirdi.
Büyük velîlerden Şeyh
Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yanına
iki kişi geldi. Birisi Arapça'yı biliyor, diğeri de hiç bilmiyordu.
Birbirlerinin sözlerini hiç anlamazlardı. Arapça bilen; "Ne olsaydı da ben de
Fârisî dilini bilseydim." derdi. Acem de; "Ben de bir Arabî biliverseydim."
derdi. Bu ikisi Osman Kureşî hazretlerinin dergâhında gecelediler. Sabah Şeyh
hazretlerinin huzûruna çıktılar. Arabî bilen Fârisî ile, Fârisî bilen Arabî ile
konuşmaya başlayıverdi. Arabî bilen; "Bu gece ben rüyâmda İbrâhim aleyhisselâmı
gördüm. Yanında Osman Kureşî hazretleri vardı. İbrâhim aleyhisselâm, Şeyh
Osman'a hitâben; "Bu kişi Fârisî dili bilmek istiyor. Ona tâlim eylersiniz."
diye emretti. O da bana nazar edip ağzıma eliyle dokundu. Uyandığımda Fârisî
konuşur oldum." dedi. Diğeri bunu duyunca; "Ben de bu gece bir rüyâ gördüm.
Peygamber efendimiz hazretleri ve yanında Osman Kureşî hazretleri vardı. O zaman
Efendimiz, Şeyh Osman hazretlerine emredip Arabî öğretmesini bildirdiler. O da
eliyle ağzıma dokundu. Kalktığımda çok rahat Arabî lisânını konuşur oldum."
dedi.
Evliyânın büyüklerinden
Osman Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini seven bir bezirgan
vardı. Ticâret için bir şehre geldi. İşleri sebebiyle biraz fazla meşgul oldu. O
sırada kervan arkadaşları oradan ayrıldılar. O buna çok üzüldü. Zîrâ kervandan
geri kalmış ve bir kısım malları kervanla birlikte gitmişti. Kervan bir boğaz
mıntıkasına vardığında eşkıyâların saldırısına uğradı. Bu baskın haberi her
yerde duyuldu. Bezirgan üzüntülü bir halde kendi kendine; "Varayım hiç olmazsa
ölenleri defnedeyim." diyerek yanına birkaç kişi alıp kervanın basıldığı yere
gitti. Hakîkaten kervan soyulmuş ve kervandakiler öldürülmüşlerdi. Bezirgan
etrâfı dolaşırken bir kenarda kendi develerinin çökmüş olduğunu gördü.
Üzerindeki mallar da hiç zarar görmemişti. Develerin başında ise nûr yüzlü
ihtiyar bir zât elinde asâ bekliyordu. Bezirganı görünce; "Be hey evlâdım! Biz
senin için gözcülük ettik. Gel develerini ve mallarını al." dedi. Bezirgan bu
zâta yaklaştığında onun Şeyh Osman Şirvânî hazretleri olduğunu anladı. Ellerini
öpmek istedi. Lâkin ihtiyar zât birden kayboldu. Bezirgan mallarını alıp
memleketine döndü ve doğruca dergâha Osman Şirvânî hazretlerinin huzûruna vardı.
Harezmî hazretleri Bezirganın ellerinden tutup bu hâdisedeki yardımımızı biz
hayatta iken kimseye anlatma diye tenbih etti.
Anadolu velîlerinden Pîr
Emir Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bursa'nın Yunan işgâli sırasında, bir
Yunanlı asker, Pîr Emîr'in türbesine girerek, ata biner gibi mezarın üzerine
çıkıp, kötü sözler söylemeye başladı. O anda askerin ayakları kurudu. Feryâdı
üzerine arkadaşları tarafından türbeden çıkarıldı. Durum Yunan komutanına
bildirilince, Pîr Emîr'in türbesinin bulunduğu çevre Yunan askerleri için yasak
bölge îlân edildi.
Karabağ'da yetişen meşhur
velîlerden Pîr Muhammed Gencevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
tasavvufta hocası Şeyh Abdülgaffâr hazretlerine gitmesi şöyle olmuştur: Pîr
Muhammed Gencevî çocukluğunda bir gün çift sürmekle meşgûl olan kardeşine azık
götürmüştü. Yanına varıp azığı bıraktıktan sonra bambaşka bir hâle girip
kardeşinin yanından süratle kaçmaya başladı. Kardeşinin peşinden koşup
çağırmasına rağmen bir türlü dönmedi. Tâ babasının evine kadar koştu eve girip
babasını görünce orada da duramayıp kaçmaya başladı. Artık karşısına her kim
çıksa ondan kaçıyordu. Hiçbir yerde duramıyordu. Neden böyle kaçıyorsun diye
sorduklarında hiç cevap vermiyordu. Sonunda onu zamânın meşhûr velîlerinden Şeyh
Abdülgaffâr hazretlerinin huzûruna götürdüler. Bu zât ona; "İnsanlardan niçin
kaçıyorsun?" diye sorunca; "İnsanlar benim gözüme vahşî hayvanlar sûretinde
gözüküyor. Eğer kaçmasam rahat edemem. Mecbûren kaçıyorum" cevâbını verdi.
Bunun üzerine Şeyh
Abdülgaffâr hazretleri babasına; "Üzülme oğlunda korkulacak bir hal yoktur.
Allahü teâlâ oğlunun basîretini, kalp gözünü açmıştır. Her kime baksa onun ne
sıfatta olduğunu kalp gözüyle görür. İnsanların çoğu vahşî hayvan tabiatında
olduğundan onun gözüne o sûretde görünüyor. Bu sebeple o, insanlardan kaçıyor.
Bundan sonra bizim yanımızda dursun. İnşâallah kâmil bir zât olur." dedi. Babası
bu sözler üzerine onu Abdülgaffâr hazretlerinin yanında bıraktı. Epeyce zaman
onun hizmetinde kaldı. Derslerine ve sohbetlerine devâm edip, tasavvufta kemâle
erdi. Tasavvufta yetiştikten sonra hocasının izni ile babasının yanına döndü ve
evlendi.
Pîr Muhammed Gencevî
hazretlerinin Yassıboğa denmekle meşhur bir öküzü vardı. Yaylaya çıktıkları
zaman Şeyh hazretlerinin komşuları Nahcivan tuzlasından tuz getirmeye
gittiklerinde, Şeyh hazretleri Yassıboğa'yı da tuz yüklenmesi için gönderirdi.
Bir defâsında tuz getirdikten sonra Şeyh hazretleri mescidden evine giderken,
Yassıboğa karşısına çıktı. Ayaklarını yerlere sürerek bir müddet Şeyh
hazretlerinin önünde durdu. Bunun üzerine; "Yassıboğa, lisân-ı hâl ile bize
şikâyette bulunuyor. Allahü teâlâ size bu kadar nîmet ve izzet vermiştir ki
hiçbir şeye ihtiyâcınız yoktur. Beni tuz getirmeye göndermesen olmaz mıydı?
Sırtım ve ayaklarım çok ağrıdı." diyor." Buyurdu. Sonra da; "Bundan sonra bu
boğaya kimse yük yüklemesin. Çifte de koşulmasın, serbest bırakılsın. Evlâdıma
vasiyet ederim ki, tuz getirmeye öküz götürmesinler. Tuz lâzım oldukça satın
alsınlar." Bu tenbihinden sonra Yassıboğa serbest bırakıldı. Epey bir zaman
sonra Merdekird köyü halkından bir kimse, çift sürerken Yassıboğa dolaşa dolaşa
yanına yaklaşmıştı. Çiftçi Yassıboğa'yı yakalayıp çifte koştu. İkindi vaktine
kadar çift sürdürdü. Sonra da salıverdi. Yassıboğa oradan kurtulunca, koşarak
Şeyh hazretlerinin bulunduğu yere geldi. Bu sırada çift süren köylünün eli ayağı
tutmaz oldu ve yığılıp kaldı. Yakınında çift süren çiftçiler hadi gel artık köye
dönelim diye çağırdıklarında; "Elim ayağım felç oldu. Hâlim perişandır." dedi.
Çiftçiler bu sözü üzerine başına toplandılar. "Daha şimdi çift sürüyordun sana
ne oldu?" dediklerinde; "Şeyhin köyü tarafından bir semiz öküz geldi. Bu öküzü
tutup çifte koştum. Bir müddet çift sürdüm sonra da salıverdim. O anda
birdenbire elim ayağım tutmaz oldu." dedi. Bu sözleri dinleyen çiftçiler
arasından biri; "Herhalde Şeyh hazretlerinin serbest bıraktığı öküzü çifte
koşmuşsun. Bu sebeple başına belâ gelmiş!" dedi. Bu sırada Pîr Muhammed Gencevî
hazretleri de mescidde ikindi namazını kıldıktan sonra, mescidin kapısında
durdu. Bir de baktılar ki Yassıboğa koşarak ona doğru geldi. Bunun üzerine orada
bulunanlara; "Yassıboğa'nın şikâyeti vardır! Çifte koşmuşlar gibi!" dedi.
Eli ayağı tutmaz olan çiftçi
ise durumun farkına varıp yanına bir mikdar hediye alarak; "Beni Şeyh
hazretlerinin huzûruna götürünüz." dedi. Akrabâları ısrarı üzerine onu Şeyh
hazretlerinin huzûruna getirdiler. Özür dileyip affetmesini ve duâsını istedi.
Şeyh hazretleri affedip hayır duâ etti ve o anda çiftçinin eli ayağı tutmaya
başlayıp eski hâline döndü. Kalkıp yürüyerek köyüne gitti.
Erzurumlu Molla Ali adında
bir zâtın babası Şeyh Pîr Muhammed Gencevî hazretlerinin talebelerindendi. Molla
Ali babasından naklen şöyle anlatmıştır: "Eshâb-ı kirâm düşmanlarından bir grup,
Şâh Tahmasb'ın yanında Pîr Muhammed hazretlerinin aleyhinde konuşarak çok şeyler
söylediler." Karabağ'da bir sünnî kimse çıkmış o bölgenin halkı hediyelerini hep
ona veriyorlar. Şeyh Sâfî evlâdına hediye gelmez oldu." dediler. Bunun üzerine
Şâh Tahmasb, Şeyh hazretlerini yanına getirmek için adamlarından bâzılarını
görevlendirdi. Pîr Muhammed hazretleri kerâmetiyle bu kararı keşfedip; "Şâh
Tahmasb bizi huzûruna götürmek için adam tâyin etti." dedi. Sonra bâzı
dostlarıyla istişâre edip, onun adamları gelmeden önce kendisi gitmeye karar
verdi. Talebelerinden bâzılarını da yanına alıp Kazvin şehrine gitti. Şahın
ordusunda Şeyh hazretlerini seven Ehl-i sünnet îtikâdında meşhur bir kimse
vardı. Şeyh hazretleri Kazvin'e varınca, bu kimsenin çadırında misâfir oldu. Bu
sırada şâhın onu getirmek için vazîfelendirdiği kimseler hazırlık yapıyor,
atlarını nallatıyorlardı. Misâfir olduğu kimse o askerlere haber yollayıp;
"Gitmenize lüzum yok. Şeyh hazretleri kendisi geldi." dedi. Gelip görüştüler ve
onun bulunduğu çadırda misâfir kalmasına râzı oldular. Ertesi gün de Şah'a
götürmek üzere bulunduğu çadırdan aldılar. Yolda giderken gören azılı
düşmanlardan biri; "Şimdi Şah emreder ben de senin derini yüzerim, çarık yapıp
ayağıma giyerim!" dedi. Pîr Muhammed hazretleri bu azılı düşmana cevap olarak; "Allahü
teâlânın dediği olur. Senin dediğin olmaz." buyurdu. Şah Tahmasb'ın yanına
varınca, Şah adamlarına; "Doğurması yaklaşmış olan bir ineği bulup buraya
getirin." dedi. İneği bulup getirdiler. Şah, önlerinde duran ineği göstererek,
Şeyh hazretlerine; "Bu ineğin buzağısı erkek mi dişi midir? Alâmeti nedir?" diye
sordu. Pîr Muhammed hazretleri ineğe bakıp; "Allahü teâlâ bilir ki, bu ineğin
buzağısı erkektir. Rengi siyah ve kuyruğunun ucu beyazdır." dedi. Şah Tahmasb
adamlarına emredip; "Bu ineği boğazlayın ve karnından çıkan yavrusunu perdesi
ile yanıma getirin." dedi. Hemen ineği götürüp boğazladılar ve buzağıyı
yavruluğundan çıkarmadan getirdiler. Önünde buzağıyı yavruluktan çıkardılar.
Baktı ki buzağı erkek, rengi siyah ve kuyruğunun ucu da beyaz. Aynen Pîr
Muhammed hazretlerinin târif ettiği gibi.
Şah Tahmasb bu hâdiseye
şaşırıp, ikinci bir plân kurdu. Şeyh hazretlerine ve talebelerine belli etmeden
zehirli şerbet vermelerini emretti. Adamlarına; "Bakalım zehirlenecekler mi?"
dedi. Şahın adamları, Şeyh hazretlerine ve talebelerine içine zehir kattıkları
şerbeti içirdiler. Sonra da Şahın yanından çıkardılar. Şeyh hazretleri oradan
ayrılınca, talebelerine; "Bize içirdikleri şerbet zehirli idi." dedi. Daha sonra
tenha bir evde toplanıp; "Lâ ilâhe illallah." diyerek zikre başladılar. O kadar
zikrettiler ki, hepsi çok terledi ve içtikleri şerbetteki zehiri ter ile
vücutlarından dışarı attılar. Hiçbirine bir zarar olmadı. Şâhın adamları kin
içinde Şâha; "Bunları katletmek lâzımdır." dediler. Şah Tahmasb; "Biz onların
hepsine zehir içirdik; eğer öldüler ise ne âlâ! Yok zehir tesir etmedi ve
ölmediler ise onları öldürmek insafa sığmaz." dedi. Sonra bulundukları yere adam
gönderip durumlarını öğrenmek istedi. Hiçbirine bir zarar gelmediğini haber
aldı. Bunun üzerine Pîr Muhammed hazretlerini yanına çağırıp; "Haydi evinize
dönünüz. Benim vilâyetimde ne işlersen işle. Kimse seni incitmesin. Zîrâ senin
velî olduğunda şüphem kalmadı." dedi."
Eriş şehrinden Molla Bâbâ
adında biri, Pîr Muhammed Gencevî hazretlerine talebe olmuş ve hizmetinde
bulunmuştu. Bu kimse şöyle anlattı: "Bir defâsında Şeyh hazretleriyle bir yere
gidiyorduk. Hocam at üzerindeydi. Ben de yanında yaya yürüyordum. Giderken yol
üzerinde bir kuş ölüsü gördük. Hocam bana; "Şu kuşcağızı bana ver." dedi. Ben de
alıp verdim. Bir müddet elinde tuttu. Sonra kuşcağız canlandı ve uçup gitti.
Bunun üzerine dedim ki: "Efendim, Îsâ aleyhisselâm duâ edince, ölü dirilirmiş.
Elhamdülillah sizin nefesiniz ile de bu kuşun dirildiğini gözümüzle gördük."
dedim. Bunun üzerine buyurdu ki: "Kuşcağız ölmemişti. Fakat tesbihini yâni
Allahü teâlâyı zikrederken söylediği şeyi unutup onu düşünürken kendini
kaybetmiş. Tesbihini hatırlattım. Aklı başına geldi ve toparlanıp uçtu gitti.
Her varlığın kendi lisânına göre tesbihi vardır. Allahü teâlânın velî kulları ve
mürşid-i kâmiller bunu bilirler. Bir senede gökten kaç damla yağmur düşeceğini
ve yerden ne kadar ot biteceğini Allahü teâlâ mürşid-i kâmillere bildirir."
Erbilli Muhammed Es’ad
Efendinin talebesi Ramazanoğlu Mahmûd Sâmi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Adana'da bulunduğu sırada oradan İstanbul'daki hocasına hediyeler göndermek
âdetiydi. Fakat o, hediyelerinin bizzat kendi elinin emeği olmasına büyük îtinâ
gösterirdi. Rivâyete göre ekinler biçildikten ve hasad yapıldıktan sonra
tarlalara gider, yerlere dökülen başakları toplar, onları bulgur yapıp
İstanbul'a gönderirdi. Onun bu hâlini işiten babası; "Oğlum, benim ambarlarım
buğday dolu. Niçin hocana onlardan göndermiyorsun?" deyince; "O kapıya lâyık
olan, el emeği göz nûrudur." diye cevap verirdi.
Büyük velîlerden
Radıyüddîn Kazvînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ana dili Fârisî
olmakla berâber, Arabîyi çok iyi bilirdi. Tahsil hayatının ilk zamanlarında
zihni ve hâfızası zayıfdı. İmâm-ı Muhammed bin Yahyâ hazretlerinin medresesinde
bulunuyordu. İbn-i Yahyâ hazretleri âdet olarak her Cumâ günü talebelerinin
ezberledikleri fıkıh bilgilerinden onları imtihan eder, kimin ne derecede
olduğunu anlardı. Normal olarak imtihanı kazananları bırakır. Kazanamayanları
ise medreseden çıkarırdı. Radıyüddîn Kazvînî, bu imtihanı kazanamayınca
medreseden çıkarıldı. Gece vakti medreseden çıktı. Nereye gideceğini
bilemiyordu. Bir hamamın külhânında uyudu. Rüyâsında Resûlullah efendimizi
gördü. Peygamber efendimiz mübârek ağız sularından onun ağzına iki defâ sürdüler
ve medreseye dönmesini emir buyurdular. Radıyüddîn Kazvînî, Peygamberimizden
aldığı bu emir üzerine tekrar medreseye döndü. Medreseye girdiğinde, geçmiş
derslerin hepsinin ve daha birçok ilimlerin hâfızasında bulunduğunu hissetti.
Bundan sonra hâfızası, hakîkaten çok keskin ve kuvvetli oldu. Cumâ günü geldi.
İmâm-ı Muhammed bin Yahyâ âdet olarak Cumâ namazlarını talebeleri ile berâber
dünyâya kıymet vermemesi ile tanınmış olan Abdurrahmân el-Ekkâf’ın imamlık
yaptığı câmide kılarlardı. Hep berâber câmiye gittiler. Abdurrahmân-ı Ekkâf,
müctehid din imâmlarımızın bâzı meselelerde farklı ictihâd etmelerinin sebep ve
hikmetlerini anlatan hılâf ilminden bâzı meseleleri anlatıyor, cemâat ise edeble
dinliyordu. Bir ara, Abdurrahmân Ekkâf’ın bir şeyi yanlış söylediğini farkeden
Radıyüddîn Kazvînî îtirâz etti. Orada bulunan diğer ilim sâhipleri bu sözün
sehven söylendiğini, edebe riâyet ederek susmasını işâret ettiler ise de, o,
yaşı küçük olduğu ve hocasının yanında çok az ders gördüğü hâlde, diğer ilim
sâhiplerinin işâretlerine iltifât etmeyip îtirâzına devam etti. Abdurrahmân-ı
Ekkâf, zâten sehven söylenmiş olan o cümleyi düzeltti ve onun îtirâzına mâni
olmak isteyenlere de; “Onu bırakınız. Onun söylediği bu söz, kendisinden değil,
ona öğretendendir (yâni Resûlullah efendimizdendir.) buyurdu. Orada bulunan
cemâat, Ekkâf hazretlerinin bu sözünden bir şey anlayamadılar. Fakat Radıyüddîn
Kazvînî, onun bu sözünden kastetdiği mânâyı iyi anladı ve onun keşif ve kerâmet
sâhibi olduğunu yakînen gördü.
Velîlerin önde gelenlerinden
Seyyid Molla Resûl Zeki Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) ömrünü ecdâdı
gibi hak yola hizmetle geçirdi. Vefât ettikten sonra oğlu Ziyâeddîn Efendi,
babasının yolunu bırakıp dünyâ ile meşgûl oldu. Yaylada çadır kurup günlerini
avlanmakla geçirmeye başladı. Babasının fazîlet sâhibi talebeleri bu durumu
görünce çok üzüldüler. Muş'taki Molla Resûl Sıbkî, Siirt'teki Molla Halil'e
gidip; "Hocamızın tâziyesine, başsağlığına gidemedik. Hem de oğlu ile ilgilenir
nasîhat ederiz" dedi. Molla Halil de; "İsterseniz önce bir mektup yazalım. Sonra
netîceye göre hareket ederiz." diye cevap verdi. Molla Halil Efendi, Seyyid
Ziyâeddîn'e bir mektup yazıp; "Mübârek hocamız Molla Resûl Zeki hazretlerinin
oğlunun ava, eğlenceye başladığını öğrendik. Hocamızın yeni vefât ettiği
anlaşıldı. İnnâ lillâh..." dedi. Mektup Seyyid Ziyâeddîn'e ulaşınca durumu
anlayıp yaylayı, eğlenceyi, avı bırakıp Arvas'a indi. Annesiyle görüştü. İzin
alıp Molla Halil hazretlerine talebe olmak için Siirt'e mektup yazdı. Mektup
Molla Halil'e ulaştığında, o; "Oğlum ben fakirim. Sana bakacak gücüm yok. Her
gün bir altın verirseniz size ders verebilirim." cevâbını yazdı. Bunun üzerine
Ziyâeddîn bir çanta altınla Siirt'e geldi ve Molla Halil'e talebe oldu. Her gün
hocasına bir altın verip ders aldı. Nihâyet bir gün altınlar bitti. Bunun
üzerine Seyyid Ziyâeddîn Arvas'a haber gönderdi. Bu arada rahatsızlık bahânesi
ile derse gitmedi. Birkaç gün geçti. Hocası onun bu durumunu anlayınca, daha
önce verdiği bütün altınları getirip kendisine iâde etti ve; "Biz sana para için
ders vermedik. Arzu ve niyetimiz iyi öğrenmenizdi." buyurdu. Onu güzel bir
şekilde yetiştirdi.
Meşhûr velîlerden
Rûzbehân Baklî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dostlarından Şeyh
Ebû Bekr bin Tâhir şöyle anlatmıştır: “Her seher vakti onunla nöbetleşe Kur’ân-ı
kerîm okurduk. Biraz o okur ben dinlerdim, biraz da ben okurdum o dinlerdi.
Vefât ettiği zaman çok üzüldüm. Vefât ettiği günün gecesinde kalkıp seher vakti
namaz kıldım. Sonra onun kabri başına oturup ondan ayrı düştüğüm için ağladım ve
Kur’ân-ı kerîm okumaya başladım. Bir miktar okuyup durdum. Ben okumayı kesince
Rûzbehân Baklî hazretlerinin kabrinden sesini duydum. Ben susunca o Kur’ân-ı
kerîm okumaya başladı. Cemâat toplanana kadar okudu. Sonra ses kesildi. Bu hal
hayatta olduğu gibi vefâtından sonra da bir müddet devâm etti. Bir gün bu sırrı
dostlarımdan birine söyledim. Söyledikten sonra bir daha sesini duyamaz oldum.
|
|