|
MENKIBELER (E)
Endülüs, Mısır ve Filistin
taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Fıkıh âlimi Ebû Tâhir şöyle anlatır:
"Bir gün Kudüs'te bir medresenin önünden geçtim. Fıkıh âlimleri medresenin
kapısında, üzerlerinde süslü elbiseler olduğu hâlde toplanmışlardı. Oradan geçip
Ebû Abdullah el-Kureşî hazretlerinin yanına döndüm. Geceyi orada geçirdim.
Ertesi gün Ebû Abdullah Kureşî bana; "O medreseye git. Orada hoca ol!" dedi. Bu,
büyük ve olması imkânsız bir işti. Oraya gidince, kapıcıların beni içeri
almayacaklarını zannettim. Fakat hiçbiri, içeri girmeme mâni olmadı. İçeri
girdim. Müderrisin bir yere oturduğunu ve etrâfında birçok zâtın dâire hâlinde
ders halkası teşkil ettiklerini gördüm. Ben de onların arasına katılmak istedim.
Beni hakîr görerek yer açmadılar. Bunun üzerine arkalarına oturdum. Sonra
medreseye bir zât geldi. Müderris onu görünce, yüzünün rengi değişti ve ona
doğru giderek karşıladı. Oradakiler de peşi sıra gittiler. Ben, orada birisine
gelenin kim olduğunu sordum. Ondan, münâkaşa ve münâzarası çok kuvvetli biri
olduğunu, o gelince kimsenin ona cevap yetiştiremediğini, herkesin ondan korkup
çekindiğini öğrendim. O kişi baş köşeye oturup konuşmaya başlayınca, bende
birşeyler olduğunu hissettim ve sorularına cevap vermeye başladım. Neticede,
söyleyecek bir şeyi kalmadı. Oradakiler ve müderris, benim böyle ona hiç
zorlanmadan cevap vermeme çok şaşırdılar. Sırf bu yüzden hürmet ve saygı
göstermeye başladılar. Münâzara eden o zât, müderrise dönerek benim kim olduğumu
sordu. Müderris bilmediğini söyleyince; "Medreseler bu gibiler için inşâ
edilmiştir." dedi. Müderris buna çok sevindi ve yanıma gelerek benim kim
olduğumu sordu. Ben de söyleyince; "Sizi bu medreseye hoca kabûl ettik." dedi.
Ben, Ebû Abdullah el-Kureşî'nin yanına gitmek üzere kalkınca, hepsi kalkarak
bana; "Bizim âdetimiz medresemize hoca kabul ettiğimiz kişiyi, evine kadar
uğurlarız." dediler. Medreseden çıkınca, büyük bir kalabalık arkamdan yürümeye
başladı. Gelmemelerini söyleyince geri döndüler. Ebû Abdullah Kureşî'nin
huzûruna varınca; "Ey Tâhir! Niye onların gelmelerine mâni oldun? Âdetlerini
yerine getirselerdi." buyurunca; "Efendim, zâtı âlinizin hatırını düşünerek
onlara mâni oldum." dedim. Bu olanlar onun kerâmetiydi. Ebû Abdullah Kureşî'nin
vefâtına kadar o medresede hocalık yaptım."
Fıkıh âlimi ve evliyânın
büyüklerinden Ebû Affân Osman el-Yemenî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri ile ilgili olarak, şöyle anlatılır: "Osman el-Yemenî'nin bulunduğu
köyde bir zengin vefât etti. Zamânın sultânı köyde bulunanlara; "O kimsenin
evinin kapısını mühürleyin. Bütün mallarını Şeyh Osman'ın talebelerinden iki
kişinin huzûrunda tesbit edip, buraya gönderin." diye bir emir yazarak, elçi ile
gönderdi. Elçi, Osman el-Yemenî'nin iki talebesinin yanına gelerek, durumu
onlara anlatınca; hocamızdan izin alalım dediler. Osman el-Yemenî, talebelerine
bu işe karışmamalarını söyledi. Talebe, elçiye durumu söyleyince, elçi, onu
zorla götürmek istedi. Bu esnâda Ebû Affân'ın dersinden çıkan talebeler
arkadaşlarını kurtardılar. Bunun üzerine elçi, huzûruna gelerek kendi kendini
yaraladı ve böylece Ebû Affân'a eziyet etmek istedi. Bu arada, durumu bildiren
ve Ebû Affân'ın talebelerini suçlayan bir mektubu da sultâna gönderdi. Duruma
çok kızan sultan, askerleri ile birlikte Zebîd beldesine gitmek üzere yola
çıktı. Akşam oldu. Çok iyi bildikleri Zebîd köyünün yolunu bir türlü
bulamadılar. Bu duruma çok şaşırdılar. Sabaha kadar buluruz ümîdiyle dolandılar.
Yine yolu bulamadılar. Sabah olunca, bütün gece aynı yerin çevresinde
dolandıklarının farkına vardılar. Sultan, bütün bunların Osman el-Yemenî
hazretlerinin kerâmetlerinden olduğunu anladı. Derhâl cân u gönülden tövbe etti.
Sonra Osman el-Yemenî'nin yanına gitti. Ondan af ve özür diledi. Osman el-Yemenî
de onu affetti."
Irak'ta yetişen evliyânın
büyüklerinden Ebû Bekr el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri'nin yanına, bir defâsında Ebû Muhammed Şenbekî gitmişti. Huzûrunda
büyük bir arslan vardı. Arslan, Ebû Bekr el-Betâihî'nin huzûrunda ağzını yüzünü
toprağa sürüyordu. Ebû Bekr el-Betâihî ise, bâzı suâllere cevap veriyormuş gibi
arslana bir şeyler söylüyordu. Biraz sonra arslan oradan ayrılıp gitti. Ebû
Muhammed Şenbekî, Ebû Bekr el-Betâihî'ye yaklaşıp; "Size hayvanlarla konuşup
onlara faydalı olmak gibi nîmetleri ihsân eden Allahü teâlâ için bana söyler
misiniz? O arslan size ne dedi? Siz ona ne söylediniz?" dedi. Buyurdu ki: "Yâ
Şenbekî! Arslan bana dedi ki, üç gündür ağzıma yiyecek bir şey almadım. Açlık
beni çok rahatsız etti. Seher vakti Allahü teâlâya yalvardım. Bana, senin
rızkın, Hemâmiyye köyündeki bir inektir. Onu parçalayıp yiyeceksin. Onu avlarken
sana da bir zarar isâbet edecek, denildi. Ben ise şimdi, bana geleceği
bildirilen o zarardan korkuyorum. Ne yapayım? Ben de arslanın anlattıklarını
dinledikten sonra ona, sana isâbet edecek zarar, sağ tarafında hafif bir
yaradır. O yara sebebiyle bir hafta elem çekersin. Sonra yara iyi olur, dedim.
Çünkü o köydeki bir ineğin bu arslanın rızkı olduğunu, o ineği avlarken o köyden
on bir kişinin çıkıp buna hücûm edeceklerini, adamlardan üçünün çarpışma
sırasında ağır olarak yaralanacağını, arslanın da sağ tarafından bir yara
alacağını, yaralılardan birinin öleceğini, bir saat sonra ikincisinin ve yedi
saat sonra üçüncüsünün öleceğini, arslanın da bir hafta sonra yarasının iyi
olacağını Levh-i mahfûzda görmüştüm." diye anlattı.
Ebû Muhammed Şenbekî, bu
anlattıklarını hayretle dinledikten sonra, hâdiseyi tâkib etmek üzere Hemâmiyye
köyüne doğru yola çıktı. Oraya vardığında arslanın ondan önce köye vardığını
gördü. Durum aynen Ebû Bekr el-Betâihî'nin bildirdiği gibi olmuştu. Bir hafta
sonra Ebû Bekr el-Betâihî'nin yanına tekrar geldi. Baktı ki yine o arslan, Ebû
Bekr el-Betâihî'nin huzûrunda duruyordu ve yarası da iyileşmişti.
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr Verrâk hazretleri şöyle anlatır: Hocam Muhammed bin Ali Tirmizî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) bir gün bana yazdığı eserlerden bâzılarını verdi. "Bunları götür,
Ceyhun Nehrine at!" dedi. Bunları alıp atmaya kıyamadım, götürüp evime bıraktım.
Huzûruna gelince; "Kitapları nehre attın mı? Ne gördün deyince; "Hiçbir şey
görmedim." dedim. "O halde atmadın." dedi. Kendi kendime dedim ki: "Şimdi bu
husûsu merak ediyorum. Atarsam acaba ne olacak?" diyordum. Evime dönüp kitapları
aldım, gönlüm râzı değildi ama nehrin kenarına varıp kitapları nehre attım. Bir
de baktım ki nehrin suyu ikiye ayrıldı. Suyun dibinde ağzı açık bir sandık
ortaya çıktı. Attığım kitaplar sandığın içine düştü. Sonra sandığın kapağı
kapandı, nehrin yarılan suyu birleşti. Hocama gidip gördüğüm hâdiseyi aynen
anlattım. "İşte şimdi atmışsın." dedi. Bu işin sırrını sordum. Buyurdu ki:
"Tasavvuf ilmine dâir yazdığım o kitapları benden kardeşim hazret-i Hızır
istedi. O gördüğün sandığı onun emriyle bir balık getirdi. Su onu ulaştırır."
dedi.
Ebû Bekr Verrâk hazretleri
gençliğinde Kâbe'yi ziyâret için giderken, yolda yaşlı bir kadın; "Delikanlı sen
kimsin?" diye sordu. "Garip bir adamım." deyince de; "Rabbinle berâberken, O'nun
yolunda yürürken, gurbetin verdiği sıkıntıdan şikâyet mi ediyorsun?" şeklinde
sordu. Ebû Bekr Verrâk hazretleri, yürüyecek tâkatı kalmayıp dona kaldı. Orada
ona mânevî kapılar açtılar. "Dile bizden dilediğini." dediler. O da; "Yâ Rabbî!
Sen bilirsin ki, peygamberlerin ve yaratılanların serveri olan Muhammed
aleyhisselâmın başına her türlü dert ve belâ geldi. Halbuki sen hiçbir kimseye
hayırdan başka bir şey vermezsin. Belâya katlanmaya tâkatım kalmadı. Bulunduğum
çâresizlikten beni kurtar." diye yalvardı.
Büyük velî ve Mâlikî mezhebi
fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
en büyük talebelerinden olan Ebû Muhammed Abdürrezzâk diyor ki: Hocam bir
defâsında bir merkeb gördü. Bir arslan saldırmış, onu yiyordu; yarısını
bitirmişti. Sâhibi de uzaktan bakıyor, yanına yaklaşamıyordu. Bu hâli biraz
seyretti. Sonra merkeb sâhibinin yanına gitti. "Benimle gel." dedi. Birlikte
arslanın yanına gittiler. Sonra merkebin sâhibine baktı ve üzülmüş görünce; "Tut
şu arslanın kulağından al götür, merkebin yerine kullan." dedi. Adam; "Efendim!
Ben ondan korkarım." dedi. "Korkma, sana bir şey yapamaz." buyurdu. Adam
arslanın kulağından tuttu, üzerine bindi, gitti. Bu hâli gören insanlar hayretle
onlara bakıyorlardı.
Bir zaman sonra o adam,
arslan ile birlikte Ebû Midyen hazretlerinin huzûruna gelerek; "Efendim! Bu
arslan ben nereye gidersem oraya gidiyor. Bana çok itâat ediyor, yanımdan
ayrılmıyor. Fakat ben, alışkın olmadığım için kendisinden çok korkuyorum. Onunla
birlikte olmaya tâkat getiremiyorum." dedi. Ebû Midyen rahmetullahi aleyh,
arslana; "Şimdi git! Bir daha dönme! Ne zaman âdemoğluna eziyet verirsen, onlar
da size musallat olurlar." buyurdu.
Yemen'in büyük velîlerinden
Ebû Muhammed Talhâ bin Îsâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
kızkardeşinin oğlu Hibetullah Sücâf anlatır: "Hanımımın bir elbiseye ihtiyâcı
vardı. Param olmadığı için alamadım. Üzüntülü hâlimle Ebû Muhammed Talhâ'nın
kabrine gidip yalvardım. Beni hafif bir uyku hâli kapladı. O anda karşımda onu
gördüm. Bana; "Falan yerdeki filan kişiye git. Benden selâm söyle ve benim şu
sözümü bildir. O sana ihtiyâcını verecektir." buyurdu. Derhal kendime geldim.
Buyurduğu köye gidip, o kişiyi buldum. Selâmını söyledim ve Ebû Muhammed
Talhâ'nın; "Senin her biri çeşitli yerlerde olan beş küp altının var. Birisi de
falan ağaç altındadır. Senden kırk dirhem istiyorum." sözünü naklettim. O kişi;
"Evet, Ebû Muhammed Talhâ bin Îsâ'nın dediği doğrudur. Hoş geldiniz. Bundan
sonra ne ihtiyâcınız olursa ben karşılayacağım." dedi ve ihtiyâcım olan şeyleri
verdi."
Evliyânın meşhurlarından ve
Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
aslen Yemenli olup sonradan Medîne'ye gelmiştir. Yemen'de yalancı
peygamberlerden Esvedi Ansî, Ebû Müslim Havlânî'yi sorguya çekip hazret-i
Muhammed'in peygamber olduğuna inanır mısın?" dedi. "Evet." deyince; "Benim
peygamber olduğuma inanır mısın?" diye sordu. Onun yalancı peygamber olduğunu
belirtmek için; "İşitmedim." cevâbını verdi. Bu soruyu birkaç defâ tekrarladı
aynı cevâbı aldı. Bunun üzerine ona çok kızan Esvedi Ansî onu öldürmeye karar
verdi. Büyük bir ateş yakılmasını emretti. Büyük bir ateş yaktılar ve ateş iyice
alevlenip kızarınca, Ebû Müslim Havlânî'yi içine atmalarını söyledi. Attılar
fakat kendisini ateş yakmadı. Bu hâline şaşırıp kaldılar. Sonra da Esvedi
Ansî'ye; "Bunu memleketinde bırakma, memleketini karıştırır." dediler. Bunun
üzerine onu Yemen'den çıkardılar. O da Medîne'ye gitti. Medîne'ye vardığı sırada
hazret-i Ebû Bekr halîfe idi. Hazret-i Ömer onu görünce nereli olduğunu sordu.
Yemen'den geldiğini öğrenince; "Allahü teâlânın düşmanı Esvedi Ansî ateşe atıp
da ateşin yakmadığı Müslim kardeşimiz ne hâldedir?" diye sordu. O kimsenin
kendisi olduğunu söyleyince, iyice anladıktan sonra onun alnından öptü. Sonra
hazret-i Ebû Bekr'in huzûruna götürdü ve; "Allahü teâlâya hamd olsun ki ölmeden
önce Muhammed aleyhisselâmın ümmetinden İbrâhim aleyhisselâma yapılan muâmele
gibi muâmele edilen birini görmeyi nasîb etti." dedi.
Büyük velîlerden Ebû Saîd
bin el-Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır: "Bir zaman,
gönül ehli güzel haller sâhibi bir kısım cemâatle Mekke'den Irak'a gidiyorduk.
Yol güzergâhında konaklayıp bir kuyu başında mola verdik. Çok susamıştık. Lâkin
kuyudan su çekecek ipimiz yoktu. Paltolarımızdan şerit hâlinde bağlar kesip
birbirine ekledik. Sonra bunu kovaya bağlayıp kuyudan su çekerek o cemâatte
bulunanların herbirine dağıttım. Kana kana su içip susuzluklarını giderdiler.
Sonra kendim için kovayı kuyuya sarkıttım. İp koptu. Kova kuyuya düşüp kayboldu.
O sırada Allahü teâlânın kudretiyle kuyunun suyu ağzına kadar yükseliverdi.
Sudan içtim. Bu hâli oradakiler de görüp hayretler içerisinde kaldılar. O zaman
onlara dönüp; "Ey yol arkadaşlarım! Niye buna şaşıyorsunuz?" dedim. Onlar; "Bu
hârikulâde bir iş." deyince, ben; "Evet öyle! Lâkin âlemlerin rabbi olan Allahü
teâlânın kudretiyle olan bir iştir." diye cevap verdim."
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi teâlâ aleyh) küçük yaşta
iken babasının yanında velî zâtların sohbetlerine giderdi. Kur'ân-ı kerîm
okumaya başladığı zaman babası onu Cumâ namazlarına götürmeye başladı. Bir
seferinde yolda zamânın büyük âlimlerinden ve tasavvuf büyüklerinden Ebü'l-Kâsım
Bişr ile karşılaştılar. Ebü'l-Kâsım onları görünce, Ebü'l-Hayr Muhammed'e; "Bu
çocuk kimindir?" diye sordu. "Bizimdir." cevâbını verdi. Bunun üzerine gözleri
dalan Ebü'l-Kâsım; "Evliyâlık makâmının boş kalacağını, bu dervişlerin,
talebelerin bizden sonra zâyi olacaklarını görürken bu dünyâdan gönül huzûru ile
nasıl ayrılabilirim. Şimdi bu çocuğu görünce gönlüm rahatladı. Zîrâ velîlik
makâmı buna nasîb olacak. Namazdan çıkınca, çocuğu bizim yanımıza getir." dedi.
Namazdan çıkınca Ebü'l-Kâsım Bişr'in yanına gittiler. O büyük zât Ebû Saîd'in
babasına; "Ebû Saîd'i tutuver. Şu yüksekçe yerde ekmek vardır. Onu uzanıp
alsın." dedi. Babası kaldırınca, Ebû Saîd oradan ekmeği aldı. Ekmek arpadan
olup, sıcaktı. Sıcaklığını elinde hissediyordu. Ebü'l-Kâsım ekmeği alıp,
yarısını Ebû Saîd'e verdi ve; "Ye!" dedi. Yarısını da kendisi yedi. Bunun
üzerine babası; "Efendim bu ekmekten bana vermeyişinizin hikmeti nedir?" diye
sordu. Ebü'l-Kâsım Bişr; "Ey Ebü'l-Hayr! O ekmeği otuz sene önce oraya
koymuştum. Bize; insanların mânen ihyâsı, irşadları, doğru yolu bulmaları bu
ekmeğin elinde sıcak olduğu kimse ile olacaktır." diye bildirildi. Müjdelenen
kimse senin bu çocuğundur." buyurdu. Sonra Ebû Saîd'e dönerek; "Bu kelimeleri
hâtırında tut. Dâimâ söyle. Sübhâneke ve bi hamdike alâ hilmike ba'de ilmike
subhâneke ve bihamdike alâ afvike ba'de kudretike." Ebû Saîd Mîhenî bu sözleri
ezberleyip devamlı söylerdi.
Büyük velîlerden Ebü'l-Hayr
el-Akta (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin elinin biri kesilmişti. Bu
hâdiseyi kendisi şöyle anlatır: "Lübnan taraflarında bir yerde bulunuyordum.
Sultan gazâdan zaferle dönmüştü. Kimi gördüyse avucuna bir altın koyuyordu.
Birini de bana verdi. Altını elimin içiyle değil de dış tarafında tutarak aldım.
Onu bir arkadaşımın eteğine fırlattım. Daha sonra oradan ayrıldım. Şehirde bir
yerde tesâdüfen abdestsiz olarak üzerinde âyet-i kerîme yazılı kâğıt parçalarını
tutmuş ve kaldırmış bulundum. Buna çok üzülmüştüm. Pazarda tanıdık birkaç kişi
ile birlikte dolaşırken hırsızlık yapan birkaç kişi kaçıp kalabalığın arasına
girdi. Bütün halkta bir karışıklık başladı. O sırada ben; "Onların reisi benim.
Kimse sesini çıkarmasın." dedim. Nihâyet emniyet görevlileri beni alıp
götürdüler ve bir elimi kestiler. Gelen birisi beni tanıyıp görevlilere; "Siz ne
yapıyorsunuz? Göklerin üzerimize yıkılmasını mı istiyorsunuz? Bu sâlih bir
kimsedir. İsmi de Ebü'l-Hayr Tinâtî'dir." dedi. Bunun üzerine görevliler; "Eyvah
mahvolduk." dediler ve yaptıklarından pişman olup, üzüntülerini dile getirmeye
başladılar. Ben onlara; "Korkulacak, üzülecek bir şey yok. Çünkü elim hâinlik
yaptı ve kesilmeye müstehak oldu." dedim. Bana şaşkınlıkla ne yaptığını
sordular. Ben; "Elim bir şeye değmişti. Halbuki elim ondan daha temizdi ve o şey
de gâzilerin parası idi. Elim bir şeye daha değmişti ama o şey elimden çok çok
daha temizdi. Bu şey de Mushaf-ı şerîfti. Onu abdestsiz tutup kaldırmıştım."
dedim. Bana; "Hakkınızı helâl edin." dediler. Ben de üzülmemeleri için; "Size
hakkımı helâl ettim. Elimi kestiğiniz için sizden bir hak talep etmeyeceğim."
dedim ve ayrıldım."
Ebü'l-Hayr Akta (bu halde)
evine dönünce, âile efrâdı feryâd etmişti. Onlara da; "Ortada ağlanacak, tâziye
edilecek bir şey yok, aksine tebrik edilecek bir hal var. Şâyet elimiz
kesilmeseydi, kalbimiz kesilecek, gönlümüz ölüp gidecekti. Elimizin ne önemi
var." diye cevap verdi.
Başka bir rivâyet de
şöyledir: Bir kısım insanlar kendisine; "Elinizin kesilmesine sebep ne oldu?"
diye sordular. O; "Gençliğimde bir günah işledim. O yüzden kestiler." buyurdu.
"Bunun ne zamandan beri olduğunu ve sebebini öğrenmek isteriz." dediler. O; "Ben
Magribli idim. İçimde sefere gitmek arzusu uyandı. İskenderiye'ye gelip on iki
yıl ikâmet ettim." Onlar; "İskenderiye mâmur bir şehirdir. Orada kalmak
mümkündür. Fakat Şitt ve Dimyat arasında mâmur bir yer yoktur." dediler. Ebü'l-Hayr;
"Dimyat'a dökülen ırmak kenarında kamıştan bir ev yapmıştım. O sıralarda birçok
yolcu Dimyat'a gelirdi. Akşam yemekleri yer ve sofralarını kalenin surlarından
dışarıya silkelerlerdi. Dökülen ekmek parçalarına köpeklerle berâber üşüşür ben
de nasîbimi alırdım.
Yaz mevsiminde bütün azığım
buydu. Kış olunca şöyle yaptım. Evimin etrâfında çok saz yetişiyordu. Onun
kökünün beyazını ve tâzesini alarak yerdim. Kurumuşlarını veya yaşlarını
atardım. Azığım buydu.
Bir gün hatırıma; "Ey Ebü'l-Hayr!
Sen halkın azığına ortak olmadığını zannediyorsun ve tevekkül üzere olduğunu
iddiâ ediyorsun." diye geldi. Sonra: "İlâhî! Senin izzetin hakkı için, bundan
böyle elimi yerden biten şeylere uzatmayacağım ve onlardan hiçbir şey
yemeyeceğim. Sâdece bana ihsânın ile göndereceğin şeyleri yiyeceğim." dedim.
Bunun üzerinden on iki gün geçti, namazın farzını, sünnetini ve nâfilelerini edâ
ettim. Sonra nâfileleri kılmaktan âciz kaldım. On iki gün de farzı kıldım. Sonra
kıyamdan da âciz kaldım. On iki gün de oturarak farzları edâ ettim. Sonra
oturmaktan da âciz kaldım. Artık farzları da edâ edemiyordum. Sonra Hak teâlâya
sığındım. Gizlice niyâz edip yalvararak; "İlâhî! Benim üzerime farz ettiğin bir
hizmetten geri kaldım. Kefil olduğun rızkımı göndermeni beklerim; o rızkı bana
ihsân et." dedim. O zaman önümde iki sofra belirdi. O sofralar her gece bana
gelir oldu.
Bir gün meyvelerinin bâzısı
yeşil, bâzısı kızarmış bir ağaç gördüm. Üzerine çiğ düştüğü için parıldıyordu.
Çok hoşuma gitti. Bunlar bana ettiğim yemini unutturdular. Elimi uzattım ve
yemişlerden topladım. Bâzıları ağzımda, bâzıları elimde iken yeminimi
hatırlattılar. Elimde olanları serptim, ağzımda olanları tükürdüm. Kendi
kendime, mihnet ve belâ vakti erişti dedim. Harbemi ve kalkanımı uzağa attım.
Bir yerde oturdum, elimi şakağıma dayadım. Daha tam karar tutmamış iken bir
bölük atlı ve yaya gelip etrâfımı sardılar. Sonra beni alıp deniz kenarına
götürdüler. Orada, oranın emîri (sultânı) atın üstünde duruyordu. Atlılar ve
piyâdeler etrâfına toplanmışlardı. Bir topluluk elleri bağlı duruyordu. Beni de
emirin önüne getirdiler. Bana; "Kimsin, necisin?" dedi. Ben; "Allahü teâlânın
kullarından bir kulum." dedim. Emir, o eli bağlı olanlara; "Bunu tanıyor
musunuz?" diye sordu. Onlar, tanımadıklarını söylediler. Emir; "Bu sizin
büyüğünüzdür. Kendinizi buna fedâ ediyorsunuz." dedi. Sonra kararını verdi. O
cemâatı birer birer götürdüler. Birer el ve birer ayaklarını kestiler. Sıra bana
gelince; "İleri gel ve elini uzat." dediler. Elimi uzattım, kestiler. Ayağımı da
uzatmamı söylediler. Ayağımı da uzattım. Ellerimi göğe kaldırdım ve; "İlâhî!
Elim günah işlemiştir. Ayağım günah işlemedi." dedim. Ansızın onların arasından
atın üzerinde duran birisi kendini yere attı; "Siz ne yapıyorsunuz. Göklerin
üzerimize yıkılmasını mı istiyorsunuz. Bu Ebü'l-Hayr olup, sâlih kişidir." dedi.
O zaman emir atından indi. O kesilmiş elimi yerden kaldırarak öptü. Beni
kucaklayarak ağladı. "Hakkını helâl et." dedi. Ben helâl ettim ve; "Bu günah
işlemiş bir el idi." dedim. Ondan sonra ağladım."
Başka bir rivâyette ise
şöyle anlatılır: Ebü'l-Hayr hazretlerinin eli cüzzam hastalığına tutulmuştu.
Tabibler; "Bu elin mutlaka kesilmesi lâzım." dediler. Ama o buna râzı olmadı.
Bunun üzerine talebeleri tabiblere; "Namaza durana kadar sabrediniz. Çünkü o
namazda iken kendinden geçer ve bunun eleminden haberi olmaz." dediler. Böyle
yapıldı. Namazını tamamladığında elini kesilmiş buldu. Bu sebeple Ebü'l-Hayr
hazretleri, Akta, eli kesik lakabıyla tanındı.
Bir gün, Bağdât'tan yanına
bir grup misâfir geldi. Herbiri kendi hâlini ve mânevî üstünlüğünü anlatmak
istiyordu. Ebü'l-Hayr bu konuşmalardan sıkıldı ve dışarı çıktı. Biraz sonra
içeri bir arslan girdi. Orada bulunanların hepsi korkup, bir köşeye sığındılar
ve sustular. Önceki anlattıkları şeyleri unuttular. Ebü'l-Hayr içeriye girdi ve;
"Ey kardeşim! Deminki iddiâlarınız nerede kaldı? Demek onların hepsi boşmuş."
buyurdu ve arslanı dışarı çıkarıp, onları korkudan kurtardı.
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Ebü'l-Hüseyin Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin hizmetinde
bulunan, daha evvel de Ebû Hamza ve Cüneyd-i Bağdâdî'ye hizmet etmiş olan
Zeytûne isminde bir hizmetçi vardı. Soğuk bir gün idi. Ebü'l-Hüseyin Nûrî'ye;
"Sana bir şeyler getireyim mi?" dedi. "Evet." buyurdu. "Ne istersiniz?" dedi.
"Ekmek ve süt" buyurdu. İstediklerini getirdi. Yanında kömür vardı. Kömürü eli
ile karıştırırken eli karardı. Böyle iken ekmek yiyor ve üzerinde kömürün
siyahlığı bulunan elinden süt akıyordu. Zeytûne onun bu hâlini küçümsedi. Bu
düşünce ile dışarıya çıktı. Dışarı çıkınca yanına gelen bir kadın onun eteğine
yapıştı ve; "Benim bohçamı sen çaldın." dedi. Halkı etrafına topladı. Zeytûne'yi
zabtiyeler götürüp hapse attılar. Durumu haber alan Ebü'l-Hüseyin Nûrî vâliye
giderek; "Bu kadın için tâkibât ve tahkîkat yapmayın." dedi. Vâli; "Ben bunu
nasıl yapabilirim ki, karşıda dâvâcısı var." dedi. Ebü'l-Hüseyin Nûrî hazretleri
kaybolan bohçanın gelmekte olduğunu söylediyse de vâli aldırış etmedi. Tam bu
sırada bir kadın kaybolan bohçayı getirdi. Ebü'l-Hüseyin Nûrî'nin kerâmet ehli
büyük bir zât olduğunu anlayan vâli yaptıklarına pişman oldu ve Zeytûne'yi
serbest bıraktırdı. Ebü'l-Hüseyin Nûrî Zeytûne'ye; "Benim hakkımda küçümseyici
düşüncelerde bulunacak mısın?" buyurdu. Zeytûne de hatâsını anlayıp pişman oldu
ve; "Aslâ böyle bir şey düşünmeyeceğim." dedi ve tövbe etti.
Osmanlıların kuruluş
devrinde Bursa'da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri zamânında, Sultan İkinci Murâd Hanın otuz bin akçe değerinde
bir atı vardı. At, yanına kimseyi yaklaştırmıyordu. Birgün Sultan Murâd, Emîr
Sultan'ı ziyâret için gittiğinde; "Biz sizin için bir at almıştık. Siz nasıl
isterseniz öyle yapalım. Atı getirecek birisini verin de atı size gönderelim."
dedi. Bu arada Emîr Sultan'ın yanında bulunan talebelerinden, Hacı Baba denilen
bir zât vardı. Sultânın sözü üzerine; "Ah! Hocam bu hizmeti bize verse de, atı
alıp gelsem, atın timar ve bakım işlerini yapsam." diye kalbinden geçirdi. Emîr
Sultan hazretleri ona dönerek; "Ey Hacı Babam! Gidin o ata, "Senin şimdiki
sâhibin, Allahü teâlânın emrine mutî olup, fermânına mahkûm olmuştur. Sen dahî
sâhibine tâbi olup, Allahü teâlânın emrine itâat edip, kötü huylardan vazgeçer
misin?" deyin. Bakalım ne işâret eder?" dedi. O da hemen atın yanına gidip,
hocası Emîr Sultan'ın dediklerini söyleyince, at üç defâ başını önüne eğip
kaldırdı. O, hemen hocasının yanına gidip durumu arz etti. Bunun üzerine Emîr
Sultan; "Hacı Baba, o kötü huylarını terk etti. Siz ondan kaçmayın, onu tımar
edin." dedi. Bunun üzerine, Hacı Baba, hiç korkmadan atı alıp, eve getirdi. Emîr
Sultan hazretleri o ata binip, Cumâ günleri câmiye giderdi. Hacı Baba da, her
gün o ata binerek pazar işlerini görürdü. O atı bir kenara bağlar, çarşıya
giderdi. At, yanına yaklaşmak isteyen bâzı kimselere saldırır, onları öldürmek
isterdi. Onlar, o attan canlarını zor kurtarırlardı. Daha sonra bu saldırdığı
kimselerin bid'at, kötü îtikâd sâhipleri olduğu anlaşıldı. Atın yanından Ehl-i
sünnet itikâdında olan biri geçse, ona başını eğip, sâkin sâkin dururdu. Bu hâli
o kadar meşhûr olmuştu ki, çarşı halkı o atı görünce, bid'at sâhiplerine yanına
yaklaşmamaları için tenbihte bulunurlardı. |
|