|
MENKIBELER (F)
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hayatta
iken mevsim bir ara sonbahardı. Evlerin damlarında bulgurlar serilmiş,
kurutuluyordu. Ayın on ikinci gecesi mehtaplı bir havada herkes Cumâ gecesi
yatsı vaktini bekliyordu. Vakit girince Erzurumlu İbrâhim Hakkı minâreye ezân-ı
Muhammedî'yi okumak üzere çıktığında Tillo'nun doğu tarafının yağmur bulutları
ile kaplanmış olduğunu ve herkesin kendi zâhirelerini damlardan toplamak için
acele ettiklerini gördü. Ezân-ı şerîfi aceleyle okudu. Hocasının bulgurlarını
toplamak için yardıma gitmek istiyordu. Minâreden aşağı indiğinde hocası erkek
çocuklarını, torunlarını, hizmetçilerini toplamış bekliyorlardı. Onlara;
"Efendim! Yukarı mahalledekiler yağmur yağabilir korkusuyla bulgurlarını
topluyorlar." dedi. Hizmetçilerden biri yavaşça; "Biz de o tedbire başvurmak
istedik. Fakat hocamız bize mâni olup; "Bulguru, yağmuru bırakıp câmiye gidiniz,
Cumâ gecesine tâzim edip hürmet gösteriniz." buyurdu." dediler.
Hep birlikte câminin
sofasında yatsı namazını kıldılar. Sonra gökyüzünü incelemeye koyuldular. Tillo
üzerinde bulut ikiye ayrıldı. Evlerin bulunduğu kısımda zerre kadar bulut
kalmadı. Biraz sonra şiddetli bir yağmur başladı. Tillo'nun etrâfında seller
aktığı halde kasabanın üzerine bir damla bile düşmedi. Böylece Allahü teâlâ, o
sevdiği kulunun hürmetine kasabanın halkına aydınlık ve rahatlık ihsân eyledi.
Bir bahar günüydü. Aklî
dengesini kaybetmiş deli bir bey, otuz kadar hizmetçisiyle İsmâil Fakîrullah'ı
ziyârete geldi. Dergâhın kapısından izin almadan içeri girip edebi gözetmeden,
Fakîrullah'a; "Güzel cânım! Seni nasıl bulacağımı merak eder, dururdum. Meğer ki
buradasın. Allah rızâsı için bir kalk da güzel boyunu göreyim. Sonra bu tatlı
cânımı sana kurban edeyim." dedi.
O mübârek zât Allahü
teâlânın ism-i şerîfini duyar duymaz ayağa kalktı. Bey ise hemen İsmâil
Fakîrullah'ın ellerine sarıldı, öpmeye başladı, sonra düşüp bayıldı. O da
hizmetçilerine işâret edip; "Bu emîri misâfir odasına götürüp yatırınız. Üzerine
de çok yorgan örtünüz, uyusun ve aklı başına gelsin." buyurdu.
İsmâil Fakîrullah'ın emrini
derhal yerine getirdiler. Günlerdir uyku uyumayan bey, altı yorgan altında altı
saat uyudu. Bu sırada İsmâil Fakîrullah bir tabak içinde kuru üzüm getirtti.
Üzümlere Kur'ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler ve duâlar okudu. Sonra da
talebelerinden Erzurumlu İbrâhim Hakkı'ya; "Molla İbrâhim! O mecnûnun yatağının
baş ucuna otur. Uyandığında ne isterse onu sana verelim, gel, götür." buyurdu.
Bunun üzerine misâfirin odasına girdiğinde o da uyandı ve; "Ben, Şeyh'in önünde
tabak içinde bulunan kuru üzümleri isterim." dedi. Fakîrullah hazretlerinin
huzûruna gidip, durumu arz etti. Tabağı verdiler, götürdü. Hepsini yiyip
bitirdi. Sonra kalkıp abdest aldı. Aklı başına geldi. Altmış gündür namaz
kılmayan mecnûn, o günün öğle namazını kıldı. O gece talebelerle berâber kaldı.
Sabahleyin Fakîrullah hazretlerinin huzûruna, vedâ etmek üzere gitti. Fakat
cesâret edip içeri giremedi. Utancından içeri bile bakamayıp, ayak üzerinde
kararsız bir halde durdu. Bir müddet sonra kapının eşiğini öpüp, sürûr ile
memleketine gitti. Fakîrullah hazretlerinin himmeti ve duâsı bereketiyle aklı
başına gelip beyliğini devâm ettirdi.
Bir yaz günü Sıhranlı Şeyh
Ali Efendi isminde mübârek bir zât elli iki talebesiyle hacdan geldi. Öğleye
yakın İsmâil Fakîrullah hazretlerinin huzûruna girdi. Ali Efendi içeriye girince
selâm vermedi, konuşmadı, el öpmedi, müsafehâ yapmadı. Edeple bir köşeye oturdu,
başını önüne eğip öğle namazına kadar huzurda kaldı. Namazdan sonra da Allah'a
ısmarladık demeden, selâm vermeden huzurdan ayrıldı ve bizim kaldığımız odaya
geldi. Yine selâm vermeden, konuşmadan, başını önüne eğip oturdu. İkindiye kadar
Molla Osman ile murâkabe yaptılar. Akşam iftarında her yemekten birer lokma veya
kaşık aldı. Molla Osman, Ali Efendiye çok hürmet gösterdi ve hizmet etti. Gece
Molla Osman ile sabaha kadar murâkabe edip iç âlemlerine daldılar. O geceyi de
böyle ihyâ ettiler. Sabahleyin yine İsmâil Fakîrullah'ın huzûru ile şereflendi.
Yine sessizce oturdu, dinledi ve bir müddet sonra ayağa kalktı. İsmâil
Fakîrullah da ayağa kalkıp ona duâ etti. Hacı Ali Efendi el öpüp, konuşmadan
dışarı çıktı. İsmâil Fakîrullah'ın talebeleri de Ali Efendiye hürmet edip, elini
öptüler. Atına bindirerek Tillo'dan çıkıncaya kadar arkasından gidip onu
uğurladılar. Orada uğurlayanlarla vedâlaştı ve talebeleriyle memleketine gitti.
Eve gelince İbrâhim Hakkı babasına; "Efendim! Bu nasıl misâfirdir ki, herkesten
çok izzet ve hürmet bulmuştur?" dedi.
Babası da; "Bu misâfir
diğerlerine benzemez. Kâmil, olgun bir velî olup gönül sâhibidir. Bizim muhterem
hocamızın hal ve şânına yakın bir derecesi vardır. Zîrâ bu hâlini merâk ettiğin
zât; "Uzun zamandan beri âlemi dolaşırım. Çok memleketler gezdim. Elli seneden
beri pekçok evliyâyı ziyâret ettim. Zâhirde bilinmeyen evliyâ ile mânevî
meclislerde görüştüm. Ancak bu mübârek zâtın cümlesinden üstün derecelere sâhip,
Gavs-ı âzam makâmında olduğunu müşâhede ettim. Bu muhterem hocamızın vücûd-i
şerîfini Allahü teâlânın aşkı yakmıştır. Buraya gelip İsmâil Fakîrullah
hazretlerinin mübârek yüzünü gördüğümde, kendimi onun gönül aynasında gördüm.
İşte benim seyâhatim tamam oldu ve murâdıma kavuştum." dedi."
İbrâhim Hakkı babasına; "Bu
hiç konuşmayan misâfir, bunları size ne zaman söyledi?" diye sordu. Cevâbında;
"Biz kalplerimizle konuştuk. Hatta bundan başka daha pekçok hikmetler üzerinde
uzun uzun sohbet ettik." dedi.
Doğu Anadolu'da yetişen
büyük velîlerden Seyyid Fehim-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
zamanında İstanbul'da, Kağıthâne'de sabun fabrikası olan Rıfat Beyin babası
Abdülvehhâb Efendi 1963'te vefât etti. Vefâtından birkaç sene evvel dedi ki:
"Erzurum'da medrese tahsîlini bitirmiştim. Daha okumak istedim. Aradığım büyük
âlimin Bitlis'te Abdülcelîl Efendi olduğunu söylediler. Bitlis'e gittim.
Kendisini aradım. Van'a gitti, yakında gelir, bekle dediler. Sabredemedim, Van'a
gittim. Sorduğumda; "Müks şeyhi Seyyid Fehim Arvâsî hazretleri Van'a
geldi. Şâbâniye Câmiinde, onun yanındadır." dediler. Oraya gittim. Hem de büyük
âlim Abdülcelîl Efendi, kürsüye çıkmış, herkes onu dinleyip istifâde etmektedir,
diye düşünüyordum. Câmiye girdim. Herkes başını eğmiş, edeple oturuyordu.
Karşıda nûr gibi, tatlı bakışlı bir zât vardı. Herkes buna karşı saygı ile
dönmüştü. Abdülcelîl Efendi, her hâlde karşıdaki heybetli, tesirli zâttır,
diyordum. Fakat, soracak kimse yoktu. Herkes, boynunu bükmüş önüne bakıyordu.
Ansızın, önüme bir genç geldi. "Ne arıyorsunuz?" dedi. "Abdülcelîl Efendi
hazretlerini arıyorum." dedim. "İşte budur." diyerek, en geri sırada boynunu
bükmüş edeple oturan birini gösterdi. "İstersen sen de otur." dedi. "Karşıda
oturan kimdir?" dedim. "Seyyid Fehim hazretleridir." dedi. Nice zaman sonra, bu
gencin, Seyyid Abdülhakîm Efendi olduğunu anladım. Biraz sonra ezan okundu.
Sünnetler kılındı. Seyyid Fehim hazretleri imâm oldu. Safları düzelttik. İmâmla
birlikte tekbir getirirken, bütün cemâat, elektrik çarpan kimse gibi titremeye
başladık. Şimdi altmış sene oluyor. İmâmın o tekbir sesi hâtırıma geldikçe,
titriyorum. Kalbimde, o gün olduğu gibi, bir hal oluyor."
Seyyid Fehim Arvâsî
hazretlerinin önde gelen talebesi Seyyid Abdülhakîm Efendi, onun sohbetlerinden
çok istifâde etmişti. Bir gece benzeri olmayan bir sohbet oldu. Seyyid
Abdülhakîm bu sohbette dinlediklerini kendisi için yeterli görerek; "Bu sohbet
bana yeter, alabileceğim her şeyi bu gece aldım." diye düşündü. Sabah olunca
üstâdı kendisinden ibriğini istedi. Abdülhakîm Efendi ibriği bir elma ağacının
altında bulunan hocasına götürdü. Bu sırada hazret-i Seyyid; "Abdülhakîm! Bu
ağaç ne ağacıdır?" diye sordu. "Elma ağacıdır efendim." diye cevap alınca; "Bu
ağacın bir gövdesi, dalları, dallarında da meyveleri vardır. Şimdi bir elmanın
içindeki çekirdeği yiyen bir kurt, ben bütün elmayı ve elma ağacını yedim, onda
olanları aldım dese, doğru olur mu?" buyurdu. Böylece Seyyid Abdülhakîm Efendiye
akşamki düşüncelerinin yanlış olduğunu bildirip, daha çok gayret etmesi
gerektiğini işâret buyurdu.
Hazret-i Seyyid
talebelerinin en üstünü olan Seyyid Abdülhakîm Efendiye hilâfetnâme vermeden beş
yıl önce, kardeşlerine yazdığı mektupta buyurdu ki:
"Sevdiğim, kıymetli Seyyid
İbrâhim ve Seyyid Tâhâ. Allahü teâlâ ikinize de selâmet versin. Size çok duâ
ettikten ve selâm eyledikten sonra, bildiğiniz gibi kardeşiniz Seyyid Molla
Abdülhakîm geçen sonbaharda buraya gelmiş, ders okumaya başlamıştı. Bu fakir de
onun dersini gâyet dikkatle ve tahkik ederek anlattım. O da gerek derste, gerek
kendi çalışmalarında öylece dikkat ve tahkik eyledi. İlimden başka bir şeye
bakmasına vakit bırakmadım. Şimdi, zamânımızdaki usûle göre kitapları bitirdi.
Bu fakir, âlet ilimlerini, fıkıh ve hadîs ilimlerini okutmak için, üstadlarımdan
nasıl mezun olduysam, onu da öyle mezun eyledim. Sizler artık ona kardeş gözüyle
bakmayınız. İlmin şerefini gözetmek için ona karşı çok tevâzû gösteriniz.
Bunları sizin iyiliğiniz ve yükselmeniz için yazıyorum. Bundan başka ilme tevâzû
göstermek, Allahü teâlâya tevâzû etmek demektir. Bu kısa yazımdan çok şeyler
anlayınız! Esseyyid Fehim."
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hayatta iken Şems Dâbîr, zamânının bilgili şâirlerinden biriydi.
Genc-i Şeker'den ders almıştı. Bir gün hocası Ferîdüddîn Şeker'in
huzûrunda bir kasîde okudu. Bu kasîde hocasının çok hoşuna gitti ve ona; "Bu
fakirden istediğin bir şey var mı?" diye sordu. O da; "Efendim, annem çok
yaşlıdır ve yardıma muhtaçtır. Fakat ben, fakirliğim yüzünden ona karşı vazifemi
yapamıyorum." dedi. Genc-i Şeker; "Pekâlâ, biraz Allah rızâsı için sadaka
getir." dedi. O da biraz bozuk para getirdi. Genc-i Şeker bu parayı oradakilere
dağıttı. Bundan sonra Genc-i Şeker, Şems Dâbîr'in zengin olması için duâ etti.
Birkaç ay sonra Şems Dâbîr Delhi'deki Sultan Nâsırüddîn Mahmûd tarafından iyi
bir vazifeye tâyin edildi. Daha sonra Sultânın hazînedârı oldu. Şems Dâbîr,
Sultan Nâsırüddîn'in yerine geçen Sultan Balban zamânında bile bu makamda kaldı
ve kalan ömrünü Genc-i Şeker'in bereketiyle refah içinde geçirdi. |
|