|
MENKIBELER (M - 1)
Evliyânın büyüklerinden
Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak
Câfer bin Süleymân şöyle anlatır: "Bir zaman Mâlik bin Dînâr hazretleri ile
Basra'da dolaşırken, yeni yapılan bir köşk gördük. Köşkün mîmârı güler yüzlü bir
gençti. Yanına varıp selâm verdik. O da selâmımıza cevap verdi. Mâlik bin Dînâr
hazretleri ona; "Ey genç! Bu köşkü Allah için versen de Allahü teâlâ da sana
Cennet'te bundan daha iyisini ihsân etse." dedi. Genç kabûl edip; "Kefil olur
musun?" deyince, Mâlik hazretleri; "Evet." buyurdu ve bir kâğıda; "Yâ Rabbî! Bu
gence senin için verdiği bu köşke karşılık Cennet'te bir köşk ihsân eyle. Mâlik
bin Dînâr bu kuluna kefildir." şeklinde yazdı ve mektubu gence verdi. Ondan
aldığı malı da fakirlere dağıttı. Bir zaman sonra genç vefât etti. Mâlik bin
Dînâr hazretleri gencin vefât ettiği gece mihrabına konulmuş mânevî bir mektup
buldu. Ona baktığında; "Bu Mâlik bin Dînâr'a bir berâttır. Senin söylediğinden
yetmiş kat fazlasıyla gencin köşkünü kendisine teslim ettik." diye yazılı
olduğunu gördü.
Doğu Anadolu'da yetişen
evliyânın meşhurlarından Seyyid Mehmed Emîn (rahmetullahi teâlâ aleyh)
zamanında Seyyid Muhammed Berzencî müftî olarak Doğubâyezîd'e gitmişti. Şehrin
eşrafı ona hoş geldine gittiler. Müftü efendi; "Bu şehirde âlim ve âriflerden
kimler vardır?" diye sorunca, Seyyid Mehmed Emîn'den bahsettiler. Onun husûsî
hallerini bilmediği için bir müddet hoşgeldine gelmesi için bekledi. O
gelmeyince, Müftî efendi kendisi ziyârete gitti. Evine varınca, ikinci kata
çıkarıp; "Efendi içerdedir. Siz içeri buyurun." dediler. Müftî Efendi içeri
girip selâm verdi. Kendini tanıttı. Sonra da hoş geldine gelmediği için sitem
etti. Bu sitem nezâket ehli için ağır ve incitici bulunduğundan, Mehmed Emîn
Efendi çok müteessir olup oturmasını ricâ etti. Fakat o anda Müftî efendi büyük
bir dehşet ve korku içinde titremeye başladı. Mehmed Emîn Efendinin hanımı
Seyyide Medine Hanım, kerâmetiyle bu hâlin farkına varıp alt kattan; "Şeyh
Efendi misâfiriniz korkuyor, onu teskin ediniz." diye seslendi.
O sırada Mehmed Emîn
hazretlerinin oturduğu sedirin altında, bir arslanın saldırmaya hazır vaziyette
işâret beklediği görüldü. Kalkıp eliyle sedirin altına işâret etti. Arslan
kayboldu. Misâfiri elinden tutup iltifat göstererek teskin etti. Aynı sedirin
üzerine oturttu. Kerâmetlerini çok gizlediği halde, bu kerâmeti iradeleri
dışında vukû bulmuştu. Müftî Seyyid Muhammed Berzencî başından geçen bu hâdiseyi
Seyyid Mehmed Emîn hazretlerinin oğluna aynen anlattıktan sonra; "Senin baban
evliyâ idi. Annen de ondan aşağı değildi. Bunu benden işitmiş ol." demiştir.
İstanbul evliyâsının
büyüklerinden Mehmed Emin Tokâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebesi Seyyid Yahyâ Efendiden naklen, talebesi Seyyid Hasîb Efendi anlatır:
"Bursa'da bulunan Şeyh İsmâil Hakkı Bursevî hazretleri, vefâtına yakın bir
zamanda, talebelerinden; İvaz Mehmed Paşayı, Yeğen Mehmed Paşayı ve el-Hâc Ahmed
Paşayı Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine gönderip, tasavvufta yetiştirilmesini
ricâ etmişti. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri bu ricâyı kabûl edip, gön- derdiği
bu üç talebeyle ilgilendi. Bunlardan Yeğen Mehmed Paşa, çeşitli vazîfelerde
bulunduktan sonra, 1737 senesinde Nemçe (Avusturya) seferini yapmakla
görevlendirildi. Yeğen Mehmed Paşa bu sırada Sultan Birinci Mahmûd Hânın vezîr-i
âzamı idi.
Yeğen Mehmed Paşa,
İstanbul'dan hareket etmeden önce, Aksaray civârında oturmakta olan kızının
evini Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerine tahsis edip, oraya dâvet etti. Mehmed Emîn
Tokâdî de kabûl edip, orayı teşrif etti. Burada ikâmet ettiği sırada Yeğen
Mehmed Paşa sık sık ziyâretine gidip, sohbetinde bulunurdu. Huzûruna girerken
pâdişâhın huzûruna girer gibi edeb ve hürmet gösterirdi. Mehmed Emîn Efendi, ona
latîfe yollu takılırdı. Fakat o dâimâ edeb ve hürmetle huzûrunda dururdu. Yeğen
Mehmed Paşa, çıkacağı Avusturya seferi ile ilgili yaptığı hazırlıkları anlatıp
duâ istedi. Mehmed Emîn Efendi de, gözyaşı dökerek zafere kavuşması için duâ
etti.
Yeğen Mehmed Paşa, sefer
devâm ettiği müddetçe, Mehmed Emîn Efendinin, tahsis ettiği evde ikâmet etmesini
arzu ediyordu. Sefer için ordunun hazırlanıp, Dâvûd Paşa semtine hareket edeceği
sırada, tekrar ziyâretine gelmişti. Mehmed Emîn Efendi, sefer başlayınca kendi
evine döneceğini söyledi. Bunun üzerine Yeğen Mehmed Paşa pek ziyâde üzülüp,
tahsis ettiği bu evde kalmasını ve sefer boyunca duâ etmesini, böylece zafere
kavuşacağını çok ümid ettiğini söyledi. Hattâ, tahsis ettiği bu evden
ayrıldıklarını duyduğu yerde, vazifesinden istifâ edip, seferden de
vazgeçeceğini söyledi. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi, Vezîr-i âzam Yeğen
Mehmed Paşayı kucaklayıp bağrına bastı. Bir müddet böylece tuttu. Sonra
ağlayarak zafer kazanmaları için duâ etti. Fâtiha-i şerîfe okudu. Bundan sonra
biraz daha sohbet ettiler. Sohbet sırasında yeğen Mehmed Paşaya; "Bizi eve dâvet
edip getirmeni sana kim tavsiye etti?" dedi. O da; "İşlerin çokluğu sebebiyle
benim hatırıma böyle bir şey gelmemişti. Fakat Dârüsseâde ağası (İstanbul
vâlisi) Beşîr Ağa birâderiniz hatırlattı." dedi. Yeğen Mehmed Paşa, çok sevdiği
hocası Mehmed Emîn Efendinin duâsını alarak, Avusturya seferine çıkmak üzere
evden ayrıldı.
Osmanlı ordusu, Vezîr-i âzam
Yeğen Mehmed Paşa komutasında Avusturya seferine çıktıktan sonra, Mehmed Emîn
Efendi, ordunun zafere ulaşması için çok duâ etti. Hattâ geceleri uyumayıp zafer
için duâ edip yalvardı. Bu hâl yirmi günden fazla devâm etti. Bu sebeple
tedâviye ihtiyâç duyacak derecede rahatsızlandı. Talebesi Seyyid Yahyâ diyor ki:
"Bir sabah huzûruna gittiğimde, hastalanmış gördüm. Benden ilâç istedi, temin
ettim. İlâcı kullandı. Sonra berâberce, talebelerinden Kafesdâr Abdülbâkî
Efendinin evine gittik. Bu talebesi, Mehmed Emîn Efendinin neşeli hâlini görünce
bana; "Hamdolsun İslâm askeri mansur ve muzaffer olmuştur. İnşâallah birkaç güne
kadar fütûhât haberi gelir!" dedi. Sonra dostlara ziyâfet ve sadakalar verdi.
Dört gün sonra Tatarlar, Ada kalesinin İslâm ordusu tarafından fethedildiği
haberini getirdiler. Bundan sonra, İslâm askeri İstanbul'a geldi. Herkes
birbirinin gazâsını tebrik etti. Yeğen Mehmed Paşa, Mehmed Emîn Efendinin
ziyâretine geldi, ağlayarak mübârek ayaklarına kapandı. Her ikisi de bir müddet
ağladılar. Paşa, Efendinin âdetini bildiğinden, seferde olanları anlattı.
Koynundan iki atlas kese altın çıkarıp, seferde iken fakirlere vermek üzere
adadığını bildirdi ve fakirlere dağıtmalarını ricâ etti. Mehmed Emîn Efendi de
onların bu adağını övdü ve netîce verdiğini bildirdi. Kendilerinin halleri ve
meşgûl olmaları dolayısı ile, bunu bizzat kendisinin dağıtmalarının daha çabuk
ve kolay olacağını söyledi. "Haftada iki gün tebdîl-i kıyâfetle (kıyâfet
değiştirerek) çık. Her çıktığında cebini doldur. Yedikule civârından başla.
Orada çok fakir evi vardır. Kapılarını çal. Kim çıkarsa saymadan eline ne
gelirse ver. Ve böyle kapı çalarak devâm et. İnşâallah iki haftada dağıtırsın.
Şimdi biz versek, hâlimizce vermemiz îcâb eder. Geç verilir. Çok versek halk
alışır. Hep umarlar. Böyle hareket bize yakışmaz" buyurarak, keseleri zorla yine
Paşaya verdi. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri birkaç gün sonra kendi evine döndü."
Gâziantep’te yaşayan büyük
velîlerden Memik Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ölümünden
bir süre önce; “Şimdiye kadar ben size hizmet ettim, bundan sonra da siz bana
hizmet edeceksiniz.” dedi. Vefât edince, saban odunundan yeşeren ağaçların
yanına defnedildi. Türbe bakıcılığı babadan oğula kalmak sûretiyle, kâhyalık
ettiği âile tarafından yapılmaktadır.
Gâziantep bölgesinin
Fransızlar tarafından işgâli sırasında Ermeniler birkaç defâ Göksüncük köyünü ve
Memik Dede’nin türbesini yıkmaya geldiler. Fakat köye ve türbeye yaklaşamadan
geri döndüler. Savaştan sonra Ermeniler, türbenin ve köyün etrâfında çok
kalabalık bir askerin mevzilenmiş olduğunu gördüklerinden yaklaşamadıklarını
söylediler.
Tekke ve zâviyelerin
kaldırılması sırasında bir karakol komutanı bu türbeyi yıktırmak istedi. O anda
üzerine bir fenâlık geldi ve bacakları tutmaz oldu. Köylü karakol komutanını
türbenin içine götürerek altı gün orada bırakıp, baktılar. Komutan yaptığı
hatâyı anlayıp, tövbe etti. Bir süre sonra iyileşti.
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Merkez Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Mısır
defterdarlığından emekliye ayrılan Dehânîzâde'nin babası Kâtip Mehmed Çelebi
anlattı: "Sünbül Sinân Efendi benim hocamdı. O vefât ettikten sonra üç sene,
halîfesi olan Merkez Efendi'ye hiç gitmemiştim. Bir gece rüyâmda hocam Sünbül
Efendiyi gördüm. Buyurdu ki: "Mehmed Efendi! Niçin gaflet edip Merkez Efendiye
teslim olmazsın? O benden daha üstündür. Hemen var, eksik kalan eğitimini
tamamla!" Sabahleyin Merkez Efendinin huzûruna gittim. Beni görünce;
"Ismarlamayınca gelmezsin. Fakat benden üstündür deyince gelirsin. Hâlbuki
hocamızın benden üstündür demesinin sebebi, senin hakkımdaki kötü zannını
bertaraf etmek içindir. Yoksa kıyâmet gününde yüksek hocamızın sancağı altında
haşrolmayı ümîd ederiz." dedi. Şaşırdım kaldım ve tövbe edip talebesi oldum."
Zebid şehrinde yetişen
evliyânın büyüklerinden Merzûk Sârifî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin oğullarından birinin, bir kimsede alacağı vardı. Bir zaman sonra o
kimseden alacağını istedi. O kimse borcunu inkâr ettiği gibi, Merzûk Sârifî’ye
gelerek, borcu olmadığı halde oğlunun kendisinden para istediğini bildirip,
şikâyette bulundu. O da oğlunu çağırıp, ona; “Sen borcu, alacağı, malı boşver!
Nasıl olsa öleceksiniz. Zâten ecelin geldi.” buyurdu. O oğlu, o mecliste vefât
etti.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Bağdat
Vâlisi Dâvûd Paşanın vezirliği esnâsında Osmanlı şehirlerinden birkaçını
İranlılar işgâl ettiler. O kasabalarda bulunan halkın kitaplarını yağmaladılar.
Oradaki âlimlerden birisi, Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine geldi. Huzurlarına
girip, başından geçen hâdiseyi arz ederek; "Efendim bir kitap alamayacak hâle
geldim. Ne yapayım? Hangi işte bulunayım? Sizin merhametinize güvenerek geldim."
dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri, yanlarındaki on yedi bin kitabı o âlime hediye
ettiler. Böylece yanlarında bir kitap bile kalmadı.
Hacı Halîl Efendi, Sultan
Mahmûd Hanın saray hizmetçisiydi. Halil Efendi hacca gitmeye niyet etti.
İstanbul'dan Üsküdar'a geçtiğinde, Üsküdar mezârlıklarının içinden bir zât,
elinde bir mektup olduğu hâlde hızlı adımlarla ona doğru koşarak geldi ve:
"Aman Hacı Halîl Efendi şu
mektubumu al! Lütfen Şam'a vardığınızda, velîlerin önderi, âriflerin büyüğü
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerine ver. Buyurduklarını ve mektubu verdiğiniz
târihi de unutmayınız. Döndüğünüzde cevâbı alırız." dedi ve yine kabristanlığa
doğru yürüyüp uzaklaştı.
Halîl Efendi Şam'a gidip,
vâlinin konağına misâfir oldu. O akşam Mevlânâ Hâlid hazretleri, hizmetçisine
feneri hazırlamasını emredip, vâlinin konağına gideceklerini bildirdi. Konağı
teşriflerinde vâli hürmetle karşılayıp; "Efendim, teşrifinizden çok memnun
olduk. Bunun bu gecede olmasının bir hikmeti olsa gerek." dedi. Halîl Efendi de
orada idi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bir müddet oturup sonra ayağa kalktılar ve;
"Gidelim." buyurdular. Vâli ve Hacı Halîl Efendi de saygıyla kalktı. Mevlânâ
Hâlid hazretleri gitmekten vazgeçip durdu. Az sonra tekrar kalktılar. Bu hâl üç
defâ tekrar etti. Mevlânâ Hâlid hazretleri son defâ kalktıklarında, Hacı Halîl
Efendiye dönerek; "Hacı Halîl Efendi! Bizim sizde bir emânetimiz vardır."
buyurdu. Halîl Efendi de; "Efendim böyle bir emânet yoktur." dedi. Mevlânâ Hâlid
hazretleri tekrar; "Elbet olacak. Cebinize ve eşyânıza baksanız." buyurdu. Halîl
Efendinin hatırına mektup gelmeyince; "Halîl Efendi! Üsküdar kabristanlığından
geçerken, şöyle şöyle bir zât size bir mektup vermişti." buyurdu. Hacı Halîl
Efendi hatırladı ve derhal mektubu çıkarıp verdi. O zaman Mevlânâ Hâlid
hazretleri buyurdu ki: "Hacı Halîl Efendi bizimdir (bizim misâfirimizdir)." Vâli
de; "Biz köleniz de Efendimindir." dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "O başka."
buyurdular ve birkaç defâ; "Hâcı Halîl Efendi bizimdir." buyurunca, Hacı Halîl
Efendi: "İnşâallahü teâlâ hacdan sonra efendimizin ayaklarının toprağına yüz
sürerim (ziyâret edip misâfir olurum)." dedi. O zaman Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî
hazretleri; "Hacdan sonra gelirseniz bizi bulamazsınız." buyurdu. Hacı Halîl
Efendi de; "İnşâallah buluruz." dedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Nasîb!"
buyurdu. Daha sonra mektubu açıp okudu ve; "Bize hüsn-i zan etmişler.
Zannettikleri gibi olsun." buyurdu.
Halîl Efendi hacdan sonra
bizi bulamazsınız buyurmasının hikmetini anlayamayıp Hicaz yoluna koyuldu.
Mekke-i mükerremeye geldi. Kalabalık bir topluluğun cenâze namazı kıldığını
gördü. Onlara; "Ortada cenâze yok. Kimin namazını kılıyorsunuz?" diye sordu.
Onlar da: "Şam-ı şerîfte Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri vefât etti. Onun
namazını kılıyoruz." cevâbını verdiler. Bu vefât haberini alınca, Halîl Efendi
kendine geldi. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin kerâmetini anladı. Haccı
edâdan sonra, Şam'a oradan da İstanbul'a gitti. Üsküdar'a geldiğinde
kabristanlığın kenarında mektubu veren zâtı gördü. O zât Halîl Efendiye;
"Efendim! Siz mektubu verdiniz, bizim de işimiz oldu." deyip, kabristanlığa
doğru uzaklaştı.
Anadolu'da yetişen meşhûr
velîlerden Misâlî Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında
Osmanlı Sultânı Dördüncü Murâd Han, Bağdât seferine giderken Misâlî Baba'nın
bulunduğu köyün yakınında bir yerde ordusunu istirâhate çekmişti. Bu sırada
çevreyi dolaşan Sultan, onun köyüne uğradı. Köyün alt tarafında küçük bir kulübe
gördü. Yaklaşıp kapısını çaldı. Kulübenin kapısı açılıp, Sultanı, nûr yüzlü bir
zât karşılayıp, tebessüm ederek içeri aldı. Onun velîlerden olduğunu fark eden
Sultan, hürmetle huzûrunda oturup, bir müddet sohbetini dinledi ve duâsını aldı.
Ayrılıp giderken Sultana birkaç avuç bulgur ve bir torba da saman verdi. Sultan
bunları alıp ordusuna döndü.
O gün yemek zamânı kendisine
Misâlî Baba tarafından hediye edilen birkaç avuç bulgurun pilav yapılmasını
istedi. Sultanın emri üzerine bulgur, pilav yapıldı. Bu bulgur pişirilirken
gitgide artıp çoğaldı ve kazanlar dolusu pilav oldu. Bütün ordu bu pilavdan
yiyip doyduğu halde yine de arttı. Samanı da atlara vermişlerdi. Saman da artıp
atları doyurdu.
Sultan, Misâlî Baba'nın bu
kerâmeti üzerine tekrar huzûruna gitti. Ona bâzı hediyeler verdi. Misâlî Baba,
Sultanın hediyesine karşılık, elini koynuna sokup, daha yeni açılmış tâze bir
gül çıkardı ve Sultana verdi. Sultan gül mevsimi olmadığı halde kışın böyle bir
gül vermesinin de başka bir kerâmeti olduğunu görerek, bir müddet daha
sohbetinde kaldı. Sonra duâsını alıp elini öptü vedâlaşıp ayrıldı.
Bağdât seferine giden
Dördüncü Murâd Han, Misâlî Baba'nın ve yol boyunca ziyâret ettiği velî zâtların
duâsı bereketiyle târihte benzeri az görülen bir zafer kazandı.
Büyük İslâm âlimi Mevlânâ
Şemseddîn Molla Fenârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin ömrünün
sonlarına doğru gözlerine perde geldi. Göremez oldu. Sultanın vezîri olan Hacı
İvâz Paşa bir konuda Molla Fenârî'ye kızmıştı. Gözleri görmez olunca, laf olsun
diye; "Dilerim ki, o âmâ ihtiyârın namazını ben kıldırayım." demişti. Bu söz
Molla Fenârî'nin kulağına ulaşınca; "Ol kimse câhildir. Cenâze namazını
kıldırmayı beceremez. Cenâb-ı Hakk'ın kapısından ümîdim şudur ki, bana hemen
şifâ buyurup, onu âmâ eyleye ve ben onun namazını edâ edeyim." dedi. Bir süre
sonra, bir gece rüyâsında Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz;
"Tâhâ sûresini tefsîr eyle!" diye buyurdukta; "Yüksek huzûrunuzda, Kur'ân-ı
kerîmi tefsîr etmeye gücüm olmadığı gibi, gözlerim de görmüyor." demişti.
Peygamberlerin tabîbi olan Resûlullah efendimiz mübârek hırkasından bir parça
pamuk çıkarıp, mübârek tükrüğü ile ıslattıktan sonra gözleri üzerine koydu.
Molla Fenârî uyanıp, pamuğu gözlerinin üstünde buldu, kaldırınca, görmeye
başladı. Allahü teâlâya hamd ve şükretti. Pamuk ipliklerini saklayıp, öldüğü
zaman gözleri üzerine konmasını vasiyet etti. Tam bu günlerde, vezîrin gözleri
görmez oldu. Vezir bir süre sonra vefât etti ve cenâze namazını Molla Fenârî
kıldırdı. Gözlerinin açılmasının bir şükrânesi olarak, H.833 senesinde Şam yolu
ile ikinci defâ hacca gitti. Bu esnâda Mısır'a ve Kudüs-i şerîfe de uğradı. Bir
çok âlim ile sohbet edip onlardan istifâde etti.
En büyük velîlerden ve On
iki İmâmın beşincisi Muhammed Bâkır (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mekke ile
Medîne arasında bir katıra binmiş gidiyordu. Yanında birisi daha vardı ve o da
merkeb üzerindeydi. O kişi şöyle anlattı: "Bir ara dağdan aşağı bir kurt inip
geldi. İmâm'ın bindiği katırın eyerine ayaklarını koydu. Kendi hâlince bâzı
sesler çıkardı. Hazret-i İmâm'a bir şeyler söylediği belliydi. İmâm-ı Muhammed
Bâkır onu dinledikten sonra: "Peki, sen şimdi git, ben arzu ettiğin gibi duâ
ederim." buyurdu. Kurt gittikten sonra bana dönüp: "Kurdun ne söylediğini
biliyor musun?" diye sordu. Ben, "Allahü teâlâ, Resûlü ve Resûlün torunu bilir."
dedim. Buyurdu ki: "Kurt, eşim şiddetli bir ağrıya tutuldu. Duâ buyurun da ondan
kurtulsun ve senin dostlarından hiç kimse benim neslime musallat olmasın." dedi
ve ben de duâ ettiğimi söyledim."
Evliyânın meşhurlarından
Muhammed Buhârâlı (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında bahçelerin
arasından geçerken bir bahçe sâhibinin kiraz topladığını gördü. Bir miktar kiraz
almak istedi. Ancak kirazın sâhibi; "Kurtludur, size yaramaz." diyerek vermek
istemedi. Bu cevap karşısında; "Öyle olsun kardeşim!" diyerek oradan ayrılıp
gitti. O günden sonra o bahçe sâhibinin kirazlarına bir çeşit kurt musallat
oldu. Etrâfa da yayıldı. Öyle ki kirazları yemek hiç mümkün olmadı. Hiç
görmedikleri bu hâle çok şaştılar. Ertesi sene ise kirazları daha olgunlaşmadan
kurt sardı. Bu sebeple pekçok kimse kiraz ağaçlarını kesip kiraz yetiştirmekten
vazgeçti. Beldede âdetâ kirazın kökü kesilmişti. Halk arasında bu işin bir bahçe
sâhibinin velî bir zâta kiraz vermemesi sebebiyle olduğu yayılmıştı.
Muhammed Buhârâlı hazretleri
bir bahar mevsimi yine bahçeler arasında gezintiye çıkmıştı. Beldenin
ahâlisinden onu tanıyanlar yanına toplanıp, hallerini anlattılar. Bahçelerinde
çok iyi kiraz yetiştiği halde birkaç senedir, daha yetişmeden kurtlandığını ve
hiç istifâde edemediklerini, pekçok kimsenin de kiraz ağaçlarını kestiğini
söylediler. Hürmet göstererek duâ etmesini istediler. Bunun üzerine; "İnşâallah
bu musîbet üzeri nizden kalkar." buyurup, duâ etti. O sene mevcud kiraz ağaçları
gâyet bol kiraz verdi ve hiç kurt görülmedi.
Trablus'ta yetişen büyük
velîlerden Muhammed Cisr (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak
Hacı Abdülkâdir Efendi anlatır: Babam Hacı Osman bir sene Süveyş yoluyla Hicaz'a
gittiğinde, Şeyh Muhammed Cisr bir gece bizim evi teşrif etti ve bizde kaldı.
Otururken bir ara Muhammed Cisr'de bir hal meydana geldi. Sıkıntılı bir
durumdaydı. "Yâ Latîf! Yâ Hafîz! Yâ Allah! Selâmet ver." diyordu. Bir müddet bu
halde kaldı. Ben ise hiçbir şey konuşmuyordum. Fakat Muhammed Cisr'in bu hâli
sebebiyle bende bir korku meydana geldi. Biraz sonra önceki normal hâline döndü
ve bana; "Selâmetteler, selâmetteler, kurtuldular, korkma." buyurdu. Onun bu
sözlerinden acabâ babamın başına bir şey mi geldi diye endişe ettim ve;
"Efendim! Acabâ babamın başına bir şey mi geldi?" diye sordum. Yine; "Korkma!
Selâmetteler, selâmetteler, kurtuldular." buyurdu. Artık bir şey sormadım. Fakat
yine de babam için endişeliydim. Aradan bir müddet geçtikten sonra babamdan
mektup geldi. Mektubunda; "Falanca gece Kızıldeniz'de yolculuk ederken
gemilerinin kayaya çarptığını, gemilerinin parçalandığını ve eşyâlarla birlikte
battığını, kendisinin ve yolcuların kurtulup, bir kaya üzerine, çıktıklarını,
Allahü teâlânın lütfu ile oradan geçen bir gemiye bindiklerini, fakat ellerinde
hiçbir şey kalmadığını yazıyordu. O hâdisenin gecenin geçtiği târih ile Muhammed
Cisr'in bizde kaldığı gecenin târihini karşılaştırdığımda, aynı zamâna denk
geldiğini gördüm.
Anadolu'yu aydınlatan meşhûr
velilerden Seyyid Muhammed Çelebi Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin zamânında Isparta'nın Barla kazâsından iki tüccar ticâret için
Bursa'ya gitmişler. Bunlardan birinin eceli gelip paralarını kesesine koyarken
vefât etmiş. Hacı İvaz adındaki diğer arkadaşı onun böyle dünyâ sevgisi içinde
öldüğünü ibretle görüp ağlayarak o zaman Bursa'da bulunan evliyânın
meşhurlarından Şeyh Tâceddîn hazretlerinin huzûruna gitti. Dünyâ malına ve
dünyâya düşkünlüğünden dolayı gafletine tövbe edip, Şeyh Tâceddîn hazretlerinin
dergâhında kalbini toparlamak için halvete girdi. Şeyh Tâceddîn hazretleri onun
bu hâline bakıp, talebelerine; "Hacı İvaz'a siz de yardım edin. Kelime-i tevhîd
okurken ona da niyet edin. Onun çok oturmaya gücü yoktur. Kendisi bir
tüccardır." dedi. O gece Hacı İvaz şöyle bir rüyâ gördü. Bir dere içinde kendini
kanalizasyon pisliği, çöpler ve süprüntüler arasında buldu. Pislikler dağ gibi
yığılmış. Çöpler ve pislik arasında boğazına kadar gömülmüş, boğulmasına az
kalmış! Bu haldeyken Şeyh Tâceddîn hazretleri bir dağ üzerinden kendisini
seyretmektedir. Talebelerinin de pislikleri ve çöpleri kendi üzerinden alıp
attıklarını gördü. Böyle perişan haldeyken Şeyh Tâceddîn hazretleri bulunduğu
dağ üzerinden elini uzatıp Hacı İvaz'ın elinden tutarak dağ üzerine çekip
kurtardı. Hacı İvaz sabahleyin uyanıp rüyâsını Şeyh Tâceddîn hazretlerine
anlattı. Ona; "Üzerinde olan o pislik kalbindeki dünyâ sevgileridir. Allahü
teâlânın inâyetiyle bunlar kalbinden gitti. Artık bütün dünyâ senin olsa, ona
hiç sevgin olmasın. Asıl sevgi ve muhabbet, Allahü teâlânın sevgisidir. Sevgi,
muhabbet, Allahü teâlâya ve Allah dostlarına olmalıdır. Allah adamları olan
evliyâ ile birlikte bulunmaktan gâfil olma!" diye ona nasîhat etti. Sonra da
memleketine dönmesi için müsâde etti. Hacı İvaz ayrılıp giderken; "Sultanım!
Bizim memlekette bir Allah adamı yoktur. Kiminle berâber olayım!" dedi. Şeyh
Tâceddîn hazretleri, Pîrî Halîfe Sultanın kıymetli oğulları Şeyh Muhammed Çelebi
Sultan ne oldu?" deyince, Hacı İvaz; "Efendim! Ona îtikâdım yoktur. İyi yünden
elbise giyer. İyi cins atlara biner. Kılıç kuşanır. Onda öyle dervişlik
görmedim." dedi. Şeyh Tâceddîn hazretleri, Hacı İvaz'ın bu sözleri karşısında;
"Bre öyle deme şimdi o sultan kutb-ı âlemdir. İnkâr etme yoksa belâya düşersin!"
dedi. Hacı İvaz bu tavsiye üzerine memleketi Barla'ya varır varmaz hemen
Eğridir'e gidip Mezâr-ı Şerîf denilen yerde Muhammed Çelebi Sultanın ziyâretine
gitti. Oraya yaklaştığında Muhammed Çelebi Sultan'ı Eğridir Gölü kenarında
oturur halde gördü. Hızır aleyhisselâmı bekliyormuş. Yanına yaklaşınca; "Bize
îtikâdın ve inancın olmadı. Bu evlâmıdır?" dedi. Hacı İvaz ağlamaya başlayıp
ayaklarına kapandı. Yaptıklarına pişman olup, tövbe etti. Sonra Muhammed Çelebi
Sultan hazretlerine talebe oldu. Tasavvufta yetişmek üzere sohbetlerini can
kulağıyla dinleyip, emirlerini severek yerine getirdi. Bir müddet dergâhında
kalıp, nefsini ıslah ile meşgûl oldu. Büyük bir azim ile cânu gönülden bu işe
sarıldı. O mübârek zâtın himmetiyle tasavvufta ilerleyip yüksek derecelere
kavuştu. Kendisine halîfelik de verildi. Hacı İvaz'ın bir hizmetçisi vardı.
Yanında kalıp tasavvufta yetişmek için çalıştı. Muhammed Çelebi Sultanın
himmetiyle o da velîlerden oldu. Bu hizmetçi öyle hallere kavuşmuştu ki, bâzan
yemek pişirir, uzun mesafelere kısa zamanda giderek yemek götürürdü. Bayram
günlerinde bir çömlek yemek pişirir bu az yemeği dört yüz kişi yiyip doyardı. Bu
kerâmetleri o diyarda meşhurdu.
|
|