CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MENKIBELER (D)

Yemen'de yetişen evliyânın büyüklerinden Da'lec bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak, Ebû Bekr bin Ali bin Abdullah hazretleri, bir zâtın şöyle anlattığını nakletmiştir: "Bir Cumâ günü Cumâ namazı kılmak için mescide gitmiştim. Önümdeki safta vekarlı, huşû' sâhibi bir zât gördüm. Devamlı namaz kılıyordu. Cumâ namazının başlamasına kadar nâfile namaz kıldı. Heybetinden, kalbimde ona karşı bir muhabbet hâsıl oldu. Sonra Cumâ namazı kılmaya kalktık. O gördüğüm zât, tedirgin bir hâlde elbisesine bürünerek, hep kendini birinden gizliyordu. Namazdan sonra sebebini sordum. Şöyle dedi. Benim bir zâta borcum var. Bu sebeple mahcûbiyetimden böyle yapıyorum, dedi. Kime borcun var dedim. Şu arkamda duran zâta dedi. Meğer alacaklı olan zât, Da'lec bin Ahmed imiş. Bu sözleri Da'lec bin Ahmed'in o safta bulunan bir arkadaşı işiterek, gidip durumunu ona anlattı. Da'lec bin Ahmed de, bu zâtı evine getirmesini söyledi. Evine gittiklerinde yemek ikrâm edip, borçlu zâta; "Senin borcun unutuldu." diyerek alacağını bağışladı. Ayrıca beş bin dirhem de hediye verdi ve; "Mescidde beni görüp, borçlu olduğundan dolayı üzülüp sıkıntıya düştüğün için hakkını helâl et." dedi.

Anadolu'da yetişen velîlerden Dede Molla (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin meşhur menkıbesi şöyle anlatılır: Yavuz Sultan Selîm Han Mısır seferine giderken, yolu bu zâtın bulunduğu köyden geçer. Sultan, atı üzerinde ordusunun önünde yol alırken, ihtiyar bir köylüyü tarlasını sürerken görür. Yaklaşıp selâm verir. Köylü gelenin kim olduğunu farketmemiş gibi bir tavırla selâmını alır ve işiyle meşgul olur. Atı üzerinde onu seyreden Sultan; "Baba duydun mu? Pâdişâh sefere çıkmış. Mısır'a gidiyormuş" der. "Mevlâ yolunu açık eylesin. İnşâallah hayırlı olur. Emeline nâil ve muzaffer olarak döner." dedikten sonra işine devam eder. Sultan onun bu olgun hâline ve teslimiyetine bakıp, dünyâya gönül bağlamayan, lâzım olduğu kadar çalışan ve tevekkül sâhibi bir zât olduğunu anlar. Sultan nasıl karşılık vereceğini merak ederek tekrar; "Dede, uzak yerden geliyorum. Karnım aç, yiyeceğin var mı? der. Bunun üzerine biraz ilerde iki taşın üzerine yerleştirilmiş tencerede pişmekte olan aşı işâret ederek; "Pilav, pişmek üzere, işte orada, karnın doyuncaya kadar ye!" der. Pâdişâh; "İyi ama, ardımdaki ordu da aş ister." deyince; "İşte tencere orada, indir sen de ye askerlerin de yesin. Hepinize yeter inşâallah!" diye söyler. Sonra tarlasını sürmeye devâm eder. Biraz sonra, ordu yaklaşınca vezirlerine, mola vermelerini emreder. Mola veren askerler grup grup aksakallı ihtiyar zâtın pilavından yemek için sofraya oturur. Başta sultan, vezirler ve bütün ordu bu pilavdan yer, fakat pilav hiç eksilmez. Bu ihtiyar zâtın erenlerden olduğunu anlayan Sultan, onun kerâmetiyle pilavın bitmediğini görerek, hürmetle elini öpüp, duâsını alır ve ordusuna ilerle emrini verir.

Osmanlı ordusu Mısır seferinde zafer kazanıp İstanbul'a dönerken Sultan yine bu zâta uğrar. Bir arzusu olup olmadığını sorar. Yavaş bir sesle; "Mendilimi isterim" der. Sultan önce bir şey anlayamaz. Biraz sonra, savaş sırasında kolundan hafif yaralandığını ve o sırada yanında savaşan ihtiyar bir askerin koynundan mendilini çıkararak yarasını sardığını hatırlar. İşte o asker, velîlerden olan bu zât imiş. Sultan bu kerâmetini de anlayınca, ona hürmet gösterip, bulunduğu bölgeye ihsânlarda bulundu.

Osmanlı âlimlerinden ve evliyânın büyülerinden Dede Ömer Rûşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında Tebriz'e gitmişti. Sultan Hasan, bir Cumâ gecesi onu dâvet etti. Meşhur âlimleri ve velîleri de çağırmıştı. Sultan bir ara âlimleri göstererek, şikâyette bulundu. Bunun üzerine Dede Ömer Rûşenî sultana şöyle nasihat etti: "Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Dînin direkleridir." dedikten sonra, evliyânın meşhurlarından Bişr-i Hafî hazretlerinin bir gün yolda yere düşmüş bir kâğıt üzerindeki besmeleyi alıp temizleyip, güzel kokular sürerek hürmet göstermesi sebebiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmasını, bu sebeple büyük bir velî oluşunu anlattıktan sonra; "Bu âlimlerin kalplerinde Allahü teâlânın kelâmı Kur'ân-ı kerîm, O'nun mübârek isimleri ve ilmi vardır. Onların bereketli nefeslerini koklayıp, Cennet kokularına kavuşasın. Peygamber efendimiz, Veysel Karânî için; "Yemen tarafından rahmet rüzgârı esiyor." buyurdu. Veysel Karânî hazretlerinin mübârek nefesleriyle nefsinizi temizleyiniz ki, Allahü teâlânın rahmetine kavuşasınız. Resûlullah efendimiz; "Kim bir âlime ikrâm ederse, bana ikrâm etmiş olur. Bana ikrâm eden, Allahü teâlâya ikrâm etmiş olur. Allahü teâlâya ikram eden, Cennet'e girer." buyurdu. Âlimlere hürmet husûsunda âyet-i kerîmeler vardır. Bu hususta hadîs-i şerîfler de çoktur. Dolayısıyla âlimlere hürmet mutlaka lâzımdır. Onlara kötülük yapmayı düşünmek, insanın felâketine ve Allahü teâlâdan uzaklaşmasına sebeb olur. Âlimleri kim zemmedip kötülerse, onların etlerini yemiş gibi olur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem; "Âlimlerin etleri zehirlidir. Kim koklarsa hastalanır. Kim yerse ölür!" buyurdu." Sultan Hasan büyük bir dikkatle bu sohbeti dinledikten sonra misâfirler dağıldı.

Velîlerden ve meşhûr tefsîr âlimi Dehhâk bin Müzâhim (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir Cumâ gecesi mescide gitmek üzere evden çıktı. Mescide vardığında bir gencin secdede ağladığını gördü. O genç secdede bir şeyler söylüyordu. Dinlemek için yanına yaklaştı. Allahü teâlâya şöyle niyaz ediyordu:

"Ey Celâl sâhibi olan Allah'ım! Sana güveniyorum. Maksadı sen olan kimseye ne mutlu. Ne mutlu o kimseye ki, senden korkar. Sıkıntısını derdini sana arz eder. O, senin sevginle dertlenmiştir. Hava kararıp, yalnız kaldığında, sana yalvarıp, yakarır ve sen onun dileklerini duâsını kabûl edersin.

"Ey Celâl sâhibi olan Allah'ım! Sana güveniyorum." diye ağlayarak tekrarladıkça, Dehhâk bin Müzâhim de ağlamaya başladı. O sırada şöyle bir ses duyuldu: "Lebbeyk ey kulum! Sen benim himâyemdesin. Bütün dediklerini işittim. Senin sesine melekler âşıktır. Bütün günahlarını affettim." Daha sonra Dehhâk bin Müzâhim, ona selâm vererek; "Allahü teâlâ seni ve geceni mübârek eylesin. Sen kimsin?" dedi. "Râşid bin Süleymân'ım." deyince onunla karşılaşmayı çok istediğini hatırladı. Ona; "Bizimle berâber olmanız mümkün mü?" diye sorunca; "Çok zor. Âlemlerin Rabbine yakın olmak, O'na yalvarmak lezzeti varken, mahluklarla berâber olunur, onlarla yakınlık kurulur mu?" dedi ve gözden kayboldu. Nereye gittiğini anlayamayan Dehhâk bin Müzâhim, Allahü teâlâya ölmeden önce onunla tekrar buluşmayı nasîb etmesi için yalvardı. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra Dehhâk bin Müzâhim hac farîzasını yerine getirmek için Mekke'ye gitti. Kâbe'nin gölgesinde Râşid bin Süleymân oturmuş, huzûrunda Kur'ân-ı kerîmden En'âm sûresini okuyan bir grup gördü. O zât kalkıp, Dehhâk bin Müzâhim'le kucaklaştı ve müsâfehâ etti; "Allahü teâlâdan ölmeden önce bizi bir daha birbirimize kavuşturmasını istememiş miydin?" dedi. Dehhâk bin Müzâhim; "Evet." dedikten sonra mescidde bulundukları gece gördüklerini anlatmasını isteyince, onu bir hal kapladı ve kendinden geçti. Kendine gelince vedalaşıp; "Ey Kardeşim! Allahü teâlâ bizi Cennet'te berâber eylesin. Orada ayrılık, yorgunluk ve hüzün yoktur." dedikten sonra kayboldu. Dehhâk bin Müzâhim o zâtı bir daha göremedi.

Hindistan'da yetişen ve Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden olan Muhammed Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Bahr-ul-Me'ânî adlı eserdeki kelimeler, Kur'ân-ı kerîmin açıklamasıdır. Onun için çok kıymetlidir. O bu eserle ilgili olarak; eseri yazarken rüyâmda Kuba Mescidinde, Resûlullah efendimiz ile Eshâb-ı kirâmın hepsini ve hocama kadar gelen bütün büyük velîleri gördüm. Peygamber efendimiz bana; "Ey oğlum! Bahr-ul-Me'âni'yi getir." buyurdu. Ben yazdıklarımı verdim. Gözden geçirdi ve Allahü teâlâya hamd edip; "Allahü teâlâ ilmini artırsın." buyurduktan sonra Farsça olarak; "Ey Eshâbım! Bu Bahr-ul-Me'ânî'nin müellifi öyle birisidir ki, bütün Kur'ân-ı kerîmin mânâlarını beyân ediyor. Eğer bütün yeryüzünde ilim kalkmış, ilimden bir yaprak bile kalmamış olsa bu şahıs, kalemi eline alıp, bütün ilimleri ezberden yazabilirdi." buyurdular. Sonra kitabı hazret-i Ali'ye verdiler. O da mütâlaa ettikten sonra Hasan-ı Basrî'ye verdi. O da Hâce Abdülvâhid bin Zeyd'e verdi. Şeyh Nasîruddîn Mahmûd'a gelinceye kadar herkes birbirine verdi." demektedir.

Konya'da yetişen evliyâ hanımlardan ve Mevleviye tarîkatının büyüklerinden olan Destîne Hâtun (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) zamânında, Karahisar Mevlevî Dergâhına âit vakıflar vardı ve dergâha mensup kimseler tarafından işletiliyordu. Devlet, Mevlevîleri bâzı yükümlülüklerden muaf tutmuştu. O sırada Karahisar sancağı vâlisi bâzı kötü kimselerin teşviki ile devletin Mevlevîlere tanıdığı muâfiyet hakkına riâyet etmeyip, sırf onların mallarını müsâdere etmek için iftirâ ile zengin olanları yakalatıp hapsettirerek, mallarına el koydu. Bunların çoluk-çocuğu gelip durumlarını Destîne Hâtuna anlattılar. O da; "Eğer vâli onları hapisten çıkarmazsa yakalanacağı hastalıktan kurtulamaz." diyerek gelenleri teselli etti. O sırada vâli çeşitli yerlerinden rahatsızlandı. Doktorlara gidip ilaç kullandıkça hastalığı daha da arttı. Vâlinin hanımı, Destîne Hâtunu sever ve ona hürmet gösterirdi. Kocasının rahatsızlığına çâre bulunamayınca, Destîne Hâtundan duâ istemeye gitti. Destîne Hâtun; "Sevdiklerimiz hapisten ve ayakları zincirden kurtulmadıkça murâd hâsıl olmaz." dedi. Vâlinin hanımı bunları işitince kocasının hastalık sebebini ve o kadar tedâvî görmesine rağmen niçin iyileşmediğini anladı. Durumu kocasına bildirince, derhal hapsettiği o şahısları serbest bıraktı. O anda iyileşti ve yaptığına pişmân oldu. Allahü teâlânın lütfu ile hastalıktan kurtulmasının şükrânesi olarak dergâhta bulunanlara ikrâmda bulundu.

Rumeli evliyâsının büyüklerinden ve gâzî dervişlerden Dimitrofçalı  Muslihuddîn Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilim tahsîlinden sonra, memleketinde sanat ile meşgûl oldu. İnsanlara bildiklerini öğretir, yanlışlıkları düzeltir, garib ve kimsesizlere yardımda bulunur, herkese iyilik ederdi. Soğuk bir kış gününde, çoluk-çocuğunun maîşetini temin ettiği dükkânında çalışırken, bir kadın ve iki çocuğunun yoldan geçtiğini gördü. Çocukların hâline çok acıdı. Garîblerin üşüdükleri, yürüyüşlerinden belli oluyordu. Hemen peşlerinden koşup:

"Bre kadın, bu garibleri bu kış gününde sokağa döküp de nereye gidiyorsun?" dedi. Çâresiz kadın, iki gözü iki çeşme ağlayarak; "Bu garîblerin babaları vefât etti. Yakınımızda bulunan bir zâlim de, eline geçirdiği sahte hüccetle (senetle), yetimlere babalarından mîrâs kalan çiftliği elde etmek istedi. Bu kış günü bizi tâciz ediyor." dedi. Kadıncağız bunları anlatırken, hasmı da geldi. Muslihuddîn Efendi, adama çıkışıp; "Behey adam, bu garîbleri niçin incitirsin? Senin gibiler bunlara yardım edecek yerde, bu fakirleri incitirse, kimden merhamet beklenir?" dedi. O adam da, kendisini savundu. Muslihuddîn Efendi, onları kâdıya götürdü. "Resûlullah efendimizin hürmetine bu kadıncağızın işlerini hallediverin." dedi. Deliller, senetler karşılaştırıldı. Adamın yalan söylediği anlaşıldı. Elindeki hüccet, senet alınıp yırtıldı. Yetimler için yeniden hüccet yazıldı. Muslihuddîn Efendi, yetimlerin ihtiyaçlarını görüp köylerine gönderdi. Kadın ve çocuklar, yana yakıla duâ ettiler. O gece Muslihuddîn Efendi rüyâsında Resûlullah efendimizi görmekle şereflenip, hazret-i Ali'nin terbiyesi ile müşerref olarak, aynı yola hizmet etmesi işâret edildi.

Muslihuddîn Efendi hazretlerinin vefâtından yıllar sonra, İbrâhim Paşa, 1600 senesinde Kanije kalesini kuşattı. Muslihuddîn Efendiyi sevenlerden Dimitrofçalı Gaybî ve Belgratlı Münîrî Efendiler, Dimitrofça'da Muslihuddîn Efendinin kabrine vardılar. Selâm verip, kabrini ziyâret ettiler. Sonra da; "Şeyh Efendi, nice üstünlüklerini duyduk, nice hâllerine şâhid olduk. Tahkîkim neticesinde meydanların arslanının sen olduğunu anladım. Kanije'nin de Allahü teâlânın yardımı, Enbiyâ ve Evliyânın himmetiyle fetholması murâdımızdır." dedikten sonra, Muslihuddîn Efendinin rûhu için Fetih sûresini okumaya başladılar. Sûre-i şerîfin yarısına doğru, Münîrî Efendi; "Elhamdülillah, kalenin fethine dâir işâret verildi." deyip, sûre-i şerîfin tamâmını okuyup ruhûna bağışladı. O haftanın Cumâ günü, Kanije'yi koruyan düşman kuvvetlerine yardım geldi. Bir hafta savaş oldu. Kalenin barut deposuna ateş düşmesi netîcesi meydana gelen patlamada, kale muhâfızlarının mâneviyâtı iyice bozulup, Cumâ gecesi bir kısmı firâr etti. Kalede kalanlar, Cumartesi günü aman taleb edip, 8 Kasım Pazar günü kale teslim alındı. Burçlara Osmanlı sancağı dikildi.