|
MENKIBELER (D)
Yemen'de yetişen evliyânın
büyüklerinden Da'lec bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili
olarak, Ebû Bekr bin Ali bin Abdullah hazretleri, bir zâtın şöyle anlattığını
nakletmiştir: "Bir Cumâ günü Cumâ namazı kılmak için mescide gitmiştim. Önümdeki
safta vekarlı, huşû' sâhibi bir zât gördüm. Devamlı namaz kılıyordu. Cumâ
namazının başlamasına kadar nâfile namaz kıldı. Heybetinden, kalbimde ona karşı
bir muhabbet hâsıl oldu. Sonra Cumâ namazı kılmaya kalktık. O gördüğüm zât,
tedirgin bir hâlde elbisesine bürünerek, hep kendini birinden gizliyordu.
Namazdan sonra sebebini sordum. Şöyle dedi. Benim bir zâta borcum var. Bu
sebeple mahcûbiyetimden böyle yapıyorum, dedi. Kime borcun var dedim. Şu arkamda
duran zâta dedi. Meğer alacaklı olan zât, Da'lec bin Ahmed imiş. Bu
sözleri Da'lec bin Ahmed'in o safta bulunan bir arkadaşı işiterek, gidip
durumunu ona anlattı. Da'lec bin Ahmed de, bu zâtı evine getirmesini söyledi.
Evine gittiklerinde yemek ikrâm edip, borçlu zâta; "Senin borcun unutuldu."
diyerek alacağını bağışladı. Ayrıca beş bin dirhem de hediye verdi ve; "Mescidde
beni görüp, borçlu olduğundan dolayı üzülüp sıkıntıya düştüğün için hakkını
helâl et." dedi.
Anadolu'da yetişen
velîlerden Dede Molla (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin meşhur
menkıbesi şöyle anlatılır: Yavuz Sultan Selîm Han Mısır seferine giderken, yolu
bu zâtın bulunduğu köyden geçer. Sultan, atı üzerinde ordusunun önünde yol
alırken, ihtiyar bir köylüyü tarlasını sürerken görür. Yaklaşıp selâm verir.
Köylü gelenin kim olduğunu farketmemiş gibi bir tavırla selâmını alır ve işiyle
meşgul olur. Atı üzerinde onu seyreden Sultan; "Baba duydun mu? Pâdişâh sefere
çıkmış. Mısır'a gidiyormuş" der. "Mevlâ yolunu açık eylesin. İnşâallah hayırlı
olur. Emeline nâil ve muzaffer olarak döner." dedikten sonra işine devam eder.
Sultan onun bu olgun hâline ve teslimiyetine bakıp, dünyâya gönül bağlamayan,
lâzım olduğu kadar çalışan ve tevekkül sâhibi bir zât olduğunu anlar. Sultan
nasıl karşılık vereceğini merak ederek tekrar; "Dede, uzak yerden geliyorum.
Karnım aç, yiyeceğin var mı? der. Bunun üzerine biraz ilerde iki taşın üzerine
yerleştirilmiş tencerede pişmekte olan aşı işâret ederek; "Pilav, pişmek üzere,
işte orada, karnın doyuncaya kadar ye!" der. Pâdişâh; "İyi ama, ardımdaki ordu
da aş ister." deyince; "İşte tencere orada, indir sen de ye askerlerin de yesin.
Hepinize yeter inşâallah!" diye söyler. Sonra tarlasını sürmeye devâm eder.
Biraz sonra, ordu yaklaşınca vezirlerine, mola vermelerini emreder. Mola veren
askerler grup grup aksakallı ihtiyar zâtın pilavından yemek için sofraya oturur.
Başta sultan, vezirler ve bütün ordu bu pilavdan yer, fakat pilav hiç eksilmez.
Bu ihtiyar zâtın erenlerden olduğunu anlayan Sultan, onun kerâmetiyle pilavın
bitmediğini görerek, hürmetle elini öpüp, duâsını alır ve ordusuna ilerle emrini
verir.
Osmanlı ordusu Mısır
seferinde zafer kazanıp İstanbul'a dönerken Sultan yine bu zâta uğrar. Bir
arzusu olup olmadığını sorar. Yavaş bir sesle; "Mendilimi isterim" der. Sultan
önce bir şey anlayamaz. Biraz sonra, savaş sırasında kolundan hafif
yaralandığını ve o sırada yanında savaşan ihtiyar bir askerin koynundan
mendilini çıkararak yarasını sardığını hatırlar. İşte o asker, velîlerden olan
bu zât imiş. Sultan bu kerâmetini de anlayınca, ona hürmet gösterip, bulunduğu
bölgeye ihsânlarda bulundu.
Osmanlı âlimlerinden ve
evliyânın büyülerinden Dede Ömer Rûşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
defâsında Tebriz'e gitmişti. Sultan Hasan, bir Cumâ gecesi onu dâvet etti.
Meşhur âlimleri ve velîleri de çağırmıştı. Sultan bir ara âlimleri göstererek,
şikâyette bulundu. Bunun üzerine Dede Ömer Rûşenî sultana şöyle nasihat etti:
"Âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Dînin direkleridir." dedikten sonra,
evliyânın meşhurlarından Bişr-i Hafî hazretlerinin bir gün yolda yere düşmüş bir
kâğıt üzerindeki besmeleyi alıp temizleyip, güzel kokular sürerek hürmet
göstermesi sebebiyle Allahü teâlânın rızâsına kavuşmasını, bu sebeple büyük bir
velî oluşunu anlattıktan sonra; "Bu âlimlerin kalplerinde Allahü teâlânın kelâmı
Kur'ân-ı kerîm, O'nun mübârek isimleri ve ilmi vardır. Onların bereketli
nefeslerini koklayıp, Cennet kokularına kavuşasın. Peygamber efendimiz, Veysel
Karânî için; "Yemen tarafından rahmet rüzgârı esiyor." buyurdu. Veysel Karânî
hazretlerinin mübârek nefesleriyle nefsinizi temizleyiniz ki, Allahü teâlânın
rahmetine kavuşasınız. Resûlullah efendimiz; "Kim bir âlime ikrâm ederse, bana
ikrâm etmiş olur. Bana ikrâm eden, Allahü teâlâya ikrâm etmiş olur. Allahü
teâlâya ikram eden, Cennet'e girer." buyurdu. Âlimlere hürmet husûsunda âyet-i
kerîmeler vardır. Bu hususta hadîs-i şerîfler de çoktur. Dolayısıyla âlimlere
hürmet mutlaka lâzımdır. Onlara kötülük yapmayı düşünmek, insanın felâketine ve
Allahü teâlâdan uzaklaşmasına sebeb olur. Âlimleri kim zemmedip kötülerse,
onların etlerini yemiş gibi olur. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem;
"Âlimlerin etleri zehirlidir. Kim koklarsa hastalanır. Kim yerse ölür!"
buyurdu." Sultan Hasan büyük bir dikkatle bu sohbeti dinledikten sonra
misâfirler dağıldı.
Velîlerden ve meşhûr tefsîr
âlimi Dehhâk bin Müzâhim (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir Cumâ gecesi
mescide gitmek üzere evden çıktı. Mescide vardığında bir gencin secdede
ağladığını gördü. O genç secdede bir şeyler söylüyordu. Dinlemek için yanına
yaklaştı. Allahü teâlâya şöyle niyaz ediyordu:
"Ey Celâl sâhibi olan
Allah'ım! Sana güveniyorum. Maksadı sen olan kimseye ne mutlu. Ne mutlu o
kimseye ki, senden korkar. Sıkıntısını derdini sana arz eder. O, senin sevginle
dertlenmiştir. Hava kararıp, yalnız kaldığında, sana yalvarıp, yakarır ve sen
onun dileklerini duâsını kabûl edersin.
"Ey Celâl sâhibi olan
Allah'ım! Sana güveniyorum." diye ağlayarak tekrarladıkça, Dehhâk bin Müzâhim de
ağlamaya başladı. O sırada şöyle bir ses duyuldu: "Lebbeyk ey kulum! Sen benim
himâyemdesin. Bütün dediklerini işittim. Senin sesine melekler âşıktır. Bütün
günahlarını affettim." Daha sonra Dehhâk bin Müzâhim, ona selâm vererek; "Allahü
teâlâ seni ve geceni mübârek eylesin. Sen kimsin?" dedi. "Râşid bin
Süleymân'ım." deyince onunla karşılaşmayı çok istediğini hatırladı. Ona;
"Bizimle berâber olmanız mümkün mü?" diye sorunca; "Çok zor. Âlemlerin Rabbine
yakın olmak, O'na yalvarmak lezzeti varken, mahluklarla berâber olunur, onlarla
yakınlık kurulur mu?" dedi ve gözden kayboldu. Nereye gittiğini anlayamayan
Dehhâk bin Müzâhim, Allahü teâlâya ölmeden önce onunla tekrar buluşmayı nasîb
etmesi için yalvardı. Aradan uzun bir zaman geçtikten sonra Dehhâk bin Müzâhim
hac farîzasını yerine getirmek için Mekke'ye gitti. Kâbe'nin gölgesinde Râşid
bin Süleymân oturmuş, huzûrunda Kur'ân-ı kerîmden En'âm sûresini okuyan bir grup
gördü. O zât kalkıp, Dehhâk bin Müzâhim'le kucaklaştı ve müsâfehâ etti; "Allahü
teâlâdan ölmeden önce bizi bir daha birbirimize kavuşturmasını istememiş
miydin?" dedi. Dehhâk bin Müzâhim; "Evet." dedikten sonra mescidde bulundukları
gece gördüklerini anlatmasını isteyince, onu bir hal kapladı ve kendinden geçti.
Kendine gelince vedalaşıp; "Ey Kardeşim! Allahü teâlâ bizi Cennet'te berâber
eylesin. Orada ayrılık, yorgunluk ve hüzün yoktur." dedikten sonra kayboldu.
Dehhâk bin Müzâhim o zâtı bir daha göremedi.
Hindistan'da yetişen ve
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden olan Muhammed Dehlevî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin Bahr-ul-Me'ânî adlı eserdeki kelimeler, Kur'ân-ı
kerîmin açıklamasıdır. Onun için çok kıymetlidir. O bu eserle ilgili olarak;
eseri yazarken rüyâmda Kuba Mescidinde, Resûlullah efendimiz ile Eshâb-ı kirâmın
hepsini ve hocama kadar gelen bütün büyük velîleri gördüm. Peygamber efendimiz
bana; "Ey oğlum! Bahr-ul-Me'âni'yi getir." buyurdu. Ben yazdıklarımı verdim.
Gözden geçirdi ve Allahü teâlâya hamd edip; "Allahü teâlâ ilmini artırsın."
buyurduktan sonra Farsça olarak; "Ey Eshâbım! Bu Bahr-ul-Me'ânî'nin müellifi
öyle birisidir ki, bütün Kur'ân-ı kerîmin mânâlarını beyân ediyor. Eğer bütün
yeryüzünde ilim kalkmış, ilimden bir yaprak bile kalmamış olsa bu şahıs, kalemi
eline alıp, bütün ilimleri ezberden yazabilirdi." buyurdular. Sonra kitabı
hazret-i Ali'ye verdiler. O da mütâlaa ettikten sonra Hasan-ı Basrî'ye verdi. O
da Hâce Abdülvâhid bin Zeyd'e verdi. Şeyh Nasîruddîn Mahmûd'a gelinceye kadar
herkes birbirine verdi." demektedir.
Konya'da yetişen evliyâ
hanımlardan ve Mevleviye tarîkatının büyüklerinden olan Destîne Hâtun (rahmetullahi
teâlâ aleyhâ) zamânında, Karahisar Mevlevî Dergâhına âit vakıflar vardı ve
dergâha mensup kimseler tarafından işletiliyordu. Devlet, Mevlevîleri bâzı
yükümlülüklerden muaf tutmuştu. O sırada Karahisar sancağı vâlisi bâzı kötü
kimselerin teşviki ile devletin Mevlevîlere tanıdığı muâfiyet hakkına riâyet
etmeyip, sırf onların mallarını müsâdere etmek için iftirâ ile zengin olanları
yakalatıp hapsettirerek, mallarına el koydu. Bunların çoluk-çocuğu gelip
durumlarını Destîne Hâtuna anlattılar. O da; "Eğer vâli onları hapisten
çıkarmazsa yakalanacağı hastalıktan kurtulamaz." diyerek gelenleri teselli etti.
O sırada vâli çeşitli yerlerinden rahatsızlandı. Doktorlara gidip ilaç
kullandıkça hastalığı daha da arttı. Vâlinin hanımı, Destîne Hâtunu sever ve ona
hürmet gösterirdi. Kocasının rahatsızlığına çâre bulunamayınca, Destîne Hâtundan
duâ istemeye gitti. Destîne Hâtun; "Sevdiklerimiz hapisten ve ayakları zincirden
kurtulmadıkça murâd hâsıl olmaz." dedi. Vâlinin hanımı bunları işitince
kocasının hastalık sebebini ve o kadar tedâvî görmesine rağmen niçin
iyileşmediğini anladı. Durumu kocasına bildirince, derhal hapsettiği o şahısları
serbest bıraktı. O anda iyileşti ve yaptığına pişmân oldu. Allahü teâlânın lütfu
ile hastalıktan kurtulmasının şükrânesi olarak dergâhta bulunanlara ikrâmda
bulundu.
Rumeli evliyâsının
büyüklerinden ve gâzî dervişlerden Dimitrofçalı Muslihuddîn Efendi (rahmetullahi
teâlâ aleyh) ilim tahsîlinden sonra, memleketinde sanat ile meşgûl oldu.
İnsanlara bildiklerini öğretir, yanlışlıkları düzeltir, garib ve kimsesizlere
yardımda bulunur, herkese iyilik ederdi. Soğuk bir kış gününde, çoluk-çocuğunun
maîşetini temin ettiği dükkânında çalışırken, bir kadın ve iki çocuğunun yoldan
geçtiğini gördü. Çocukların hâline çok acıdı. Garîblerin üşüdükleri,
yürüyüşlerinden belli oluyordu. Hemen peşlerinden koşup:
"Bre kadın, bu garibleri bu
kış gününde sokağa döküp de nereye gidiyorsun?" dedi. Çâresiz kadın, iki gözü
iki çeşme ağlayarak; "Bu garîblerin babaları vefât etti. Yakınımızda bulunan bir
zâlim de, eline geçirdiği sahte hüccetle (senetle), yetimlere babalarından mîrâs
kalan çiftliği elde etmek istedi. Bu kış günü bizi tâciz ediyor." dedi.
Kadıncağız bunları anlatırken, hasmı da geldi. Muslihuddîn Efendi, adama
çıkışıp; "Behey adam, bu garîbleri niçin incitirsin? Senin gibiler bunlara
yardım edecek yerde, bu fakirleri incitirse, kimden merhamet beklenir?" dedi. O
adam da, kendisini savundu. Muslihuddîn Efendi, onları kâdıya götürdü. "Resûlullah
efendimizin hürmetine bu kadıncağızın işlerini hallediverin." dedi. Deliller,
senetler karşılaştırıldı. Adamın yalan söylediği anlaşıldı. Elindeki hüccet,
senet alınıp yırtıldı. Yetimler için yeniden hüccet yazıldı. Muslihuddîn Efendi,
yetimlerin ihtiyaçlarını görüp köylerine gönderdi. Kadın ve çocuklar, yana
yakıla duâ ettiler. O gece Muslihuddîn Efendi rüyâsında Resûlullah efendimizi
görmekle şereflenip, hazret-i Ali'nin terbiyesi ile müşerref olarak, aynı yola
hizmet etmesi işâret edildi.
Muslihuddîn Efendi
hazretlerinin vefâtından yıllar sonra, İbrâhim Paşa, 1600 senesinde Kanije
kalesini kuşattı. Muslihuddîn Efendiyi sevenlerden Dimitrofçalı Gaybî ve
Belgratlı Münîrî Efendiler, Dimitrofça'da Muslihuddîn Efendinin kabrine
vardılar. Selâm verip, kabrini ziyâret ettiler. Sonra da; "Şeyh Efendi, nice
üstünlüklerini duyduk, nice hâllerine şâhid olduk. Tahkîkim neticesinde
meydanların arslanının sen olduğunu anladım. Kanije'nin de Allahü teâlânın
yardımı, Enbiyâ ve Evliyânın himmetiyle fetholması murâdımızdır." dedikten
sonra, Muslihuddîn Efendinin rûhu için Fetih sûresini okumaya başladılar. Sûre-i
şerîfin yarısına doğru, Münîrî Efendi; "Elhamdülillah, kalenin fethine dâir
işâret verildi." deyip, sûre-i şerîfin tamâmını okuyup ruhûna bağışladı. O
haftanın Cumâ günü, Kanije'yi koruyan düşman kuvvetlerine yardım geldi. Bir
hafta savaş oldu. Kalenin barut deposuna ateş düşmesi netîcesi meydana gelen
patlamada, kale muhâfızlarının mâneviyâtı iyice bozulup, Cumâ gecesi bir kısmı
firâr etti. Kalede kalanlar, Cumartesi günü aman taleb edip, 8 Kasım Pazar günü
kale teslim alındı. Burçlara Osmanlı sancağı dikildi. |
|