|
MENKIBELER (İ)
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden İbn-i Fârid (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: Babam
vefât edince, her şeyden uzaklaşıp, tamâmen kendimi bu yola verdim. Fakat bu
şekilde bana hiçbir şey hâsıl olmadı. Nihâyet bir gün, Mısır medreselerinden
birisine girmek istedim. Bu sırada medrese kapısında, bakkal olan yaşlı bir
zâtın abdest aldığını gördüm. Fakat, din kitaplarında, bildirilen şekilde abdest
almıyordu. Önce kollarını, sonra ayaklarını yıkayıp, sonra başını mesh edip,
daha sonra yüzünü yıkamıştı. Gönlümden; "Bu ihtiyar ne acâyiptir. Bu yaşta, bir
müslüman memleketinde, medrese kapısında, müslümanların âlimleri arasında
bulunuyor da, şöyle usûlüne uygun bir abdest alamıyor." düşüncesi geçti. Bunun
üzerine o yaşlı zât bana bakıp: "Ey Ömer! Sana Mısır'da perdeler açılmaz,
istediğini burada bulamazsın. Senin perdelerinin açılması ve istediğin Hicâz'da,
Mekke-i mükerremede olsa gerek. Oraya git! İstediğin şeyin hâsıl olması
yakındır." dedi.
Ben, onun evliyâullahtan
olduğunu bilememiştim. Meğer o, böyle usûlüne uygun olmayan abdest almakla
hâlini setredip gizlermiş. Bu durumları anlayınca, huzûrunda oturup: "Efendim,
ben nerede, Mekke-i mükerreme nerede? Hac mevsimi değildir ki, bana arkadaş
olacak birisini bulayım." dedim. Bunun üzerine eli ile işâret ederek; "İşte
Mekke-i mükerreme önündedir." dedi. Baktığımda, Mekke-i mükerremeyi gördüm.
Sonra o ihtiyardan ayrılıp, Mekke-i mükerremeye doğru yöneldim. Mekke-i
mükerreme benim gözümün önünden kaybolmadı. Nihâyet Mekke-i mükerremeye vardım.
Artık mânevî perdeler bir bir açılıyordu. Bundan sonra, Mekke-i mükerremenin
dağlarında ve vâdilerinde dolaşmaya başladım. Öyle ki, kendimi hiç bilmediğim
bir vâdide bulmuştum. Oradan Mekke-i mükerremenin uzaklığı, on günlük yoldu. Her
gün Harem-i şerîfte beş vakit cemâatle namazda hazır bulunurdum. Bu yere gelip
giderken, bir yırtıcı hayvan bana arkadaş olurdu. Deve gibi dizi üzerine çöküp:
"Efendim! Bin, bin!" derdi. Her zaman binerdim. On beş yılım böyle geçti. Bir
ara, ansızın o ihtiyar bakkalın sesi kulağıma geldi. "Ey Ömer! Kahire'ye gel.
Vefâtımda hazır bulun." dedi. Bu söz üzerine Kâhire'ye gittim. O zâtın vefâtı
yakın bir vaziyetteydi. Selâm verdim. Selâmımı aldı. Bana birkaç dînâr verdi.
Bunlarla techiz ve tekfinimi yap. Bir dînâr daha verip, bunu da tâbutumu
taşıyanlara ver. Karâfe'de falanca yere tabutumu koy, dedi. Sonra şunları
söyledi: "Bu sırada dağdan aşağıya bir kimse iner. Onunla namazımı kıl. Sonra
Allahü teâlânın dilediği şeyin olmasını bekle." Onun tavsiyesi üzerine hareket
ettim. Tâbutunu dediği yere koydum. Dağdan bir kişinin aşağıya doğru indiğini
gördüm. Kuş gibi süratliydi. Ayağının yere dokunduğunu görmedim. Fakat ben o
şahsı tanıyordum. O, çarşıda dolaşır, herkes kendisiyle alay ederdi. Ensesine
vururlardı. Yanıma gelince; "Ey Ömer, gel cenâze namazını birlikte kılalım."
dedi. Biraz ileri varınca, yerle gök arasında, yeşil ve beyaz kuşların bizimle
birlikte namaz kıldıklarını gördüm. Namazı bitirdikten sonra, büyük bir yeşil
kuş, o kuşlar arasından aşağıya indi. Tabutun alt yanına kondu. O, tabutu tutup,
diğer kuşların arasına karıştı. Hepsi tesbîh ederek uçtular ve gözlerimizin
önünden kayboldular. Ben bu hâle çok hayret ettim. Sonra yanımdaki o zât bana;
"Ey Ömer! İşitmedin mi ki, şehidlerin rûhları yeşil kuşların kursakları
içindedir. Cennet'ten çıkıp, istedikleri yerde uçarlar. Bunlar kılıç
şehidleridir. Muhabbet ve İlâhî sevgi şehidlerinin hem cesedleri ve hem de
rûhları yeşil kuşların kursakları içindedir. Bu zât da onlardan birisidir."
dedi.
Büyük velîlerden İbn-i
Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Ebû Abdullah Muhammed bin Ber'a
hazretleri diyor ki: Babam ile Mekke'de parasız kaldık. Ebû Abdullah bin Hafîf
de yanımızdaydı. Güç hâl ile Medîne'ye geldik. Ben çocuktum, acıktım diyerek
ağlardım. Babamı çok üzdüm. Babam dayanamadı. Hücre-i seâdete gelip; "Yâ
Resûlallah! Bu gece sana misâfiriz." dedi. Bir yana oturdu. Gözlerini kapadı.
Biraz sonra, başını kaldırıp güldü. Sonra ağladı. Gözünü açıp; "Resûlullah elime
para verdi." dedi. Avucunu açtı. Paraları gördüm. Bunları hem kullandık, hem
sadaka verdik. Rahatça Şirâz'daki evimize geldik.
Tâbiînin meşhûr âlimlerinden
ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri; Nakledildiğine göre Mekke-i Mükerremeye ulaşabilmek için sahrayı on
dört senede kat edebildi. Bir müddet gidiyor, iki rekat namaz kılıyordu. Bu
şekilde Mekke'ye ulaştı. Böyle bir zâtın gelmekte olduğunu, Harem-i şerîfte
bulunan âlimler haber aldılar ve kendisini karşılamak üzere yola çıktılar. Böyle
zâtları karşılamak âdetleriydi. O ise, kimse beni tanımasın diye, bir kâfilenin
önüne düşmüş geliyordu. Başka kimseler de kendisini karşılamak ve görmek
istiyorlardı. Kâfilenin önünde bulunan İbrâhim bin Edhem'e yaklaşıp: "Acaba
İbrâhim bin Edhem yaklaştı mı? Harem-i şerîfin âlimleri kendisini karşılamaya
geliyorlar da..." dediler. O ise, "Bırakın o kötü kimseyi! Ondan ne
istiyorsunuz?" buyurdu. O kimseler, İbrâhim bin Edhem'in ensesine bir tokat
vurdular ve; "Sen öyle yüksek bir zâta nasıl kötü diyebilirsin. Böyle söylemekle
asıl sen kötü oluyorsun." dediler. İbrâhim bin Edhem de; "İşte ben de aynı şeyi
söylüyorum." buyurdular.
Onlar ayrılıp gittikten
sonra kendi nefsine şöyle diyordu: "Sen ne kadar ahmaksın ve cüretlisin. Mekke
âlimlerinin seni karşılamalarını mı arzu ediyorsun? Halbuki onlar mübârek ve
muhterem zâtlardır. Böyle bir şeyi istemeye sen nasıl cesâret edebiliyorsun? Ama
sen -tokat vurulmaklasana asıl lâyık olana kavuştun." Nitekim kendisini tanıyıp
özür dilediler. Burada kısa zamanda kendisine eş-dost buldu. Çalışıp-kazanarak,
alın teri ile nafakasını temin ederdi.
Nakledildiğine göre,
memleketinden (Belh'ten) ayrıldığında geride süt emen bir oğlu kalmıştı. Çocuk
büyüdü. Zengin oldu. Vâlidesine, babasını sordu. O da, "Baban kayboldu. Mekke'de
bulunduğuna dâir bâzı haberler var." dedi. Oğlu; "Anneciğim, ben gidip, babamı
bulmaya çalışacağım ve hizmetinde bulunacağım." dedi. Her tarafa haber gönderip,
bu sene hacca gitmek isteyenlerin kendisine gelmelerini, masraflarını kendisinin
karşılayacağını bildirdi. Bunun üzerine kendisine dört bin kişi geldi. Hepsinin
masraflarını karşılayıp, hem haccetme, hem de babasına kavuşmak arzusuyla yola
çıktı. Kâbe-i muazzamaya varınca, orada hırka giymiş, yamalı elbiseli kimseler
gördü ve onlara babasını sordu. Onlar; "O bizim hocamızdır, Mekke dışından,
sırtında odun getirip, satar, parası ile de ekmek alıp bize verir." dediler.
Genç sahraya çıktı. Bir ihtiyarın ağır odun yüklenmiş olarak geldiğini gördü.
Kendisini tâkib etti. O, pazara gidip odunları sattı. Parası ile ekmek alıp
dostlarına ikrâm etti. Onlar ekmek yerken, o da namaz kılıyordu. Dostlarıyla
birlikte tavaf yaparlarken, güzel yüzlü bir genç karşısına gelip durdu. İbrâhim
bin Edhem ona bakıyordu. Tavafı bitirdikten sonra; "O gence bu kadar dikkatle
bakmanızın hikmetini anlayamadık." dediler. Buyurdu ki: "Ben, Belh'ten
ayrılırken süt emme çağında bir çocuğum kalmıştı. Bu genç odur." O genç, "Babam
benden kaçar." endişesiyle, kendisini belli etmiyor, fakat her gün gelip
babasını seyrediyordu. İbrâhim bin Edhem bir gün, dostlarından birini alıp,
Belh'ten gelen hacı kâfilesinin yanına gitti. Atlastan bir çadır ortasında bir
kürsü olduğunu ve oğlunun o kürsüde oturup Kur'ân-ı kerîm okuduğunu gördü. Genç;
"Her halde, mallarınız ve çocuklarınız (sizin için) bir belâ ve imtihândır." (Tegâbün
sûresi:15) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyordu. Bunu duyunca geri dönüp gitti.
Yanındaki dostu, gencin yanına gitti. Kur'ân-ı kerîm okuması bittikten sonra
gence; "Nerelisin?" dedi. O da "Belhliyim." deyince, "Kimin oğlusun?" dedi. O
da; "İbrâhim bin Edhem'in oğluyum. Onu ilk defâ dün gördüm. Ama o muydu, değil
miydi, iyice bilemiyorum. Benden uzaklaşır korkusuyla kendisine de soramadım."
dedi. Gelen zât; "Gelin sizi onun yanına götüreyim." dedi. Bundan sonra
berâberce İbrâhim bin Edhem'in yanına geldiler. Genç, babasını görünce kendinden
geçecek şekilde ağladı. Kendine geldiğinde babasına selâm verdi. Babası selâmını
alıp, bağrına bastı ve; "Hangi dindensin?" diye sordu. Genç; "İslâm dînindenim."
dedi. İbrâhim bin Edhem; "Elhamdülillah! Kur'ân-ı kerîmi de biliyorsun. Peki
ilim de tahsil ettin mi?" buyurdu. Oğlu; "Evet!" deyince, o yine hamdetti.
Oğlunu yanına alıp ellerini semâya çevirdi. "Yâ Rabbî! İmdâdıma yetiş!" diye
yalvarmaya başladı. Bunu gören yakınları; "Yâ İbrâhim, ne oldu, niçin
yalvarıyorsun?" diye sordular. Onlara; "Oğlumu bağrıma basınca şefkati ve
sevgisi kalbimde kaynadı. Bunun üzerine bir nidâ geldi: "Yâ İbrâhim! Beni
sevdiğini iddiâ ediyorsun. Fakat benimle berâber başkalarını da seviyorsun.
Dostluğumuza ortak katıyorsun. Bir kalpte iki sevgi olur mu? Bu dostluğa sığar
mı?" Bunu işitince duâ edip; "İzzet, ikrâm sâhibi olan Allah'ım! İmdâdıma yetiş!
Eğer oğlumun muhabbeti, beni, senin sevginden alıkoyacaksa, ya benim, yâhut da
onun canını al, diye duâ ettim. Duâm hemen kabûl oldu. Oğlum kucağımda can
verdi." dedi.
Tâbiînden, İslâm âleminde
Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı
A'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamanında Vâsıt
şehrinde fazîletli bir zât vardı, ismi (Nu'mân'ın kölesi) idi. İsminin niçin
böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: "Annem öldüğü zaman ben
karnında canlı olup henüz doğmamışım. Annemin cenâzesi yıkanırken, benim anne
karnında canlı olduğumu anlamışlar ve durumu İmâm-ı A'zam hazretlerine,
yâni Nu'mân bin Sâbit'e bildirmişler, o da hemen kadının karnının sol tarafını
yarın, çocuk oradadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği gibi yapıp beni ölen
anemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun âzâtlı kölesi kabûl eder,
ona dâimâ duâ ederim."
Harput'ta yetişen meşhur
velîlerden İmâm Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebelerinden Ömer Nâsûhî, Arabistan'a gitmek için izin istedi. İmâm Efendi;
"Nâsûh, orada bizi tanıyan çok olur. Sorana selâmımızı söyle!" dedi. O zât kendi
kendine; "Oralarda hocamı kim tanıyacak?" diye düşünme cehâletinde bulundu.
Arkadaşları ile yolda giderken tipiye tutuldular. Perişan bir halde ilerledikten
sonra, bir köye vardılar. Orada büyük bir zât onları misâfir etti. Ömer
Nâsûhî'ye dönerek; "Gel bakalım Osman Bedreddîn'in çırağı!" dedi. Şaşıran talebe
yine kendi kendine; "Acabâ bu zât burada, hocam orada birbirlerini nasıl
tanıyabilirler?" diye düşününce, o zât başını kaldırıp; "Evlâdım, biz
birbirimizi hiç görmedik ama birbirimizi gâyet iyi tanırız." dedi. Aradan zaman
geçti ve Harupt'a geri döndü. Hocasını ziyârete gidip; "Efendim, sağlıkla gidip
geldik. Orada soranlara da selâmınızı söyledim." dedi. Bunları söylerken yine
merakı geçmemişti. İmâm Efendi ona; "Ömer, biz Allahü teâlânın bildirmiş olduğu
şekilde birbirimizi tanır ve biliriz. Rabbimiz bize hidâyet etmezse hiçbir şey
bilmeyiz." buyurdu.
|
|