|
MENKIBELER (M - 2)
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Hocamın huzûruna babasının talebelerinden
yaşlı bir zât geldi. Hocam onu benim halvette bulunduğum odaya getirdi. Orada
günlerce berâber kalıp mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak ve riyâzete,
nefsin istediklerini yapmamağa devâm ettik. Gece olduğu zaman bir müddet
istirahat etmek için husûsî yerlerimize çekildik. Ben o ihtiyar zâtın
uyuyacağını zannettim. Halbuki o zât Allahü teâlânın ismini zikrederek
murâkabeye daldı. Ben de ona uyup aynı şeyleri yaptım. Her ne zaman başımı
kaldırıp o zâta baktıysam, bu hâli üzere duruyordu. Yorgunluk hissettiğim zaman
kendi nefsime dedim ki: "Ey alçak nefsim! Sen daha ömrün başındasın ve gençsin.
Halbuki bu zât ihtiyar ve güçsüz hâle gelmiştir. O, Allahü teâlâya ibâdetle
meşgûlken sen yorgun olduğunu söylemekten utanmıyor musun?" Böylece günler ve
geceler boyu halvette kaldık. Bir gün hocam o ihtiyar zâta; "Bu Erbilli genç
nasıldır?" diye sordu. O zât; "O genç çok yorgundur." dedi. Ben hocama karşı
saygısızlık yaptığımı zannettim. Hocam o zâta; "Niçin yorgundur?" diye sorunca;
"Halvette bulunduğum sırada ne zaman başımı kaldırsam bu genci oturmuş murâkabe
eder halde buldum. Nefsim bana istirahat etmemi emrettiği zamanlar ona dedim ki:
"Bu kimse genç yaşında uykuya ve istirahata daha çok muhtaçtır. O uyumuyor da
sen nasıl uyumak istiyorsun. Halbuki sen dünyâdan yüz çevirdiğini ve âhirete
yöneldiğini iddiâ ediyorsun. Bu iddiân ile hareketlerin birbirini tutmuyor."
dedim." dedi. Hocam tebessüm ederek buyurdu ki: "Senin onda gördüğünü, o sende
gördü. Benim yanımda sizin aranızda fark yoktur."
Muhammed Emin Erbilî Efendi
hazretleri hocasından izin alarak hac vazifesini yerine getirmek ve sevgili
Peygamberimizin kabr-i şerîfini ziyaret etmek için Hicaz'a gitmek üzere yola
çıktı. Bu yolculuğu sırasında Allahü teâlâya tevekkül ederek azık almadı.
Kalbinde en ufak bir rızık endişesi ve Allahü teâlâdan başkasına güvenme
düşüncesi yoktu. Allahü teâlâ onu bu tevekkülü ve niyeti sebebiyle bolca
rızıklandırdı. Basra'ya vardığı zaman yolculuk için bir gemiye bindi. Geminin
sâhipleri ondan hiç ücret almadılar. Gemide bulunduğu sırada bir kimse yanına
geldi. Muhammed Emin Erbilî hazretleri o kimseye; "Sen filân kimse değil misin?"
diye sorunca, o kimse; "Evet." dedi. Muhammed Emin Erbilî o kimseye yanına
aldığı iki emânet çantayı vererek; "Bu iki çantayı sana Muhammed Nûr gönderdi."
buyurdu. O kimse çantaları aldıktan sonra, Muhammed Emin Erbilî hazretlerine
hediye etti. Muhammed Emin Erbilî çantaları açtığı zaman içlerinde para, bol
mikdarda yiyecekler ve çeşitli giyecekler olduğunu gördü. Bunlardan pek az bir
kısmını aldıktan sonra gerisini fakirlere ve ihtiyaç sâhiplerine sadaka verdi.
Horasan taraflarında yaşayan
büyük velîlerden, tefsîr, kelâm ve hadîs âlimi Muhammed bin Eslem Tûsî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerini; bir zâlim, Kur'ân-ı kerîmin mahlûk olduğunu
söylemesi için zorladı ise de, söylemeyip, zindana atıldı ve orada iki sene
kadar kaldı. Bu zaman zarfında, her Cumâ günü gusledip, seccâdesini alır ve Cumâ
namazını câmide kılabilmek için zindanın kapısına gelirdi. Câmiye gitmesine izin
verilmeyince geri döner ve; "Yâ Rabbî! Ben Cumâ namazını cemâatle câmide
kılabilmek için çıkmak istiyorum. Fakat izin verilmediğini sen görüyorsun.
Elimden gelen bir şey yok. Hâlim sana mâlûmdur" derdi. Nihâyet zindandan
kurtuldu. O sırada, Horasan vâlisi Abdullah bin Tâhir, Nişâbûr'a gelmişti. Halk
kendisini karşılamak için yollara döküldü. Tanışma merasimi üç gün sürdü. Üçüncü
gün akşam, Abdullah bin Tâhir; "Tanınmış kimselerden bu merâsime gelmeyen kaldı
mı?" diye sordu. "Evliyâdan Ahmed bin Harb ile Muhammed bin Eslem Tûsî var"
dediler. "Niçin gelmediler?" deyince; "Bunlar iki büyük zâttır ki, hep kendi
hâllerinde; Allahü teâlâya ibâdet eder ve her an O'nu hatırlamakla meşgûl olur.
İnsanlarla pek alâkadar olmazlar." dediler. "Öyle ise bizim onlara gitmemiz
lâzımdır." deyip, önce Ahmed bin Harb'in yanına geldi. Ahmed bin Harb,
Abdullah'ı görünce, "Simânızın çok güzel olduğunu duymuştum. Görüyorum ki,
yakışıklılığınız duyduğumdan da fazla imiş. Şimdi size yakışan odur ki, bu güzel
yüzü, Allahü teâlânın emirlerine itâat etmek ve çeşitli günahları işlememek
sûretiyle çirkin ve kara olmaktan koruyasınız." buyurdu. Abdullah bin Tâhir,
bundan sonra Muhammed bin Eslem Tûsî'nin yanına gitti. Fakat eve giremedi.
Kapıda, "Yâ Rabbî! Ben çok kötü bir kimse olduğum için, belki benden nefret
ediyor. Fakat, o senin sevgili kullarından olduğu için, onu senin rızân için çok
seviyorum ve biliyorum ki, ben onun hizmetçisi bile olmaya lâyık değilim. Bana
lütfeyle. O mübârek zât hürmetine bu kötü kulunu affeyle." diye duâ etti. O gün
Cumâ idi. Dışarıda bekleyip, namaz vaktinde nasıl olsa dışarı çıkar, o zaman
kendisi ile görüşürüm diye düşündü. Namaz vakti gelip, Muhammed bin Eslem
rahmetullahi aleyh dışarı çıkınca Vâli büyük bir hürmetle, kendisinden duâ
istirhâm etti.
İstanbul velîlerinden
Muhammed Kumul Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Mehmed Emin Tokâdî
hazretleri anlatır: "İstanbul'a varınca doğruca Muhammed Kumul
Efendinin kaldığı yeri buldum. Mektubu [Medine’deki hocası Ahmed Yekdest Cüryânî
hazretleri vermiştir. (Müsannif)] verdim. Beni kucaklayıp gözlerimden öptü. Bana
izzet ve ikrâmlarda bulundu. Kalacağım yeri temin etti. Muhammed Efendinin
sohbetlerine iştirâk edip, yanıbaşında oturuyordum. Nice kimse sohbetlerini
dinliyordu. Yalnız kaldığımızda bana tasavvufun inceliklerine âit bilgiler,
mârifetler anlatırdı. Bir müşkilim olunca, ben sormadan bir menkıbe, ibretli
hâdise anlatır, anlattıkları ile derhal müşkilim ve suâlim hallolurdu."
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: Peygamber efendimizin mihrâbının yanında öğle namazını
kılıyordum. Bu mübârek yerlerden ayrılık düşüncesinin verdiği hüzün ve elemin
tesiriyle ağlamağa başladım. Bu üzüntü ve gam içerisinde iken, kabr-i seâdetten,
o temiz ve en güzel kokulu mezârdan etrâfa nûr saçılmağa başladığını gördüm.
Peygamber efendimiz tam bir heybetle o nûrlar arasından göründü. Mübârek
kabrinden çıktı. Yanımıza geldi. Kerem ve ihsânının çokluğundan, benzerini
hiçbir zaman göremediğim, sultanların tâcı ve hil'atı gibi, bir tac ve hil'atı
bana giydirdi. Bu tac çok süslü ve pek kıymetliydi. O anda bana bildirdi ki:
"Mübârek vücudlarına değen ve şimdi çıkarıp sana verdikleri bu hil'at,
diğerlerine benzemez." Görüyorum ki, Ravda-i mutahharadan, gece gündüz devâm
üzere, bütün mahlûkâta nîmetler ve bereketler nehir gibi akıyor. Nitekim, onun
hakkında Kur'ân-ı kerîmde Allahü teâlâ meâlen; "Biz seni ancak, âlemlere rahmet
olarak gönderdik" buyuruyor.
Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî
hazretleri anlatır: "Muhammed Ma'sûm hazretleri bana icâzet verdikten sonra,
memleketime gidip, insanları irşâd etmemi emretti. Bunun üzerine; "Efendim,
irşâd makâmında bulunmak, masraf ister. Gelen giden çok olur. Benim ise
sarfedecek bir şeyim yoktur." dedim. Bu sözler üzerine bana; "Ey Sofi! Bir parça
kırmızı ve bir parça da siyah kâğıt getir." buyurdu. Hemen gidip getirdim.
Mübârek elleri ile o kâğıtları, para şeklinde kesti. Sonra ıslatıp bana verdi.
Bu kâğıtlar o anda altın ve gümüş para oldu. Hayretler içerisinde kaldım. Kendi
kendime; "Bu tasarrufu bana ihsan etselerdi, ne iyi olurdu" dedim. Kalbimden
geçeni anlayıp, bana tekrar buyurdu ki: "Peki bu tasarrufu Hak teâlânın izniyle
sana verdim. Ama ihtiyâcın olduğu zaman, kullanırsın. Kırmızı kâğıdı yuvarlak
yapar, ıslatırsan altın olur. Siyah kağıdı ıslatırsan gümüş olur. "Sonra izin
alarak, memleketime gittim. Evimize her gün misâfir geliyordu. Buyurdukları gibi
yapıyordum. Kâğıtlar, altın veya gümüş para oluyordu. Hocamın bu tasarrufu ile
gereken her masrafı karşılayıp irşâd vazifesine devâm ettim. Halk tarafından çok
sevildim ve böylece onlara hizmet ettim." Bu talebesinin ismi, altın yapan
Kâbilli Sofi mânâsında; "Sofî Pâyende Tılâ Kâbilî" diye meşhûr olmuştur.
Büyük âlim ve velî
Muhammed Reşîd hazretleri, babası Seyyid Fehîm-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin derslerine devâm edip, medreselerde okutulan bütün
kitapları okuyup, tamamladı. Sâdece belâgat ilminde meşhûr bir kitap olan
Mutavvel kitabını okumamıştı. Sıra gelince, bu kitabı, Şemdinli tarafında Şinû
adındaki köyde çok meşhur bir hoca olan Molla Abdurrahîm adında bir müderristen
okumayı arzu etti. Bunun için babası Seyyid Fehîm Arvâsî hazretlerinden izin
istedi. Babası bu hususta emsâlsiz bir âlim olmasına rağmen içine böyle bir arzu
doğdu. Babası; "Oğlum buraya kadar seni okuttum. O kitabı da okuturum." buyurdu
ise de müsâde etmesini çok arzu ediyordu. "Efendim bunda şüphem yoktur. Ne olur
bu şevkimi kırmayınız, lütf buyurunuz da müsâde ediniz." deyince müsâde etti.
Müderris Molla Abdurrahîm'in
yanına gidip durumu anlattı. Bir sabah ders okuyacağı sırada Mutavvel kitabını
hocasının önüne koydu. Hoca okumaya başlayınca; "Efendim bizim usûlümüzde talebe
dersi okur, anlatır, hoca dinler. Eğer talebenin bir müşkülü olursa, hoca
halleder." dedi. Bunun üzerine hoca müsâde etti ve onun dersi okumasını ve
anlatmasını dinledi. Hoca onu dinlerken, ilimdeki derecesine ve dersi
anlatmaktaki üstün mahâretine hayran kaldı. Hemen kitabı kapatıp; "Siz bu ilmi
kimden öğrendiniz?" dedi. Seyyid Muhammed Reşîd; "Babamdan öğrendim." dedi.
"Babanız sizden âlim midir?" deyince; "Babam o kadar ilim sâhibi ki, benimle hiç
mukâyese edilemez." dedi. Molla Abdurrahîm bu sözleri dinleyince; "Şu
söylediğiniz sözlere ve ilimdeki derecenize göre ben değil size ders vermeye,
talebe bile olmaya lâyık değilim! Size bir şey okutamam. Öyle bir dahiyi bırakıp
buraya gelmişsin. İlmimden fayda göreceğinize kâni değilim! Fakat buraya kadar
gelmişken birkaç gün burada kalın da ilimde pekçok müşkül meselelerimiz vardır.
Bunları lütfen halledin, sonra gidersiniz." dedi. Kabûl edip kaldı. Onların
ilimdeki müşkül meselelerini hallederken, hastalandı. O köyden Nehri köyüne
gönderdiler. Nehri köyünden onu Seyyid Ubeydullah Arvâsî Van'a oradanda halası
Cevâhir Hanım onu Gevaş'ın Tığnîz köyüne götürdü ve orada vefât etti. Hacı Zive
ismindeki kabristana defnedildi. Cenâzesinde gaybdan pekçok kuş toplandı.
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Saîd Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Yüksek babam vefâtından iki ay kadar önce buyurdular ki: "Çok derin sırlar
bildiriliyor. Onları kime anlatayım. Siz her zaman burada olmuyorsunuz." O
günden îtibâren dışarıdaki dersi bırakıp devamlı sohbet ve hizmetlerinde
bulundum. Kimseden duyulmayan o sırları ve keşfleri dinler oldum. O günlerde bu
cinsten olan ihsân ve ikrâmlar öncekilere kıyasla çok daha fazlaydı. Bunlar
gizli olup açıklamaya gelmez."
Yüksek babamın son
hastalıklarında, imâmeti bana verdikleri zaman, namazda imâm olmam sebebiyle,
babama ihsân edilen ve örtülmesi lâzım olan sırlar bana da akmaya başladı.
Yüksek babam buyurdular ki: "Muhammed Saîd! Bütün bunlar senin imâm olman ve
namazda öne geçmenin bereketleridir. Senin bu yüksek ihsânlardan ve derin
sırlardan nasîbin ve payın tamdır."
Hazret-i İmâm'ın bu iki
oğluna, ihsân, merhamet ve muhabbet nazarları son derece idi. Tenhâda ve
kalabalıkta sırdaşı, hakîkat ve mahrem bilgilerinde muhâtabı idiler. Dünyâ
işlerinde emînleri, müşâvirleri ve mutlak vekilleri, ibâdet ve tâatlerinde en
iyi hizmet edicileri hep bunlardı. Dünyâ ve âhiret husûsunda büyük yardımcısı
Muhammed Saîd hazretleri idi.
Gâziantep'te yetişen büyük
velîlerden Muhammed Sâmi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Sam köyünde uzun
yıllar tâliplerine ilim öğretti ve Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirdi.
Yavuz Sultan Selîm Han, Mısır seferine giderken, Gaziantep'ten geçti. Bölgede
meşhur olan Şeyh Muhammed Efendinin ziyâretine gitti. Bu büyük zâtı bağ budarken
buldu. Hal ve hatırdan sonra, pâdişâh, Muhammed Efendiye; "Buranın nesi
meşhurdur?" deyince; "Üzümü meşhurdur." dedi ve mevsim üzüm mevsimi olmadığı
halde, asmadan bir salkım üzüm koparıp sultana verdi. Bu zâtın büyük velî
olduğunu anlayan sultan, onu çadırına dâvet etti. Uzun sohbetten sonra sultan
Mısır'ı feth edip edemeyeceğini sordu. Muhammed Sâmi bir gün sonra feth
müjdesini verdi. Sultan; "Sefere beraber çıkalım." deyince, Muhammed Sâmi; "Siz
gidin biz geliriz." dedi. Savaşın en şiddetli zamânında birçok bağ bıçakları ve
asma çubuklarının havada uçtuğu, karşı taraf askerlerine kayıplar verdirdiği
görüldü.
Yavuz Sultan Selîm Han sefer
dönüşünde Muhammed Sâmi Efendiye arzusunu sordu. O da sağlığınızı dediyse de
sultanın ısrarı üzerine, Sam köyünün aşarını istedi. Sultan, Sam'ı Şam anlar ve;
"Şam uzak bir şehirdir. Halep'i vereyim." dedi. Pâdişâhın yanındakiler
yanlışlığı düzeltince, Sultan, Sam köyünü Muhammed Efendiye vererek, bu konuda
bir de ferman yayınladı. Bu ferman Kânûnî Sultan Süleymân Han zâmanında
yenilenmiştir.
Büyük âlim ve velî
Muhammed Sıddîk Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Van'da müftü olduğu sırada
Birinci Dünyâ Savaşı çıkmıştı. Bu sıralarda bir gün Mejingir (Yukarı Kaymaz)
köyünde Mejingir Suyu kenarında kollarını sıvamış abdest alıyordu. Sağ ayağını
yıkamış sol ayağını yıkamak üzere iken o çevrede bulunan ermeni komitacılarından
iki ermeni yakınında saklanmıştı. Ateş edip Muhammed Sıddîk Efendiyi vurdular.
Atılan kurşun sağ omuzundan girip sol böğründen çıkmıştı. Vurulduğunu
hissedince, belindeki kundaklı silahı çekip ateş etti. Kendisini yaralayanı
vurup öldürdü. Diğerini de yaraladı. Arkadaşları da o yaralıyı öldürdüler.
Muhammed Sıddîk hazretleri birkaç saat sonra şehîd oldu. Bu arada vasiyetini
yapmıştır. Kabr-i şerîfi Mejingir köyündedir. Fehmî Efendi adında fazîlet sâhibi
bir oğlu vardı. 1969 senesinde vefât etmiştir. Kabri, babasının kabri
yanındadır. Kerâmet sâhibi bir velî idi.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Şenâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Abdülvehhâb-ı Şa’rânî
hazretleri şöyle anlatır: “Muhammed Şenâvî’nin bulunduğu beldenin devlete âit
gelirlerini, İbn-i Yûsuf adında bir görevli topluyordu. Bu bölgede, şâir bitkisi
denilen zehirli bir bitki yetiştirilirdi. Bu bitkinin geliri ile, devlet
erkânının ve askerlerin geçimi sağlanırdı. Bu zehirli bitkiyi toplamaya mecbur
edilen halktan ölenler olurdu. Muhammed Şenâvî, bu bitkinin ekilmesinin
yasaklanması için İbn-i Yûsuf’a ne kadar söyledi ise kâr etmedi. Bunun üzerine
Muhammed Şenâvî de, talebeleri ve halkla berâber şâir bitkisi toplardı. İbn-i
Yûsuf buna çok kızardı. Bir gün İbn-i Yûsuf, Muhammed Şenâvî’yi talebeleriyle
birlikte yemeğe dâvet etti. Önlerine zehirli yemek koydu. Muhammed Şenâvî
sofraya oturduğu zaman, Allahü teâlânın izni ile yemek kurtlandı. Bu durumu
gören Muhammed Şenâvî; “Artık zamânı geldi. Şâir bitkisini ektirmiyeceğim” dedi.
Osmanlı Sultânına, bu bitkiyi toplamayı yasaklatması için gitmeye karar verdi. O
gece Sultan rüyâsında Muhammed Şenâvî'yi gördü. Muhammed Şenâvî, Sultâna; “Bu
İbn-i Yûsuf emri ile ekilen şâir bitkisi toplama işini iptâl et” dedi. Sultan
uyandığı zaman, vezîrlerine, Mısır vâlisine böyle birşeyin olup olmadığını
sormalarını emretti. Mısır vâlisinden haberin doğruluğuna dâir bilgi gelince,
Sultan, şâir bitkisinin ekilmesini yasaklattı.”
Şam'da yetişen Şâfiî mezhebi
âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Muhammed Urre (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Necmüddîn-i Gazzî şöyle anlatır: “Muhammed
Urre, birgün câmisinde zikir ile meşgûl olurken, Allahü teâlânın aşkı ve
kendisini kaplayan tasavvufî hâl sebebiyle kendinden geçerek ve elinde olmayarak
“Allah” diye bir sayha etti. Câminin hemen yakınında bir yerde de, bâzı kimseler
toplanmışlar, sohbet ediyorlardı. Bu kimseler arasında, Anadolu’dan gelmiş olan
biri de bulunuyordu. O toplulukta bulunanlar, Muhammed Urre’nin sayhasını
işittiler. Birisi dedi ki: “Bu sayha kimindir.” Başka birisi de; “Muhammed
Urre’nindir.” dedi. Anadolu’dan gelen zât, bu ismi duyunca hayretle; “Muhammed
Urre bu beldeden midir?” diye sordu. Diğerleri “Evet.” dediler. Anadolulu;
“Allahü teâlâ ona uzun ömürler versin.” dedi. Bu sefer diğerleri hayret edip;
“Sen onu nereden tanıyorsun?” dediler. Bunun üzerine o kimse yemin ederek; “Ben
onu Rodos vak’asından tanıyorum. Rodos’un fethi sırasında, Muhammed Urre’yi
Kânûnî Sultan Süleymân Hânın önünde, işte bu gözlerim ile görmüştüm. Şimdi acabâ
nerededir. Yerini bilseydik gidip kendisini ziyâret ederdik.” dedi. Onlar da;
“İşte şu yakındaki câmidedir.” dediler. Anadolu’dan gelen zât, hemen o câmiye
gidip Muhammed Urre’nin elini öptü. Duâsını ve gönlünü aldı.”
Büyük velîlerden Şeyh-i
Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
türbesine çok yakın, evi olan Ahmed Halebî, bizzat gözleriyle gördüğü şu
kerâmeti anlattı: "Bir gece yatsı namazından sonraydı. Muhyiddîn-i Arabî
hazretlerini kötüleyenlerden biri, elinde bir ateşle türbeye doğru yaklaştı.
Maksadı sandukasını yakmaktı. Hemen ateşi atacağı zaman, ateş söndü ve kabr-i
şerîfinin yanıbaşında, ayaklarının altında bir çukur açıldı ve adam âniden
çukurun içinde kayboldu. Hâne halkı, onun kaybolduğunu anlayınca aramağa
çıktılar. Ben durumu kendilerine haber verdim. Gelip gömüldüğü yeri kazmaya
başladılar ve başını buldular. Çekip çıkarmak istediler. Fakat bütün uğraşmaları
boşuna oldu. Zîrâ, onlar çıkarmağa çalıştıkça, o, durmadan aşağı doğru indi.
Kazıldıkça indi ve çıkarmaları mümkün olmadı. Nihâyet kurtaramayacaklarını
anladılar. Kazdıkları yeri tekrar toprakla doldurup, yorgun ve perişân bir
hâlde, elleri boş olarak bırakıp gittiler."
Büyük velî Şeyh Yavsı
Mustafa Muhyiddîn-i İskilibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
bir tanıdığının oğlu suç işledi ve yakalanıp hapsedildi. Babası gelip, Muhyiddîn-i
İskilibî'ye durumu arz etti ve ilgili yerlere başvurarak kurtarılmasını istedi.
O zaman Muhyiddîn-i İskilibî; "Ben bu hususu onlardan daha büyük bir makama arz
edeceğim." buyurarak duâ etti. Cezâsını tesbit için, ertesi gün genci mahkemeye
çıkarttılar. Dâvâcılar aleyhte konuşacak yerde, o genci affettiklerini söyleyip,
üstelik de medh ettiler. Bunun üzerine o genç serbest bırakıldı.
İstanbul'da medfûn bulunan
en büyük üç evliyâdan biri olan Seyyid Murâd-ı Münzâvî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hakkında Âriflerden Mustafa Bekrî şöyle anlatır: "Şam'ın ileri
gelenlerinden birisi, Murâd-ı Münzâvî'yi dâvet etti ve ayrıca gelirken Molla
Abdürrahîm'i de berâberinde getirmesini söyledi. Bunun üzerine Murâd-ı Münzâvî
ona; "Siz dâvet sâhibisiniz dâveti siz yapınız" buyurdu. Dâvet sâhibi Molla
Abdürrahîm'e gidip; "Şeyh Murâd-ı Münzâvî yarın bizim evi teşrif etmenizi
istiyor." dedi. Ertesi gün Murâd-ı Münzâvî ve Molla Abdürrahîm, Şam'ın ileri
gelenlerinden olan dâvet sâhibinin evine gittiler. Bir müddet kaldıktan sonra,
Molla Abdürrahîm hoşuna gitmeyen bir şeyden dolayı evine döndü ve; "Keşke Şeyh
Murâd-ı Münzâvî, ev sâhibine beni çağırttırmasaydı." dedi. Bir ara uyudu. Bu
sırada rüyâsında Murâd-ı Münzâvî'yi gördü. Huzûruna varıp selâm verdi. Münzâvî
ona dönüp; "Sizin bize ihtiyâcınız yok." deyip, onun hâlini beğenmediğini ifâde
eden bir tavır takındı. (Çünkü uyumazdan önce Murâd-ı Münzâvî'ye niçin kendisini
çağırttığı için sitem etmişti.) Molla Abdürrahîm heyecanla uykudan uyandı. Hemen
Murâd-ı Münzâvî'nin evine gitti. Murâd-ı Münzâvî onu görünce: "Geldin mi?"
buyurdu. O da; "Evet efendim." deyip özür diledi. Murâd-ı Münzâvî'nin elini
öptü. Bu sırada büyük nîmetlere ve hâllere kavuştu. Onun kapısından bir daha
ayrılmadı."
Şam ulemâsından ve o
beldenin ileri gelenlerinden olan Bekrîzâde Halil Efendi İstanbul'da ilim
tahsîli yapıp kâdı olmuştu. Hazret-i Ebû Bekr'in neslinden olduğu için Bekrîzâde
denmekle meşhur olan bu zât şöyle nakletmiştir: "Şeyh Murâd Efendi hazretleri
İstanbul'da hazret-i Eyyûb el-Ensârî'nin türbesi civârında ikâmet ederdi.
Dergâhında bereketli sohbetleriyle insanlara feyz saçardı. Ben de devamlı
ziyâretine gider, sohbetini dinlemekle şereflenirdim. Her varışımda benim
hazret-i Ebû Bekr soyundan olmam hasebiyle iltifat ve ikrâmda bulunurdu. Âdeti
üzere kahve ve tatlı ikrâm eder ve bu ikrâmı her defâsında yapardı. Bâzan da
kendine mahsus macun gibi olan ferahlatıcı bir çeşit tatlıdan ikrâm edilmesini
emrederek, çok yakın ve samîmi iltifatta bulunurdu. Yine bir gün ziyâretine
gidiyordum. Giderken macun şeklindeki husûsî tatlısından yemeyi canım çok
istedi. Kendi kendime ben herkese ikrâm edilen tatlıdan istemem. Hususi tatlıdan
isterim. Benim bu arzumu keşf ve kerâmetiyle anlayıp ikrâm etseler diye
düşündüm. Bu düşünce ile huzûruna vardım. Oturduktan sonra hizmetçisi âdet üzere
herkese ikrâm edilen tatlıdan getirip bana ikrâm etti. Hizmetçi o tatlıyı bana
verirken Murâd Efendi hazretleri hizmetçiye; "Yok yok! Git bizim macundan
getir." buyurdu. Hizmetçi derviş gidip tatlı macundan getirdi. Bana verdi. Ben
de alıp yedim. Şeyh Murâd Efendi bana bakıp tebessüm ederek; "Bir kaşık daha
yiyin, arzu ettiğiniz macundandır." dedi. Ben hayret içinde, mahcub oldum. Sonra
sohbet ve nasîhat ederek buyurdu ki: "Siz hazret-i Ebû Bekr'in
torunlarındansınız. Bizlere feyz onun tarafından gelmiştir. Mâlûmunuz, keşf ve
kerâmet derecesine yükselmek ve harika göstermek sizden umulur, buna siz
lâyıksınız. Biz sizlere göre yabancı sayılırız. Hal böyleyken sizin kalkıp
bunları bizden beklemeniz lâyık mıdır? Bu garîb bir iş değil midir?"
Murâd-ı Münzâvî hazretleri
şöyle anlatmışlardır: "Bir defâsında İstanbul'a gitmiştim. Kalmaya niyetim
yoktu. Hemen yola çıkacaktım. Lâkin Ramazân-ı şerîf girdi arkasından da kış
başladı. O kış İstanbul'da kaldım. Ordu, bir sefere çıkmak üzereydi. Çok kere bu
fakire, adam gönderip duâ isterlerdi. Bir gece yarısı kitaptan bir meseleyi
okuyordum. Vezir kethüdâsı geldi dediler, getirin dedim, yanıma gelip oturdu.
Okuduğum meseleyi tamamlayıp kitabı kapattım. Hoş geldin Ahmed Ağa, bu vakitte
ne oldu da geldin, deyince; "Acabâ bu vakitte bize duâ etmek Şeyh Efendinin
hatırına gelir mi?" diye vezir beni gönderdi. Selâm söyledi." dedi. Ben de dedim
ki: "Biz Ehl-i sünnet vel cemâat mezhebindeniz. Mezhebimiz de şöyledir ki,
mübârek vakitlerde ve namazlardan sonra selâtin-i İslâma ve ümerây-ı İslâmiyyeye
duâ etmemiz lâzımdır. Fakat mahallî icâbet oldunuz dedim. "Mahalli icâbet" ne
demektir dedi. Dedim ki daha önceden bir mazlumun bedduâsını almışsınız.
Mazlumun bedduâsı hakkında Resûlullah efendimiz; Allahü teâlâ mazlumun duâsı
için; "Bir müddet sonra da olsa elbette sana yardım edeceğim." buyurduğunu
bildirdi, deyince; Ahmed Ağa ağlayıp şimdi bizim işimiz harâb olmuştur, deyip
hâlini îtirâf etti."
Tâbiîn devrinin yüksek
âlimlerinden ve velîlerin büyüklerinden İmâm Mûsâ Kâzım (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerini seven ve ondan istifâde eden âlimlerden Şakîk-i Belhî
(kuddise sirruh) şöyle anlatıyor: "Hacca gidiyordum. Fâriziyye'ye vardım, orada,
güzel yüzlü, buğday benizli, yün elbiseli, başı sarıklı ve ayağında nalını
bulunan bir genç gördüm. İnsanlardan ayrı bir yerde yalnız oturuyordu. Kendi
kendime; "Bunun tasavvuf talebesinden olması lâzımdır, bu yolda müslümanlardan
ayrı duruyor, gidip biraz ağır konuşayım da bu işten vazgeçsin" dedim. Yanına
yaklaşınca, bana: "Ey Şakîk" diye hitâb ederek, meâlen; "Zandan çok sakınınız,
zîrâ bâzı zanlar günâhdır" buyrulan Hucurât sûresi on ikinci âyet-i kerîmesini
okudu. Bir tarafa doğru gitti. Kendi kendime; "Bu bir sâlih kişi olmalı, adımı
ve kalbimdekini bildi" dedim. Arkasından, helâllaşayım diye gittim. Ne kadar
hızlı yürüdüysem yetişemedim. Başka bir konak yerinde onu yine gördüm. Namaz
kılıyordu. Bütün âzâları titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu. Namazını
bitirsin de helâllaşayım dedim. Namazını bitirdi. Yanına yaklaştım. Bana; "Ey
Şakîk!" diyerek, meâlen; "Ben tövbe eden, îmân edip sâlih ameller işleyen ve
sonra doğru yolu bulan kimseleri elbette affederim" buyrulan Tâhâ sûresi seksen
ikinci âyet-i kerîmesini okudu. Beni bırakıp uzaklaştı. Kendi kendime; "Bu genç
yüksek bir velî olmalı, ikinci defa ismimi ve kalbimdekini bildi." dedim.
Başka bir konak yerinde yine
onu gördüm. Bir kuyunun başında, elindeki kısa ipli kova ile su çıkarmak
istiyordu. Kova suya düştü. Ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî! Sen benim Rabbimsin,
su aşağıdadır. Kuvvet sendedir, su içmek istiyorum." diye duâ etti. Kuyudaki su
yükseldi. Elini uzatıp kovasını doldurdu. Abdest alıp dört rekat namaz kıldı.
Bir kum yığınına doğru gitti. Eliyle kumları kovanın içine döktü. Çalkalayıp
içti. Yanına gidip selâm verdim. Selâmımı aldı. "Hak teâlânın sana ihsân ettiği
nîmetlerin fazlasından bana da tattır."dedim. "Hak teâlânın nîmetleri açık veya
gizli her zaman bize gelir. Hak teâlâya hüsn-i zanda bulun!" deyip, kovasını
bana verdi. İçinde kavrulmuş buğday ile şeker vardı. Kovanın içine koyup
çalkaladığı kum onun kerâmeti ile yiyecek hâline gelmişti. Ondan daha lezzetli
bir şey yememiştim, yedim ve doydum. Mekke'ye gelinceye kadar onu bir daha
göremedim. Mekke'de gece yarısı namaza durmuştu. Tam bir huşû ile inleyip
ağlardı. Bütün gece böyle devâm etti. Sabah oldu. Namaz kılıp tavaf edip dışarı
çıktı. Arkasında hizmetçiler vardı. İnsanlar etrafına toplandılar. "Bu zât
kimdir?" diye sordum. "Mûsâ bin Câfer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin'dir"
dediler. "Yolda bu zâttan şöyle şöyle acâib hâller gördüm" dedim. "Bu hâller bu
seyyid için acâib değildir dediler."
İstanbul'da yetişen
evliyâdan Mustafa İzzî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hacca gitmek
için yola çıktı. Mekke-i mükerreme ve Medîne-i münevveredeki vazifesini hakkıyla
yerine getirmeye çalıştı. Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîfini ziyâret
edip Mısır'a geldi. Mısır'a geldiğinde yol parası tükenmişti. Yoluna devâm
edemeyip orada kaldı. Mevsim de, Ahmed Bedevî'nin ziyâreti ve mevlîd-i şerîf
cemiyetlerinin yapıldığı zamâna tesâdüf etmişti. Bu sebeple Tanta'ya gidip,
oradaki Ahmed Bedevî hazretlerinin kabr-i şerîfini ziyâret etti. O esnâda hâlini
arzetti. Hüzn ile kendinden geçmiş iken, hiç tanımadığı birisi omuzuna eliyle
dokunarak; "Hasırcıoğlu Mustafa Efendi siz misiniz?" dedi. O da; "Evet efendim."
diye cevap verince, o kimse koynundan bir kese çıkardı ve; "Şunu al. İhtiyâcın
için sarfedersin. İstanbul'da karşılaşırsak alırım, yoksa helâl olsun." dedi ve
kalabalık içine karışarak kayboldu. İstanbul'da da hiç görülmedi.
Anadolu'da yetişen evliyânın
büyüklerinden Müştak Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hakkârî beylerinden
olduğu halde dünyâ malı ve rütbelerinden yüz çevirmişti. Babalarından
kendilerinin idâresine giren yirmi yedi köydeki ne kadar mal varlığı ve geliri
varsa, hepsini terk etmişti. Mânevî saltanat ona, dünyânın yanında üstün ve
kıymetli olmuştu. Kâdirî yolu önde gelenleri arasına girmişti.
Müştâk Efendi elini ne zaman
cebine soksa avuç avuç altın çıkarırdı.
Müştâk Efendinin ömrü,
insanlara hizmetle geçti. Muş'ta iken bozuk îtikâd sâhibi kimselerin hücûmuna
uğradı. Evinde seccâdesi üzerinde ibâdetle meşgûl iken boğularak şehîd edildi.
Seccâdesinin altından bir kağıda yazılı şu na't-ı şerîf çıktı.
"Yâ Resûlallah! Ulüvv ü şân
senin,
Server-i kevneynsin, fermân
senin,
Dest-i hükmünde şehâ çevgân
senin
Top senin, cevlân senin,
meydân senin,
Söz senin, sohbet senin,
devrân senin."
|
|