|
MENKIBELER (N)
Büyük velîlerden Muhammed
Nasûhî Üsküdârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir ara üç gün
müddetle sevenlerinden birinin dâveti üzerine hava değişikliği için Çamlıca
civârındaki Bulgurlu'ya gitti. Bulgurlu'ya gelişlerinin ilk gecesi, gece
yarısından sonra teheccüd namazını kıldıktan sonra yanında bulunanlara; "Bize
bugün Üsküdar'a gitmek gerekiyor. Hizmeti yerine getirdikten sonra inşâallah
yine geliriz. Arzu eden bizimle gelebilir." buyurdu. Sabah namazını kıldıktan
sonra Üsküdar'a gelmek üzere yola çıktı. Yolda karşısından derviş kıyâfetli biri
geldi ve; "Ben duâcınız da efendime gidiyordum. Dergâhınıza vardım. Efendim
hazretleri (yâni siz) Bulgurlu'dadır." dediler. Çok şükür efendime burada
kavuştum. Size gelişimin sebebi, Üsküdar'da Bülbülderesi denilen yerdeki bir
mağarada, Nakşibendiyye yolu mensuplarından Şâh Haydar adında bir zât vardı. Bu
zât kimsenin işine karışmayan, haram işlememek için insanlardan uzak yaşamaya
gayret eden biriydi. Ömrünün sonuna doğru bana; "Artık dünyâ hayâtım bitmek
üzeredir. Vefât ettiğimde cenâzemi yıkamak, namazımı kılmak, kabre koymak ve
telkînimi vermek üzere Nasûhî hazretlerinin vekil olmasını istirhâm ediyorum. Bu
vasiyetimi unutma ve başkaları yapmak isterlerse mâni ol. Vefâtımı ve vasiyetimi
ona bildirmene lüzum yok. Ona Allahü teâlâ bildirir." buyurdu. Lâkin duâcınız
işgüzârlık yapıp kendiliğimden geldim. Bu gecenin son üçte birinde vefât etti."
dedi. Nasûhî hazretlerinin yanında bulunan talebeleri, onun bir kerâmetini daha
gördüler. Vefât eden zâtın dediği gibi oldu. Nasûhî hazretleri talebeleriyle
birlikte Bülbülderesine geldi. Kabrini kazdırdı. Cenâzesini yıkadı. Namazını
kılıp, kabre koydu ve telkînini verdi.
1718 senesi Şâbân ayının son
haftası, vâzında; "Bize bir sefer gerekti. Bu makamda son vâzımdır." buyurarak
cemâate vedâ etti. Dergâhlarında da aynı şekilde vedâ etti. Onun bu sözlerini
talebeleri herhalde Kastamonu'ya gidip oradaki büyükleri ziyâret edecek diye
mânâlandırdılar. O hafta Cumâdan sonra hastalandı. Ramazan ayının ilk
günlerindeydi. Bir gece oturduğu evden dışarıya çıkan Nasûhî Efendi, dergâhın
bahçesinde dolaşıyordu. Onun bahçede dolaştığını gören hanımı, bahçeye çıkarak
yanına yaklaştı ve; "Muhterem efendim! Bu gece vakti bu bahçede niçin gezinip
durursunuz?" diye sordu. O da; "Allahü teâlâ bilir ama, bu bayramı burada
geçireceğiz. Şimdiden kendime yer hazırlıyorum." buyurdu. Hanımı bu haberi
işitince üzüldü ve; "Niçin böyle söyleyip yüreğimizi yakıyorsun." dedi. Nasûhî
hazretleri; "Takdîr-i İlâhî böyledir." cevâbını verdi. Aradan günler geçti.
Ramazân-ı şerîf ayının ortasına geldiğinde, sevenlerini etrâfına toplayıp,
yerine oğlu Alâeddîn Efendiyi halîfe tâyin etti ve vasiyetini bildirdi.
Abdülkerîm Dede, Canbazlar
Kethüdâsı İbrâhim Ağa ve Nasûhîzâde Ahmed Efendi anlattılar: "Bir gün dergâha
elinde bavulu ile biri geldi. Bavulunu emânete verip, bize Nasûhî hazretlerinin
türbesini sordu. Biz de; "Yorgunsun, birazcık dinlen, sonra ziyâret edersin."
dedik. Fakat o; "Önce ziyâret edeyim sonra dinlenirim." cevâbını verdi. Bunun
üzerine türbeyi gösterdik. O gidip kabrin başında bir müddet Kur'ân-ı kerîm
okudu. Ziyâretten sonra yanımıza gelip oturdu ve şöyle anlatmaya başladı: "Bu
fakîr, seyahatim esnâsında bir vilâyete uğradım. Birisine; "Burada talebelerin,
gariplerin kaldığı bir dergâh var mıdır?" diye sordum. O da; "Filân yerde bir
dergâh var. Aradığını orada bulabilirsin." dedi. Oraya gidip misâfir oldum.
Dergâhın idâresini yapan, mübârek kâmil bir zât imiş. Onunla tanıştık, o gece
berâber sabaha kadar sohbet ettik. Bana seyahatimin sebebini ve nereye
gideceğimi sordu. Ben de anlattım ve İstanbul'a gideceğimi bildirdim. Bana;
"Oğlum, bir ricâda bulunsam acabâ yerine getirebilir misin?" dedi. "Elbette
gücüm yeterse yaparım, emrediniz." Dedim. O da; "İstanbul'a gitmek için,
Üsküdar'dan geçmen lâzım. Üsküdar'ın Doğancılar semtinde Nasûhî hazretlerinin
türbesi vardır. Oraya uğradığında bizim hürmetimizi bildirip, mübârek rûhuna
Yâsîn-i şerîf, üç İhlâs ve bir Fâtiha okuyup sevâbını hediye eder misin?" dedi.
"Peki, inşâallah emrinizi yerine getiririm." dedim. Sonra ona; "Efendim!
İstanbul'da pek büyük velîler, âlimler olduğu hâlde, niçin önce Nasûhî Efendiye
gitmemi arzu ettiniz?" diye sormaktan kendimi alamadım. O da: "Babam Kâdiriyye
yolunda olgun bir velî idi. O hayatta iken kıymetini bilemeyip nefsimin hevâsı
peşinde koştum. O vefât ettikten sonra da huzûrum iyice kaçtı. Birgün babamın
yerine bakan halîfesi bana; "Ey mübârek hocamın yâdigârı! Kıymetli ömrünüzü
böyle geçirip giderseniz sonunuz hüsrân olur. Mübârek hocamızın bize bir
emânetisiniz. Zararın neresinden dönerseniz kârdır. Geç de olsa bir medreseye
gidip ilim tahsîl etseniz, bir velî kulun hizmetine girip kalb ilimlerini
öğrenip buraya gelseniz ve babanızın yerine geçseniz ne güzel olur. Size
elimizden geldiği kadar yardımcı oluruz. Size yakışan budur." dedi. "Peki,
nereye gideyim." diye sorduğumda da; "Edirne'de tanıdığım âlimler var. Oraya
gidebilirsin." deyince, hazırlığa başladım. İhtiyaçlarımı tedârik edip yola
çıktım. Yolculuk uzun ve yorucu oluyordu. Vakti gelince namazlarımı kılıyor,
akşamları da uygun yerlerde uyuyup dinleniyordum. Bir gün dinlendiğim bir handa,
önümüzdeki yolu eşkıyâların kestiğini, geçenleri soyduklarını söylediler. Ben
onların bu sözlerine aldırmayıp Allahü teâlâya tevekkül ederek yoluma devâm
ettim. Yol kesicilerin bulunduğu mahalle yaklaştım. Karşı tepenin üzerinde
hareket eden bâzı karartılar görülüyordu. Belli ki onlardı. Gitsem mi, gitmesem
mi diye tereddüd içinde yürürken, karşıdan siyah bir at üzerinde nûr yüzlü,
sakallı ve heybetli bir zât göründü. Yanıma geldiğinde; "Evlâd! Korkma, gel
benimle." diyerek geri döndü. Peşinden yürümeğe başladım. Eşkıyânın bulunduğu
yerden geçtikten sonra bana dönerek; "Bundan ötesi selâmettir. Yolun açık olsun,
Allahü teâlâ yardımcın olsun." dedi ve kayboldu. Cenâb-ı Hak, ilim öğrenmek
niyetimin bereketiyle, beni eşkıyânın şerrinden bu tanımadığım mübârek zâtın
vesîlesiyle kurtarmıştı.
Uzun yolculuktan sonra
Üsküdar'a geldim. Oradan İstanbul'a sonra da Edirne'ye gidecektim. Üsküdar'da
yürürken iki kimse yanıma sokuldu; "Ey efendi! Seni üstâdımız dergâhına dâvet
ediyor. Lütfen oraya buyurunuz." dedi. Beni burada kimse tanımazdı. Üstelik
benim de tanıdığım bir kimse yoktu. Yine Rabbimize tevekkül edip; "Peki
geleyim." diyerek peşlerine düştüm. Dergâha geldik. Dinlenmemi söylediler. "Beni
huzûruna dâvet eden üstâdınızla görüşeyim." dediğimde; "Üzülme, vakti gelince o
sizi çağırır, görüşürsünüz." dediler. O gece sabaha kadar uyuyamadım. Kur'ân-ı
kerîm okuyup, namaz kıldım. Allahü teâlâya; "Yâ Rabbî! Bana ilim, amel ve ihlâs
ihsân eyle." diye çok yalvardım. Sabah namazını kıldıktan sonra bana; "Şeyhimiz
seni huzûruna bekliyor." dediler. İçeri girdiğimde, beni eşkıyânın elinden
kurtaran o nûr yüzlü zât karşımda duruyor, bana tebessüm ediyordu. Hayretimden
dona kalmışım. Aklım başıma geldiğinde hemen eğilip elini öptüm. Sonra da;
"Muhterem efendim! Tehlikeye girdiğimde hayâtımın kurtulmasına sebeb oldunuz."
derken, sözümü kesti ve; "Oğul! Ne garip kelâm edersin. Seninle ilk defâ
karşılaşıyoruz. Orada senin gördüğün kimse bu vücûd değildir. Cenâb-ı Hak
meleklerinden birini benim sûretimde oraya gönderip, seni tehlikeden kurtarmış."
diyerek hâllerini gizledi. Üç gün dergâhta kalıp istirahat etmemi emretti.
Dışarı çıktıktan sonra, bu zâtın kim olduğunu sordum. Nasûhî Efendi olduğunu
söylediler. Üç gün cana can katan, kalb hastalıklarına şifâ olan sohbetleriyle
şereflendim. Bereketli teveccühleri ile kalbim aydınlandı, haller sâhibi oldum.
Üç gün sonra huzûruna çıktığımda buyurdular ki: "Evlâdım! Şimdi memleketine geri
dön. Pederinin dergâhında makâmına otur. Bu yolun âdâbına uyarak talebeleri
yetiştirmeye çalış. Silsile-i aliyye büyüklerinin rûhâniyetleri seni terbiye
ederler. O zaman yüksek haller, zevkler sâhibi olursun. Sana duâ ediyorum. Başın
dara düştüğü zaman bizi hatırla." Bu sözleri can kulağımla dinledim. Mübârek
ellerini öptükten sonra vedâlaştım. Memleketime gelip, gördüğün gibi burada
talebelerin başında, onlara yardımcı olmaya çalışıyorum. İşte yukarıda
anlattığım sebeplerden dolayı Nasûhî Efendiyi ziyâret edip okumanı istedim."
dedi."
Anadolu’da yetişen büyük
velîlerden Neccârzâde Muhammed Sıddık (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin talebelerinden birisi şöyle anlatır: “Dört oğlum tâûn
hastalığından arka arkaya vefât etmişti. Hem oğullarımın vefât acıları hem de
ben ve hanımım yaşlı olduğumuz için artık çocuğumuz olmayacağını da düşünerek
üzgün ve perişan bir haldeydik. Gerçi Şeyh Muhammed Sıddık Efendinin tesellileri
ile biraz rahatlıyordum. Fakat yaşlılığımız sebebiyle artık çocuğumuz olmayacağı
hatırıma geldikçe bir hayli üzülüyordum. Şeyh Muhammed Sıddık Efendi benim bu
hâlimi anlayıp bir gün yine huzûrunda mahzûn mahzûn dururken; “Sen evlâd
acısıyla ve bundan sonra daha çocuğun olmayacağını düşünerek kendini perişan
ediyorsun. İnşâallah Allahü teâlâ sana çocuk verir.” buyurdu. Gerçekten bir
müddet sonra hanımım yaşlı olmasına rağmen hocamın duâsı ile bir çocuğumuz oldu.
Talebelerinden birinin
çocuğu üç yaşına gelmesine rağmen henüz yürümüyordu. Bu duruma babası çok
üzülüyordu. Bir gün bu çocuğunu hocası Muhammed Sıddık’ın huzûruna getirdi ve
durumunu arz etti. Muhammed Sıddık hemen çocuğun elinden tutup, besmele çekerek
yürütmeye başladı. Çocuk, Allahü teâlânın izniyle yürür oldu.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Şeyh Necîbüddîn Mütevekkil (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri ile ilgili olarak Şeyh Nizâmüddîn Evliyâ hazretleri buyurdular ki;
"Şeyh Ferîdüddîn'in huzûruna kavuşmadan önce bir gün Şeyh Necîbüddîn'in
huzûrundaydım. Kalktım ve; "Bir Fâtiha ile İhlâs okuyun ki, ben buranın kadısı
olayım." dedim. Şeyh Necîbüddîn gözlerini yumdu. Sesimi duymadığını zannettim.
Tekrâr aynı cümleyi söyledim. Bu defâ tebessüm etti ve; "Sen kâdı olma, başka
şey ol." buyurdu." Daha sonra Nizâmüddîn Evliyâ, Ferîdüddîn Şeker Genc'in
talebesi ve zamânın en büyük evliyâsından oldu.
Anadolu'da yaşayan
velîlerden Necmeddîn İmâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
yaşadığı asırda insanların dünyâ ve âhirette kurtuluşları için gayret etmiş olan
Necmeddîn İmâd hazretlerinin bâzı halleri ve menkîbeleri halk arasında
anlatılmaktadır. Necmeddîn İmâd hazretlerinin vefâtından asırlarca sonra 1600
yılı başlarında Samsun, Amasya ve Çorum taraflarında ortaya çıkan Karayazıcı
adındaki zorba ve isyâncılar, Osmanlı idâresine baş kaldırdı. Osmanlı ordusunun
Rumeli'deki savaşlarda bulunmasını fırsat bilen Karayazıcı, emrindeki
çapulcularla Çorum yöresinden başlayarak, Amasya ve Tokat taraflarını
yağmaladıktan sonra Kayseri'ye yaklaştı. İdâreciler ve halk, saltanat merkezi
İstanbul'a haber göndererek yardım istediler. İsyânı bastırmakla
vazîfelendirilen Vezir Hacı İbrâhim Paşa, Kayseri'ye geldi. Karayazıcı'nın
kuvvetleriyle çarpıştıysa da başarılı olamadı. Karayazıcı ve kuvvetleri
Kayseri'ye girerek yağma ve talana devâm etti. Kayseri'yi istilâ ettiği günün
gecesi Şeyh Necmeddîn İmâd hazretleri, Karayazıcı'nın rüyâsına girdi ve onu son
derece sıkıştırdı. Ertesi gün eşkıyâ başı Karayazıcı, Kayseri'den kuvvetlerini
geri çekti. Böylece Kayseri ahâlisi büyük bir zulüm ve fitneden kurtuldu. Bu
menkîbe, halk arasında asırlardır anlatıla gelmiştir.
Şâfiî âlimlerinin
büyüklerinden İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında
İmâm-ı Sübkî hazretleri şöyle anlatır: Babam 1341 yılında Dâr-i Hadîs-i
Eşrefiyye'de ders okutuyordu. Geceleri salona çıkar, teheccüd namazı kılardı.
Zaman zaman yüzünü halılara sürer; "Buraya İmâm-ı Nevevî hazretlerinin mübârek
ayakları değmiştir. Bu halılara âşık olmamın, hayran kalmamın ve yüzümün en
şerefli yerlerini bu yaygılara sürmemin sebebi budur." derdi.
Evliyânın büyüklerinden
Niyâzî-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Şeyh Abdüllatîf Gazzî
Efendi, Vâkıât adlı eserinde şöyle yazmaktadır: "Birisi şeyhülislâmın huzûruna
varıp, Niyâzî-i Mısrî hakkında tenkid mevzû olan sözü kastederek; "Efendim bu
sözü söyleyenlerin cezâsı nedir ve dinde ne lâzım gelir." diye suâl edince, ârif
ve kâmil bir zât olan şeyhülislâm; "Bu sözü Niyâzî-i Mısrî hazretlerinden başka
kim söylerse, katlolunur. Fakat Niyâzî-i Mısrî söylerse, bir hikmet ve gizli bir
sır vardır. O, zâhirî ilimlerde de kemâl mertebesindedir. Onların böyle sözleri
söylemesinde bir hikmet vardır. Biz onlara dil uzatmağa kâdir olamayız."
diyerek, o şahsı susturdu.
Niyâzî-i Mısrî'nin,
talebelerinden Şeyh Ahmed Gazzî'ye yazdığı mektup şöyledir: "İzzetli, fazîletli
ve kıymetli oğlum! Sonsuz selâmlar ve hayır duâlar takdîminden sonra, hâtır-ı
şerîfleriniz suâl olunur. Ahvâlimizden suâl olunursa, elhamdülillah sıhhat ve
âfiyet üzereyiz. Bütün dostların hayırlı duâlarını devamlı bilip, şüphe
noktalarını kovup ve hak eyleyip, tarîkat-ı aliyyenin gereğince, ameli elden
bırakmayıp, dostlar ile iyi geçinmeyi en fazîletli amel biliniz. Bizim yolumuzda
dostlar ile iyi geçinmeden daha fazîletli amel yoktur. İzzetli Târık Çelebi'ye
selâmımızı tebliğ edip, onlar ile iyi geçinmeniz matlûbumuzdur. Kâsım
Çelebizâde'ye, birâderine ve oğluna selâm ederiz."
Niyâzî-i Mısrî'nin, başka
bir talebesine yazdığı bir mektup şöyledir: "Mısrî'nin her şeyi yağma oldu.
Ancak görünür bir cesedi kaldı. Mısrî'yi şimdiden sonra isteyenler, muhabbet
ehli ise, gönülde arasın. Mârifet ehli ise, sözlerimizde arasın. Her ne kadar
uzak isek de evvelce ikrârı olanlardan biz ayrı değiliz. Ne kadar yakın olsalar
da inkarı olanlar bizi göremez. Hakîkî âşinâlık ise gönülde olup uzak-yakın
birdir. Doğru yolda olanlara selâm olsun."
Hindistan'da yetişen
evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Sultan Alâeddîn, bir gün ordusunu güney bölgesine sefere
göndermişti. Bir süre bu sefer hakkında hiç haber alamadı ve endişeye kapıldı.
Nizâmeddîn Evliyân'ın talebelerinden olan bâzı komutanları ona göndererek, şu
mesajı yolladı: "Sizin, İslâma sevgi ve saygınız bizden çok fazladır. Eğer
mânevî gözünüzle, güneydeki seferin durumu ve sefer haberlerini öğrenip bize
bildirirseniz, bizi çok sevindirmiş olacaksınız. Çünkü durumdan çok
endişeliyim." Cevâb olarak Nizâmeddîn Evliyâ buyurdu ki: "Bu zaferden hâriç,
başka zaferler de sizi bekliyor." buyurdukları gibi, bir süre sonra ordu zafer
haberi ile Dehli'ye geldi. Sultan, şükrân ifâdesi olarak, Kara Beğ ile
Nizâmeddîn Evliyâ'ya beş yüz altın gönderdi. Kara Beğ bu para ile dergâha
vardığı sırada, dergahta bulunan Horasanlı bir derviş; "Hediye müşterek." diye
seslendi. Bunun üzerine Nizâmeddîn Evliyâ; "Yalnız bir kişi alırsa daha güzel
olur." diyerek, o beş yüz altını ona verdi.
Evliyânın büyüklerinden
Nûreddîn Cerrâhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün annesine; "Anneciğim!
Bana izin ver de hacca gideyim. Dînin bana farz kıldığı vazîfemi yapayım." dedi.
Annesi bu isteğini uygun buldu. Nûreddîn Cerrâhî hazırlıklara başlayıp, gerekli
parayı tedârik ettikten sonra, annesi ve sevenlerine vedâ etti. Onu hacca
götürecek kervanın yanına giderken, yolda iki gözü iki çeşme ağlayan bir adam
gördü. Adam âdetâ kendisinden geçmiş, hem ağlıyor, hem Allahü teâlâya şöyle duâ
ediyordu: "Yâ Rabbî! Ölümden evvel lütfet, bana borçlarımı ödemek nasîb eyle.
Beni borçlu yatırma yâ Rabbî!" Nûreddîn Cerrâhî merak edip, adamın koluna
girerek; "Kardeşim ne kadar borcun var?" diye sordu. Borçlu adam kendine suâl
soran bu nûr yüzlü gence ümitle bakarak, mikdârını söyledi. Adamcağızın borcu,
Nûreddîn Cerrâhî'nin cebindeki para kadardı. Nûreddîn Cerrâhî cebindeki para
kesesini çıkarıp adama vererek; "Bu sana Allahü teâlânın bir ihsânıdır." dedi ve
oradan hızla uzaklaştı. Bir süre sonra; "Ben nereye gidiyorum? Artık param da
yok." diye düşündü. Ayakları onu Edirnekapı Sakızağacı kabristanlığındaki
namazgâha götürdü. Allahü teâlânın izni ile kilometrelerce uzaklıktaki Kâbe'ye
giderek hac törenine katıldı. Arife günü, binlerce hacıyla birlikte; "Lebbeyk,
lebbeyk!" derken, semâya uzattığı elleri, kavurucu güneş altında yanıp kavruldu.
Hac töreni bitince, Nûreddîn Cerrâhî, Sakızağacı'ndan evine döndü. Annesi bu
duruma hayret etti. Fakat bir şey söylemedi. Kervanlar dönünce, İstanbul'da bir
kaynaşma başladı. Yükünü eve bırakan doğru Nûreddîn Cerrâhî'nin dergâhına
gelerek; "Tebrik ederiz, tebrik ederiz. Arafat'ta "Lebbeyk, lebbeyk!" çağırırken
ne güzel, ne mübârektin! Hepimiz seni seyrederek nûrlandık. Çoğumuz rüyâmızda
senin hürmetine haccımızın kabûl olduğunu gördük." dediler.
Osmanlı âlimlerinden ve
büyük velîlerden Nûreddînzâde Muslihuddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh)
tasavvuf ehlinden Sofyalı Bâlî Efendinin dergâhına gidip, ona talebe oldu.
Hizmetinde ve sohbetinde uzun müddet kalıp, feyz aldı. Tasavvufta yükselip,
insanları Allahü teâlânın yüce dînine dâvet etmek ve Resûlullah efendimizin
sallallahü aleyhi ve sellem güzel ahlâkını öğretmekle meşgûl oldu. Allahü
teâlâya muhabbetinden dolayı, dünyâya hiç önem vermez oldu. Onun bu durumunu
anlayamayan bâzıları pâdişâha şikâyet ettiler. Pâdişâh meselenin tahkîk
edilmesini emretti. Tahkîkat için İstanbul'a geldi. Tahkîkat sonunda berâat etti
ve hakkındaki ithamlardan kurtuldu.
Nakledilir ki: Tahkîkatla
ilgili haberin Filibe'ye ulaşmasından sonra gösterişi olmayan elbiseler giyerek
İstanbul'a geldi. Zeyrek Câmii civârında bulunan hücrelerden birinde kalmak
istediği zaman, câminin imâmı onu misâfirliğe kabûl etti. Onun gelişinin bir
nîmet olduğunu, hayır ve berekete vesîle olacağını düşünerek ikrâmlarda bulundu.
Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendi oradan ayrılmak isteyince, imâm onun ayrılmasına
müsâade etmedi. Nihâyet Cumâ günü namaz kılındıktan sonra, alışıldığı üzere
Şeyhülislâm Ebüssü'ûd Efendi câminin önünde bulunanlarla müsâfeha ettiği esnâda,
Nûreddînzâde de yolun kenarında ve müslümanların arasındaydı. Ebüssü'ûd Efendi
onunla da müsâfeha edince, yakınlık duyup tanışmak üzere fetvâ odasına dâvet
etti. Fetvâ odasında başkaları da vardı. İlmî konuşmalar yapılıyordu. O sırada
Ebüssü'ûd Efendinin tefsîrinden bir yer okunup müzâkere edildi. Müzâkere ve
sohbet esnâsında Nûreddînzâde'ye konuşma sırası gelince, âyet-i kerîmedeki
hakîkatleri ve incelikleri anlattı. Bunun üzerine Ebüssü'ûd Efendi kalkıp hürmet
gösterdi. Kim olduğunu ve memleketini sordu. O da; "Nûreddînzâde dedikleri âsî
ve günahkâr kimse bu fakîrdir" dedi. Ebüssü'ûd Efendi, sadrâzama haber gönderip;
"Nûreddînzâde dedikleri muhterem kimse gelmiş, fetvâ makâmımızı teşrîf etti.
Yüksek şânını ve irfânını gördüm. Bu kıymetli zât hakkında söylenilenler
iftirâdır. Böyle bir kimsenin devlet merkezine gelmesi büyük şereftir" dedi.
Bunun üzerine sadrâzam, Şeyhülislâm Ebüssü'ûd Efendinin söylediklerine uyup,
Nûreddînzâde Muslihuddîn Efendi'ye ihtimâm ve iltifât gösterdi. Âilesini ve
çocuklarını getirmek üzere memleketine gönderildi. Döndükten sonra Küçük
Ayasofya Dergâhına yerleştirildi. Orada Allahü teâlânın dînini ve Peygamber
efendimizin güzel ahlâkını insanlara anlatmakla vazifelendirildi. Vâz ve
sohbetlerinin yanında, hadîs-i şerîf ve tefsîr okutmakla da meşgûl oldu. Onun
sohbet ve ilim meclislerinde âlimler hazır bulunuyor ve istifâde ediyorlardı.
Bir kısım âlimler ona talebe olup feyz aldılar. Vezîr-i âzam Sokullu Mehmed Paşa
onun talebeleri arasındaydı. Osmanlı pâdişâhı Kânûnî Sultan Süleymân da ona
muhabbet edip, sohbet meclislerinde bulundu. Bâzan da saraya dâvet edip,
sohbetleriyle şereflenirdi.
|
|