|
MENKIBELER (H)
Evliyânın büyüklerinden
Habîb-i Acemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hanımı, bir gün
nafakalarının bittiğini, ev için erzâk lâzım olduğunu bildirdi. Habîb-i Acemî
bir şey demeyip sustu. Sabahleyin; "Çalışmaya gidiyorum." diyerek evden çıktı.
Kulübesine gidip ibâdetle meşgûl oldu. Akşam eve gelince hanımına: "Öyle bir
zâtın işinde çalışıyorum ki gâyet cömerttir. O zâtın kereminden utandım da bir
şey isteyemedim. On günde bir ücret vereceğini söylüyorlar. On gün sabret. On
günlük olunca kendisi verecektir." dedi. Onuncu gün olduğunda, kulubesinde öğle
namazını kıldıktan sonra, "Bu akşam hâtuna ne söyleyeyim." diye düşünüyordu.
Tam bu sırada Habîb-i
Acemî'nin hânesine beyaz elbiseli kimseler geldi. Birisinin sırtında un çuvalı,
birisinin sırtında yüzülmüş koyun, birisinin sırtında, içinde yağ, bal, baharat,
vb. eşyâların bulunduğu bir tulum ve birisinin elinde, içinde 300 gümüş bulunan
bir kese vardı. Habîb'in hânesinin kapısını çaldılar. Hâtun kapıyı araladı.
Gelenler ellerindekilerini bıraktılar ve; "Bunları, efendinizin çalıştığı yerin
sâhibi gönderdi. Eğer, Habîb işini artırırsa biz de ücretini artırırız diye
söyledi." deyip gittiler.
Habîb-i Acemî, akşam mahzun
ve mahcûb bir şekilde evine döndü. Daha eve girmeden, içeriden tâze ekmek ve
yemek kokuları geldi. Hanımı kendisini karşıladı ve şöyle söyledi: "Efendi! Kime
çalışıyorsan, hakîkaten o çok iyi bir kimseymiş, ikrâm ve ihsân sâhibi bir
zâtmış. Bugün öğle vaktinde şunları göndermiş. Ayrıca, Habîb'e söyle, eğer işini
artırırsa biz de ücretini artırırız, diye haber göndermiş." Bunun üzerine Habîb,
hayretle; "Allah Allah, on gün çalıştım. Bana bu ihsânlarda bulundu. Demek daha
çok çalışırsam kim bilir neler verecek." dedi ve kendini tamâmen Hak teâlâya
ibâdete verdi. Böylece Allahü teâlâya ibâdet edip, Hasan-ı Basrî hazretlerinin
kalplere tesir eden sohbetleri ile yükselerek duâsı makbûl büyük zâtlardan oldu.
Edebi ve anlayışı fevkalâde olup, ilm-i siyâseti çok iyi bilirdi.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Habîb Ömerî Karamânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak, Sultan İkinci Bâyezîd Hânın şehzadesi Şehinşâh Bey'in nişancısı
şöyle anlatır: Şeyh Habîb ile berâber akşam namazını kılıyorduk. Bir
akrep, secde yerinden geçip, safın bir tarafına gitti. Ne olduğunu
bilemediğimden aklım karmakarışık oldu. Namazda huzûrum kaçtı. Namazdan sonra
yemek getirdiler. Fakat akrep sanki kafamın içini sokuyordu. Hep onu
düşünüyordum. Bir türlü yemeği yiyemiyordum. Gönlümden geçirdiğim bu düşünceyi
Allahü teâlâ, Şeyh Habîb'in kalbine ilhâm edince, bana; "O zavallı akrep bizim
yanımıza geldi. Peygamber efendimizin; "İki karayı (yılan ve akrebi)
gördüğünüzde öldürünüz!" hadîs-i şerîfine uyarak, onu namazda iken öldürdük.
Gönlünüzü meşgûl etmesin!" dedi. (Namazda yılanı ve akrebi öldürmek namazı
bozmaz.) Böylece zihnimdeki endişe ortadan kalkmış oldu. Benim âdetlerimden
olduğu için, gönlümden geçirerek; "Eğer yemek helâl ise Bismillâh." diyerek
yemeğe başladım. Bunun üzerine Şeyh Habîb; "Helâldir, şüphen olmasın!" dedi.
Bağdât'ta yaşayan büyük
velîlerden ve Tâbiînden Habîb-i Râî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çobanken
bir ağaç çanağı vardı. Birgün bu çanağı bir taşın altına tuttu, biri bal, biri
süt olmak üzere iki çeşme akmaya başladı. Yanındakilerden biri onun yüksek
kerâmetini görerek; "Efendim! Bu dereceye ne ile kavuştun?" diye sordu. Habîb-i
Râî; "Muhammed Mustafa'ya (sallallahü aleyhi ve sellem) uymakla." buyurdu. Devâm
ederek; "Mûsâ aleyhisselâmın kavmi kendisine karşı oldukları halde hâre taşı
(granit veya sert mermer) onlara su verdi. Derecesi Mûsâ aleyhisselâmdan yüksek
olan Resûlullah efendimize uyduktan sonra taş bana süt ve bal vermez mi?"
buyurdu. Soran kimse; "Bana nasihat et." dedi. Habîb-i Râî; "Kalbini hırs kutusu
ve mîdeni haram kabı etme. Bunlara dikkat eden kurtulur." buyurdu.
Hacı Bayram-ı Velî
(rahmetullahi teâlâ
aleyh) İstanbul'u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük
velîdir. Türbelerin kapatılma kararı çıktıktan sonra, her yere olduğu gibi Hacı
Bayram-ı Velî hazretlerinin türbesine de kilit vurulmuştu. Fakat sabahleyin
türbenin önünden geçenler kilidi kırılmış, kapıyı da ardına kadar açık gördüler.
Olayın birkaç defâ tekerrür etmesi üzerine ilgililerden biri; "Böyle şey olmaz,
bu kapıyı elbette bir açan var." demiş. Sonra bunun için iki polis
vazifelendirmiş ve; "Sabaha kadar bekleyin, gözetleyin. Şu kapıyı kim açıyorsa,
hemen yakalayın." diye de emir vermişti.
Polisler aldıkları bu emir
gereğince, hazret-i Şeyh'in türbesi önünde sabah ezânı okununcaya kadar
beklemişler. Sabah vakti âniden kilidin çıkardığı "Çat" sesi ile irkilmişler.
İşte o zaman açılan kapıdan Hacı Bayram-ı Velî hazretlerinin tebessüm ederek
kendilerine baktığını görmüşler. Türebyi bekleyen polislerden biri şaşkınlıktan
düşüp bayılırken, diğerinin dili tutulmuş. Bu olaydan sonra bir daha hiç kimse
kapıda nöbet tutmaya cesâret edememiştir.
Osmanlı devletinin kurluş
yıllarında yaşayan evliyânın büyüklerinden Hacı Bektâş-ı Velî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) her gün gelip, şimdiki dergâhının bulunduğu yere otururdu. Onu
sevenler; "Gâliba Hacı Bektâş-ı Velî hazretleri burada bir dergâh binâ
edilmesini istiyor, o yüzden gelip buraya oturuyor" dediler. Daha sonra Hacı
Bektâş-ı Velî'nin hizmetini gören Sarı İsmâil'e, Hacı Bektâş'ı sevenlerden biri,
buraya bir dergâh yaptırmaya niyet ettiğini söyledi. Sarı İsmâil de, gelip
durumu hocasına arz etti. Hacı Bektâş-ı Velî; "Ona söyle. Bir usta getirsin. Biz
istediğimiz büyüklükte bir dâire çizelim. Ayrıca yeteri kadar taş getirtip,
yonttursun, hazır etsin." dedi.
Sarı İsmâil, bu durumu o
şahsa bildirince, çok sevindi ve hemen bir mîmâr getirdi. Hacı Bektâş-ı Velî de
kalkıp, mübârek eliyle şimdiki dergâhın bulunduğu yeri çizdi. O mîmâr da,
dergâhın inşâsı için yetecek kadar taş getirtip, yontturdu. Taşların yontulma
işinin bittiği gecenin sabahı, herkes, dergâhın yapılmış olduğunu gördü. Dergâhı
yaptıracak kimse, derhâl Sarı İsmâil'in yanına gelip; "Ben bu binânın
yaptırılması için usta getirdim, taş getirdim ve yaptırma sevâbına kavuşmak
istedim. Fakat her kimse bir gecede yaptırmış." diyerek üzüntülerini belirtti.
Sarı İsmâil, durumu derhâl hocası Hacı Bektâş-ı Velî'ye bildirdi. Bunun üzerine
Hacı Bektâş-ı Velî; "Ey İsmâil! O beni sevene söyle, bu dergâhı zâhirden birisi
gelip yaptırmadı. Allahü teâlânın izni ile bir anda yapıldı. Sevâbı yine onun
amel defterine yazılmıştır." dedi. İsmâil durumu derhâl o kimseye bildirdi. O
zât da Allahü teâlâya şükür secdesi yaptı.
Anadolu'da yaşayan büyük
velîlerden Hacım Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) Afyonkarahisar'a
varınca, bir süre burada kaldı. O sırada Karahisar Beyi Tokuz isimli bir
şahıstı. Karahisar halkı beyin yanına gidip; "Falan kayanın yanında bir derviş
kırk gündür yemez içmez. Devamlı Allahü teâlâya ibâdet eder. Yanında da kara bir
boğa var." diye anlattılar. Bey; "Gelin yanına birlikte gidelim." dedi. Huzûruna
varınca, Hacım Sultan onlarla bir müddet konuşmadı. Sıcak bir gündü. Herkes çok
susadı. Bey, "Eğer bu mübârek bir zât ise, bize su verir. Biz de içeriz." diye
içinden geçirdi. Beyin bu düşüncesi Allahü teâlânın izni ile Hacım Sultan'a
mâlum oldu. "Yâ Allah!" deyip kalktı ve elini kayaya vurduğu gibi, kayadan
berrak bir su çıktı. Bunun üzerine Tokuz Bey, af dileyip; "Efendim, bizi
bağışla. Duâ ve himmet eyle. Bizim şeyhimiz rehberimiz ol. Sana bir dergâh
yapayım. Bâzı köyleri vakfedeyim. Dört-beş hizmetçi vereyim." deyince, Hacım
Sultan; "Ey Bey! Allahü teâlânın emriyle hocam bana; "Senin makâmın Germiyan'da
Susuz denilen yerdir. Git orada otur." buyurdu. Biz oraya gideriz. Bu pınarcık
bizim yâdigârımız olsun. Şimdi siz kendi yerinize gidin." dedi.
Bir gün bâzı kimseler Hacım
Sultan hazretlerinin yanına, (Germiyan’da) Susuz denilen yerden gitmesini, eğer
gitmezse zarar vereceklerini söylemek için birisini gönderdiler. O şahıs
geldiğinde, Hacım Sultan namaz kılıyordu. Namazı kıldıktan sonra, o şahıs Hacım
Sultan'ın yanına yaklaşınca, titremeye başladı. Kalbinde bu hal ile bir yumuşama
meydana geldi. Yanına varıp selâm verdi. Hacım Sultan selâmını alıp; "Ey yiğit!
Söyle bakalım, seni gönderenler ne dediler, dinleyelim." buyurdu. Bunun üzerine
o yiğit ayağa kalkıp, Hacım Sultan'ın ellerine sarıldı; "Efendim! affeyle. Bana
bedduâ etme." dedi. Hacım Sultan; "Allahü teâlâ seni buraya gönderenlere de
insâf versin. Ey yiğit! Evlâd-ı Resûl'e tâbi ol, uy. Onları sevenlerden ol.
Kimseyi gıybet etme. Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; Birbirinizi
gıybet etmeyiniz! (Hucurât sûresi: 12) buyurmaktadır. Şimdi git zikr ve Allahü
teâlâyı anmakla meşgûl ol." buyurdu. O şahıs, geri dönünce, kendisini gönderen
kimselerin arasına karışmadı. Vakitlerini ibâdet ve zikirle geçirdi.
Büyük velî, fıkıh ve
tasavvuf âlimi Muhammed Hâdimî (rahmetullahi teâlâ aleyh) eserlerine
aldığı hadîs-i şerîflerin, sahih olup olmadığını iyice araştırırdı. Eğer
şüphelenirse, bizzat Peygamber efendimizden sorup öğrenirdi. Medîne-i
münevverede, Ravda-i mutahhera harem ağalığı vazîfesini yapan Beşir Ağa, bu
mevzûu şöyle anlattı: "İstanbul'a gelmiştim. Pâdişâh Birinci Mahmûd Han, Harem-i
şerîften mâlûmât almak için beni huzûruna çağırmıştı. Hâl hatır sorduktan sonra;
"Haremeyn-i şerîfeyn de nelere muttalî oldun?" diye suâl ettiler. Ben de
gördüklerimi şöyle anlattım: "Hayretle gördüğüm hâdiselerden biri şudur: Ravda-i
mutahherada (Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîflerinde) gece temizlik
yapmak için çalışıyordum. Gece yarısına doğru Cebrâil aleyhisselâmın Resûlullah
efendimizle görüşmek için geldiği Cibrîl kapısı birden açıldı. Bu saatte gelen
kimdir? diye kapıya koştum. Sakallı, nûr yüzlü biri ile karşılaştım. Bana selâm
verdi. Selamı aldım ve; "Hoşgeldiniz efendim." dedim. Bana, gâyet sessiz bir
şekilde cevap verdikten sonra, Peygamber efendimizin mübârek kabrinin ayak ucuna
doğru gitti. Arkasından bakakalmıştım. Orada bir müddet bekledi. Kabr-i şerîfe
karşı bâzı şeyler söyledi. Çok dikkat etmeme rağmen anlayamadım. İşi bitince
arka arka giderek huzurdan ayrıldı. Çok merâk etmiştim. Yanıma geldiğinde büyük
bir edeple; "Siz kimsiniz ve nerelisiniz?" diye sordum. O da; "İsmim Muhammed,
Diyâr-ı Rûm'danım. Hâdim'de ikâmet ediyorum." dedi. Bu gece yarısı ziyâretinizin
hikmeti nedir?" diye suâl edince de; "İmâm-ı Birgivî'nin Tarîkat-ı Muhammediye
isimli kitabını şerh ediyorum. Bir hadîs-i şerîfin sahih olup olmadığında
şüpheye düştüm. Hemen gelip gördüğünüz gibi, Resûlullah efendimizin huzûr-ı
şerîflerinde, bunu suâl eyledim. Sahih olduğu buyruldu." dedi.
Son devir Türkistan
velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilgili olarak
Seyyid bir zât şöyle anlattı: "Bir gün Halîfe-i Kızılayak'ın türbesinde
oturuyordum. Bir ara türbe şiddetli bir şekilde sallandı. Kabir sanki birden
açılıp kapandı. Bu hâdiseden çok müteessir olmuştum. Gücüm kuvvetim kesilmiş
olarak bir müddet oturduktan sonra dışarı çıktım. Hep bu hâdiseyi düşünüyordum.
Fakat bu hâlim uzun sürmedi. Çünkü Halîfe-i Kızılayak'ın Belh tarafına seyâhate
çıkan oğlu Sirâcüddîn o gün zehir verilerek şehîd edilmiş ve o günün akşamı nâşı
Kızılayak'a getirilmişti."
1978 yılında komünistler
Afganistan'da ihtilâl yapmış, buna karşı cihâdın alevlenmesi netîcesinde Rusları
çağırmışlardı. Fakat çatışmalar hızlanarak devâm etmişti. İşte bu savaşlar
sırasında Kızılayak'ın bâzı yerleri komünist devlet askerleri tarafından
bombalanmıştı. Bir keresinde iki zırhlı helikopter Halîfe-i Kızılayak
hazretlerinin hücre ve hânegâhının avlusuna birkaç roket fırlattıktan sonra câmi
bitişiğinde ve medresenin içinde bulunan havuza bir bomba attılar. Bu bombadan
câmi bir hayli hasar gördü. Helikopterler bundan sonra da câminin diğer
tarafındaki Halîfe-i Kızılayak'ın türbesine yöneldiler. Fakat türbeye tam
yaklaştıkları an helikopterlerin biri bir anda alevler içinde kaldı ve köyün
hemen dışına kadar gittikten sonra yere çakıldı. Helikopterin içindekiler zor
kurtarıldılar. Halbuki orada ne uçaksavar ne de mücâhid birlikleri vardı. O
zaman birkaç asker hânegâha gelerek hücrede bulunan bâzı kıymetli kitapları
almışlar ve yerine komünizm muhtevâlı kitaplar bırakıp gitmişlerdi. Ayrıca daha
önce Ruslara karşı kullanılan ve orada durmakta olan birkaç eski silâhı da
götürmüşlerdi.
Bu olayın üzerinden çok
zaman geçmemişti ki, hânegâha girenler bir bir delirdiler. Durmadan kendi
ellerini ayaklarını dişliyorlardı. Hiç bir şekilde de tedâvî edilemediler.
Nihâyet durumu anlayan bâzıları tarafından bu kişiler Halîfe-i Kızılayak'ın
dergâhına getirildiler. Götürülen silâhlar yerlerine bırakıldı. Böylece tövbe
ettikten sonra deliler iyileşebildi.
Diğer taraftan komünistler
helikopterlerin uçaksavarla vurulduğunu iddiâ etmelerine rağmen, pilotlar bunu
reddetmiş ve şöyle anlatmışlardır: "Tam türbeyi vurmak üzereydik. Türbe
kapısından uzun boylu nohudî elbiseli sarıklı biri çıktı. Avucunun içi ateş
doluydu. Elindeki ateşi bize doğru fırlattı. Helikoptere gelen ateş bir anda her
tarafımızı kaplayıverdi."
Bağdât'ta yetişen büyük
velîlerden Hammâd bin Müslim Debbâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
ile ilgili olarak El-Keymanî el-Bezzâz ve Ebü'l-Hasan Ali şöyle
nakletmektedirler: Hammâd bin Müslim hazretlerinin vefâtından bir süre
sonra şeyhimiz Abdülkâdir, yanında birçok âlimler olduğu halde Şunûzî
kabristanını ziyâret etti. Şeyh Hammâd bin Müslim'in kabrinde arkasındaki
cemâatle birlikte bir hayli durdu. Ayrılıp giderken güldü, neşeliydi. Sebebini
soranlara şu cevâbı verdi:
1106 yılı Şâban ayının
ortasında bir Cumâ günü Şeyh Hammâd'ın talebeleri ile birlikte Cumâ namazını
Resafe'de kılmak maksadıyla Bağdât'tan çıktık. Şeyh de berâberimizdeydi. Nehrin
kenarına geldiğimizde Şeyh beni tuttuğu gibi nehrin içerisine fırlatıp attı.
Hemen Cumâ guslüne niyet ettim. Üzerimde yünden bir cübbe elimde de başka bir
cübbe vardı. Beni bırakıp gittiler. Sudan çıktım, cübbeyi sıktım ve onları tâkib
ettim. Haddinden fazla üşümüştüm. Yanımdaki insanlardan bâzıları beni ısıtmak
istedilerse de Şeyh râzı olmadı, onları bu hareketten men etti ve; "Ben onu
imtihân için yapıyorum. Çünkü o kımıldatılamayan bir dağ gibidir..." dedi.
Şimdi ise onu kabrinde,
üzerinde cevher işlemeli nurdan bir elbise, başında yakuttan bir tâc, ellerinde
altın bileziği, ayaklarında altından pabuç olduğu halde gördüm. Yalnız sağ eli
yoktu, sebebini sordum. "Seni o elimle nehre atmıştım. O gün çok eziyet çektin
değil mi?" diye sordu. "Evet." dedim. "Şimdi Allahü teâlâya duâ et de o elimi
bana geri versin." buyurdu.
Bunun üzerine ellerimi
semâya kaldırıp, Allahü teâlâya duâ etmeye başladım. Beş bine yakın velî de
kabirlerinden kalkıp Şeyhin elinin geri verilmesi için benimle duâ etti. Nihâyet
Allahü teâlâ duâlarımızı kabûl ederek, ona elini geri verdi. Şeyh ferahladı ve
çok sevindi. Yüzümde gördüğünüz bu sevinç ve neşe alâmetlerinin sebebi işte
budur.
Evliyânın büyüklerinden ve
Uşâkîlik tarîkatının kurucusu Hasan Hüsâmeddîn Uşâkî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri'nin türbe ve dergâhı bir zelzele yüzünden, harâb olmuş ve
çökmüştü. Kabir, sokak zemininden çok aşağı kaymıştı. Yağmur suları kabre
doluyordu. Zamânın Pâdişâhı Sultan İkinci Abdülhamîd Hân bir gece rüyâsında onu
gördü. Uşâkî hazretleri sultâna; "Kabrimdeki mahzuru izâle ediniz." dedi. Sultan
uyanınca, hemen yakını Hacı Ali Paşayı huzûruna çağırıp, rüyâsını anlattı.
Sultan Abdülhamîd Hân, dergâhın yerini bilmiyordu. Hacı Ali Paşaya dergâhın ve
türbenin yerini bulmasını söyledi. Hacı Ali Paşa, Kasımpaşa'da dergâhın ve
türbenin yerini araştırarak, buldu. Dergâhın zelzeleden ve su baskınından sonra
yıkık ve dökük bir hâlde olduğunu sultâna bildirdi. Sultânın emri ile, dergâh ve
türbe yeniden yaptırılarak şimdikii hâline getirildi.
Evliyânın büyüklerinden
Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gün Belh'deki
meclisinde; "Yâ Rabbî! Bu meclistekilerden bugün kim günah işlemiş, kimin
defteri siyah olmuş, kim günaha cesâret etmiş ise onu bağışla" dedi. Orada mezar
açıp, devamlı kefenleri soyan birisi vardı. Gece olunca, eskisi gibi kabristana
gitti. Bir mezarı açarken mezarın içinden, "Utanmaz mısın ki, Esam'ın huzûrunda
bağışlandın ve şimdi aynı günahı işlersin." sesini duydu. Kalktı ve Hâtim'in
huzûruna geldi. Başından geçenleri anlattı ve tövbe etti.
Evliyânın büyüklerinden
Hayr-ün-Nessâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin böyle
isimlendirilmesine sebeb olan hâdise şöyle nakledilir: Muhammed bin İsmâil,
hacca gitmek üzere memleketinden ayrıldı. Kûfe'ye geldiğinde şehrin kapısında
biri kendisini gördü. Bu kimsenin Hayr isminde bir kölesi vardı. Bu köle
efendisinden kaçıp gitmişti. Bu kimse Kûfe şehrinin kapısında karşılaştığı
Muhammed bin İsmâil'i kaçan kölesi Hayr'a benzetip: "Ey kaçak! Sen benim kölem
olan Hayr'sın. Benden kaçtın ha! Çabuk gel buraya!" dedi. O ise hayretler
içerisinde kaldı. Ne olduğunu anlayamamıştı. İnsanlar etrafına toplanmaya
başladılar. O kimseye dönerek: "Vallahi bu senin kölen Hayr'dır." dediler. Köle
sâhibi bunu alıp, diğer kölelerini çalıştırdığı yere götürdü. Orası kumaş
dokunan bir atölye idi. Bez dokuyan kimseye nessâc denirdi. Muhammed bin
İsmâil'i bir tezgâhın başına oturtup, "Önceki yaptığın işine devam et!" dediler.
Bu işi ilk defa gördüğü hâlde, senelerdir sanki o işi yapıyormuş gibi çalışmaya
başladı. Günler ve aylar böyle geçti. "Yâ Hayr!" diye çağırılırsa, "Efendim,
buyurun!" diye cevap verir, "Ben sizin köleniz Hayr değilim, başka bir
kimseyim." demezdi. Bir gece kalkıp abdest aldı, namaz kıldı ve "Yâ Rabbî! Benim
hâlim sana mâlûmdur. Beni buradan kurtar." diye duâ etti. İşin sâhibi Hayr'ın
edebini, çok ibâdet ettiğini yakından tâkib ediyordu. Ertesi günü, iş sâhibi
baktığında, bu hizmetçinin, kaçıp gitmiş olan Hayr ismindeki köleye hiç
benzemediğini gördü. Yanına çağırıp: "Sen benim kölem olan Hayr değilsin. Ben
yanılmışım. Kusurumu affet, hakkını helâl et. İstediğin yere gidebilirsin,
serbestsin." dedi. Muhammed bin İsmâil, Mekke'ye gidip bir müddet kaldı.
Evliyâlık yolunda yüksek derecelere kavuştu. Öyle ki, Cüneyd-i Bağdâdî; "Hayr,
hayırlımızdır." buyururdu. Hayr-ı Nessâc hazretleri kendisine (Hayr) ismi ile
hitâb edilmesinden hoşlanır, "Müslüman bir kimsenin verdiği ismi değiştirmek iyi
olmaz." diye söylerdi. Bundan sonra Hayr-ı Nessâc diye meşhûr oldu.
|
|