|
MENKIBELER (C - Ç)
Çukurova Bölgesi
velîlerinden Cabbâr Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin hâl ve
kerâmetleri meşhûr olmuş, ünü zamânın pâdişâhına kadar gitmişti. Sultan Dördüncü
Murâd Han, Bağdât seferine giderken, Ceyhan Nehri üzerindeki târihî Misis
Köprüsünü geçip Havrâniye köyüne geldiği zaman; "Bu yörede Cabbâr Dede diye
meşhûr bir zât olduğunu işitiriz. Çağırın gelsin, kendisiyle görüşmek dileriz."
dedi. Vazîfeliler gidip Sultanın emrini bildirdiler. Cabbâr Dede, Sultânın
emrini alır almaz atına binerek huzûruna geldi. Allahü teâlânın kudretiyle
kerâmet olarak orada bulunanlar, Cabbâr Dede'nin atının kaplan, elindeki
kamçının da kara yılan olduğunu gördüler. O zamâna kadar Cabbâr Dede'nin
üstünlüğünü kabûl etmeyenler ise, gördükleri bu kerâmet karşısında pişmân
oldular. Sultan Dördüncü Murâd Han, Cabbâr Dede'ye;
"Bağdât'ın fethi bana
müyesser olacak mı?" diye sordu. Cabbâr Dede cevâbında;
"Haşmetlü pâdişâhım!
Havraniye köyünde Genç Osman isminde bir delikanlı vardır. Onu da götürürsen,
Bağdât geri alınacaktır". Sultan Dördüncü Murâd Han, Genç Osman'ı sefere
götürdü. Böylece Bağdât fetholundu.
Cabbâr Dede'nin büyüklüğünü
anlayamayan, onun devlet adamları ve diğer insanlar yanındaki îtibârını
çekemeyen bâzı kimseler; "Cabbâr Dede'nin koyunları ekinlerimizi yiyerek zarar
veriyor." diye, zamânın Misis Zaptiye Karakol Kumandanına şikâyet ettiler.
Karakol kumandanı, iki zaptiye göndererek Cabbâr Dede'yi getirmelerini emretti.
Zaptiyeler, Cabbâr Dede'nin dergâhına varıp, hakkında şikâyet olduğundan bahisle
kumandanın kendisini istediğini bildirdiler. Cabbâr Dede, zaptiyelere güler yüz
ve hoş bir edâyla;
"Evlatlarım! Siz gidin ben
kısa zaman içinde geliyorum." dedi. Zaptiyeler onun yanından ayrıldıktan kısa
bir zaman sonra Ceyhan Irmağının kenarına gitti. Seccâdesini ırmak üzerine atıp
üstüne oturarak kısa bir zaman içinde karşı tarafta bulunan Zaptiye Karakoluna
ulaştı. Köprüden geçerek gelen zaptiyeler, Cabbâr Dede'nin kendilerinden önce
geldiğini görünce hayret edip, büyük bir velî olduğunu anladılar. Zaptiye
Karakol Kumandanı, Cabbâr Dede'ye;
"Köylüler senden şikâyetçi.
Koyunlarına köylünün ekinlerini yediriyormuşsun. Onlara zarar veriyormuşsun,
aslı var mı?" dedi. Cabbâr Dede, Kumandana;
"İki asker gönder,
koyunlarımı onların ekin tarlasına sürsünler. Eğer ekini yerlerse suçlu olduğumu
kabûl edeceğim." dedi. Bunun üzerine kumandanın vazîfelendirdiği iki zaptiye,
Cabbâr Dede'nin dergâhının yanına gitti. Koyunlarını o civârdaki köylülerin ekin
tarlalarına sürdüler. Fakat hiç bir koyunun başkalarına âid olan bu tarlalardaki
ekin ve otları yemediğini, Cabbâr Dede'ye âid olan tarla ve otlağa sürdükleri
zaman ekin ve otları yediklerini gördüler. Tekrar karakola gelip olanları
kumandanlarına anlattılar. Kumandan, Cabbâr Dede'nin iftirâya uğradığını
hükmedip, köylüleri azarladı. Câhil köylülerin bu hareketlerine üzülen Cabbâr
Dede, köylülere hitâben;
"Mahsülünüz bol olsun, fakat
bereketi olmasın." diye duâ etti.
Cabbâr Dede'nin hayâtı
boyunca birçok hâl ve kerâmetleri görüldüğü gibi, vefât ettikten sonra da
görülmüştür. Bir Ermeni, Cabbâr Dede'nin türbesinin karşısından yüklü olan kağnı
arabasıyla gidiyordu. Kağnısı çamura saplandı. Bir hayli uğraşmasına rağmen
çabaları boşa çıktı ve bir türlü kurtaramadı. Kendi kendine;
"Müslümanlar darda
kaldıkları zaman; "Yetiş yâ Abdülkâdir Geylânî!" diyorlar. Bir de ben
çağırayım." dedi ve; "Yetiş yâ Abdülkâdir Geylânî!" diye seslendi. Bu sırada
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin rûhâniyeti tecessüm ederek Ermeniyi ve
kağnısını bataklıktan kurtardı. Ermeniye yönelerek; "Bizi Bağdât'tan buraya
kadar yoracağına, işte şu karşıda Cabbâr Dede var. Çağırsan hemen yetişir, sizi
kurtarırdı." buyurdu. Zaman zaman darda kalanların imdâdına yetişen Cabbâr
Dede'nin türbesinin üzerine büyük bir nûr indiği ve geceleri türbesinde Kur'ân-ı
kerîm okunduğu nakledilmektedir.
Ehl-i beytten ve meşhûr
velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir müddet
halvet, yalnızlık hâlinde kalmış, evinden insanlar arasına çıkmamıştı. Evliyânın
büyüklerinden Süfyân-ı Sevrî evine gelip:
"Ey Resûlullah'ın torunu!
İnsanlar bereketli nefesinizden, faydalı sohbetinizden mahrum kaldı. Niçin
uzlete çekildiniz?" deyince, buyurdu ki: "Şimdi böyle gerekiyor. (Zaman bozuldu
ve dostlar değişti). Sözümüzün hakîkatı meydana çıktı." ve şu iki beyti okudu:
Geçen gün gibi geçip gitti,
vefâ da,
İnsanların kimi hayâl, kimi
ümit peşinde.
Dostluk, vefâ görünüşte
kaldı aralarında,
Fakat kalbleri akreplerle
dolu gerçekte.
Zamânın hükümdarı bir gece
vezirine dedi ki: "Hemen git, İmâm-ı Câfer'i buraya getir. Onu hemen öldürmek
istiyorum."
Vezir: "Evinde oturmuş,
gece-gündüz ibâdetle meşgûl olan, devlet işlerine karışmayan bu kimseyi
öldürmekten vazgeç!" dedi.
Hükümdârı bundan vazgeçirmek
için epey dil döktü. Fakat iknâ edemedi. Mecbûren çağırmaya gitti. Vezir
çağırmaya gidince, hükümdâr cellâtlara emir verdi.
"İmâm-ı Câfer içeri girince,
ben başımdan külâhımı çıkardığım zaman hemen başını vuracaksınız!"
Bir müddet sonra, İmâm-ı
Câfer-i Sâdık hazretleri içeri girdi. Hükümdâr bunu görünce, derhal ayağa
kalktı. Büyük bir tevâzu ile onu karşıladı. Koltuğuna oturttu. Kendisi edeple
karşısına diz çöküp oturdu. Cellâtlar ve hizmetçiler şaşırıp kaldılar. Hükümdar,
Câfer-i Sâdık'a: "Efendim, benden bir emriniz, isteğiniz olursa hemen emredin,
yapayım." dedi.
Câfer-i Sâdık hazretleri;
"Senden bir ricâm yok. Beni bir daha yanına çağırma! Rabbime ibâdetten beni
alıkoyma, başka bir şey istemem." buyurup, gitmek üzere ayağa kalktı. Hükümdar,
izzet ve ikrâmla onu uğurladı. Gittikten sonra vücûdunda bir titreme oldu,
bayılıp düştü. Kendine gelince, veziri sordu: "Bu ne hâldir. Hani o zâtı
öldürtecektiniz?"
Hükümdar; "O içeri girince,
yanında büyük bir arslan gördüm. Lisân-ı hâl ile bana; "Onu incitirsen seni
parça parça ederim." diyordu. Bunu görünce ne yapacağımı şaşırdım." dedi.
Süfyân-ı Sevrî hazretleri,
bir gün Câfer-i Sâdık'ın evine gitti. Câfer-i Sâdık: "Ey Süfyân! Sen, zaman
zaman sultân ile görüşüyorsun. O seni arıyor, sen de ona gidiyorsun. Ben ise,
mümkün mertebe sultandan uzak duruyorum. Zamânın hâli bunu îcâb ettiriyor.
Yanımdan hemen çık, git!"
İmâm-ı Câfer-i Sâdık
hazretleri duâsı makbûl olanlardandı. Allahü teâlâdan birşey istediğinde daha
sözü bitmeden isteği verilirdi. Bir gün yalnız başına yolda gidiyordu. Kendisini
sevenlerden biri de arkasından yürüyordu. Bir ara Câfer-i Sâdık hazretleri; "Yâ
Rabbî! Elbisem yoktur, bana elbise gönder." buyurdu. Âniden bir paket içinde
elbise geldi. Arkadan tâkip eden zât evlerine kadar geldi. Hazret-i İmâma; "Yâ
efendim siz duâ ederken ben de âmin dedim. Eski elbiselerinizi bana verin."
dedi. Bu söz Câfer-i Sâdık hazretlerinin hoşuna gitti ve elbiselerini ona verdi.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
mübârek hanımı anlatır: "Mevlânâ hazretleri, bir gün namaza durdu. Sükûnet ve
tevâzu içinde tâzim ve hürmetle Kur'ân-ı kerîm okuyor, bir taraftan da
gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Evde bulunanlarla birlikte Mevlânâ'nın bu hâlini
görüyor, hayretle ona bakıyorduk. Namazdan sonra her zamanki gibi tesbihini
çekip cenâb-ı Hakk'a uzun uzun yalvarıp yakararak duâsını yaptı. Onun bu hâli
bana çok tesir etti, ağlamaya başladım. Sonra; "Ey efendi! Dünyâda ve âhirette
biz günahkârların ümîdi sensin. Bu kadar çok ibâdetinle, böyle korkar, ağlar,
yalvarırsan, biz bu tenbel hâlimizle kıyâmet gününde ne yaparız?" diye sordum.
Yemîn ederek; "Allahü teâlânın bana verdiği nîmetlerin, ihsânların yanında benim
yaptığım ibâdet, yalvarışlar ve bütün hareketlerim, ziyâde kusûr ve nihâyetsiz
eksiklikten başka bir şey değildir. Bütün bu korku ve yakarışlarımla; "Ey Kerîm
olan Allah'ım! Benim gibi bir âcizin, bir çâresizin kuvveti ve tâkatı ancak bu
kadardır, mâzur buyur yâ Rabbî!" demek istiyorum. Yoksa O'na lâyık bir ibâdeti
kim yapabilir?" buyurdu.
Hüsâmeddîn Çelebi anlatır:
"Mevlânâ hazretlerinin son günüydü. Fevkalâde yiğit bir delikanlının, hocam
Mevlânâ'nın bulunduğu yerde belirdiğini gördüm. Mevlânâ, kalkıp bu delikanlıyı
karşılayarak, bana; "Döşeği kaldırın." buyurdu. Ben hayret ettim. Çünkü hocam
hasta idi. O delikanlının yanına varıp; "Siz kimsiniz ki, hocam hasta yatağından
kalkarak sizi karşıladı?" diye sordum. O da; "Ben Azrâil'im. Rabbimizin emrini
yerine getirmek, Mevlânâ'yı öbür âleme dâvet etmek için geldim." dedi. Mevlânâ
da; "Rabbimiz, beni kendi hazretine dâvet ediyor. Artık gitmek zamânıdır. Yâ
Azrâil! Çabuk ol! Beni Rabbime çabuk kavuştur!" deyip Kelime-i şehâdet getirdi.
Cemâziyelâhirin beşine rastlayan Pazar günü ikindi vaktinde fânî hayâta
gözlerini yumdu."
Mevlânâ hazretleri vefât
edince, İmâm-ı İhtiyârüddîn gasl eyleyip yıkadı. Gasl ânında gördüklerini şöyle
anlattı: "Mevlânâ'nın mübârek cesedini yıkamaya başlayınca, üzerime öyle bir
ayrılık acısı çöktü ki ağlamaktan kendimi alamadım. Yıkamak şöyle dursun, zerre
kadar hareket etmeye kâdir olamadım. Yüzümü yüzüne dayayıp ağladım.
Yardımcılarım hiç ses çıkarmıyor, bana mâni olmuyorlardı. Bir ara dayanamadım.
Vücûduna sarılarak ağlamak istedim. O anda Mevlânâ'nın eli bileğimi sıkıca
tuttu. Korkumdan aklım başımdan gitti. Bayılmışım. Kulağıma uğultu hâlinde,
sâhibini göremediğim sesler geliyordu; "Nûr, nûra karıştı. Âşık, Mâşuka kavuştu.
Bunda endişe edecek bir şey yoktur. Çünkü, Allahü teâlânın velî kulları için,
hiçbir korku yoktur ve onlar mahzûn da olmazlar. Müminler ölmezler, belki fânî
âlemden, sonsuz âleme naklolunurlar." Bu sözler beni kendime getirdi."
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Celâleddîn Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında
meşhûr seyyah ve âlim İbn-i Battûta, Seyahatnâme'sinde anlatır: "Çin
taraflarında Celâleddîn Tebrîzî hazretlerinin ziyâretine gittim. Onun ikâmet
ettiği yere iki gün mesâfe kala, talebelerine misâfir oldum. Akşamleyin bana,
nereden gelip nereye gittiğimi sordular. Onlara; "Ben Acem memleketinden gelip,
Çin memleketine Celâleddîn hazretlerinin ziyâretine gidiyorum." deyince, onlar
da onun talebeleri olduklarını söylediler. Bana; "Her gece yatsı namazından
sonra Celâleddîn hazretleri yanımıza gelir, bir saat yanımızda kalır ve ondan
sonra gider." dediler. Ben bu hâle çok sevindim ve hakîkaten yatsı namazından
sonra talebeler bir telâş içine girdiler ve Celâleddîn hazretleri geldi. Biz
orada onunla müşerref olduk, bir saat sohbet ettiler ve kalkıp gittiler. Sabah
olunca, ben yine onun bulunduğu dağ köyüne hareket ettim. Yanına vardığım zaman
elini öptüm. Benim memleketimi suâl ettiler. Acemistan olduğunu söyledim. Sonra
şehrimi suâl etti. Bulunduğum şehri de ona söyledim. Sonra talebelerine; "Bu,
benim bir Arab misâfirimdir. Ona çok izzet ve ikrâmda bulunun." buyurdu. Ben de;
"Efendim! Ben Arab değilim, ben Acemim." dedim. Bana; "Yâ İbn-i Battûta! Senin
falan deden Bağdât'tan oraya gitmiştir. Onun için senin aslın Arabdır. Ben de
ona istinâden size Arab dedim." buyurdu. Daha önce, benim öyle bir şeyden
haberim yoktu. Memleketime döndükten sonra araştırdım. Baktım, hakîkaten o
hazretin buyurduğu gibi dedem, Bağdât'tan oraya hicret etmiş ve bizim esas
soyumuz Arab imiş.
Celâleddîn Tebrîzî
Bedâyin şehrine vardığı sıralardaydı. Birgün evin önünde otururken, sokakta bir
yoğurtçu göründü. O, yoğurt satmak behânesiyle eşkıyâlık yapıp milleti soyan bir
adamdı. Celâleddîn-i Tebrîzî, ona acıdı. Merhametinden keskin nazarlarla bakıp;
"Muhammed aleyhisselâmın dîninde, böyle adamlar da olur." buyurdu. Adam, hemen
tövbe etti. Şeyh, ismini Ali koydu. Evine gidip yüz bin gümüş getirdi.
Celâleddîn Tebrîzî hediyesini kabûl etti ve buyurdu ki: "Bu gümüşleri yine sen
sakla, söylediğimiz yere harcarsın." Vel-hâsıl bu gümüşleri herkese, her
muhtâca, verdiriyordu. Kimine yüz, kimine elli, kimine daha az, kimine daha çok
verin diyordu. En az verdiği beş gümüş idi. Bu dağıtma işi bir müddet devâm
etti. Bütün gümüşleri verdi. Sâdece bir gümüş kaldı. Tövbekâr olan bu talebesi,
bundan sonrasını şöyle anlatır: Kalbimden; "Bende bir gümüş kaldı. Hocamın en az
ikrâmı ise beş gümüştür, bir kimseye daha verin derse, ben ne yapacağım." diye
düşünüyordum. Böyle düşünürken, bir dilenci çıka geldi. Şeyh bana: "Bir gümüşü
de ona ver." buyurdular.
Osmanlı âlimi ve büyük
devlet adamı Celâlzâde Mustafa Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır:
Hikâye; Sâlihlerden birisi vefât etmişti. Cenâzesini sabahleyin kaldırmalarına
rağmen, çok kalabalık olduğundan, ancak ikindiden sonra defnedilebilmişti. O
beldenin sâlihlerinden birisi, defnedilen zâtı rüyâsında görüp, ne hâlde
olduğunu sordu. O da şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâ beni af ve mağfiret
eyledi. Pekçok ihsânlarda bulundu. Fakat çok çetin hesap verdim. Çünkü bir gün
oruçlu idim. Bir arkadaşımın anbarının önünde oturdum. İftar zamânı gelince o
anbardan bir buğday tânesi alıp, ikiye böldüm. Tam yiyeceğim sırada, benim
olmadığını düşünerek, iki parça buğdayı tekrar yerine koydum. Bu sebeple,
kırdığım o bir tâne buğday yüzünden sevaplarımdan alıp, o buğdayın sâhibine
verdiler."
İslâm âlimlerinden ve
evliyânın büyüklerinden Seyyid Cemâleddîn Ezherî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) traş olmak üzere bir berber dükkânına gidip, orada boş olan başberberin
sandalyesine oturdu. Berber tam traş edeceği zaman, zengin bir müşteri geldi.
Seyyid hazretleri fakir görünüşlü olduğu için, berber onu bırakıp, yeni gelen
müşteriyi traş etmeye başladı. Seyyid hazretleri birşey söylemeyip bekledi. O
kimsenin traşı bitip, berber hazret-i Seyyid'i traş etmeye başlayınca, önceki
gibi, zengin bir müşteri daha geldi. Berber yine traşı bırakıp, yeni gelen
kimseyi traş etti. Bu hâl üç defâ tekrarlanınca, Seyyid hazretlerinin gayretine
dokundu. Bunların paraya düşkün olduklarını, insanlara ona göre muâmele
ettiklerini düşünüp üzüldü. Ortada bulunan biley taşına; "Ey taş! Altın ol ki,
bu kimsenin gözü doysun ve gönlü zengin olsun." buyurdu. O taş, Allahü teâlânın
izni ile o anda som altın hâline dönüştü. O altını alıp, hayretler içinde kalan
berberin avcuna koydu. Berber bunun velîlerden olduğunu ve ona karşı büyük hatâ
ettiğini anlayıp, çok üzüldü. Pişmân oldu. "Efendim! Özür dileriz. Sizi
tanıyamadık. Sizi üzdük. Bizi affedip, hakkınızı helal ediniz." dedi. Seyyid
hazretleri buna cevâben; "Ben hakkımı helâl ettim. Ama sakın ola ki bir daha,
zengin biri geldi diye, traşına başladığın birini bırakıp da yeni gelen kimseye
gitme. Bir kimsenin gönlünü almak, birçok altın almaktan daha kıymetlidir.
Fakirleri de hor görme. Senin, fakir görünüşlü olduğu için hakîr gördüğün o
kimse, Allahü teâlânın, hürmetine taşı altına çevirdiği makbûl ve velî bir kulu
olabilir. Böylece sen de, gelip geçici olan bir parça altın için, o makbûl zât
hürmetine kavuşacağın hakîkî ve ebedî birçok nîmetten mahrûm olabilirsin." diye
nasîhat edip, oradan ayrıldı. Berber ise, yaptığına çok pişmân olup, mahcub bir
şekilde Seyyid hazretlerinin arkasından bakakaldı.
Evliyâ hanımlardan
Cevhere Berâsiyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretleri hakkında, Hakim bin
Câfer şöyle anlatır: "Bir gün Ebû Abdullah'ın evine gittim. Kuru bir yer üzerine
oturmuştu. Daha önceleri geldiğimde altında bir minder, döşek görürdüm. Lâkin bu
defâ altındaki döşek yoktu. Ona; "Ey Ebû Abdullah! Daha önceleri oturduğun
minderi ne yaptın. Şimdi kuru bir yer üzerine oturmuşsun? dedim. Bunun üzerine
o; "Dün gece Cevhere Hâtun beni uyandırdı ve bana; "Ey efendi! Şu
hadîs-i şerîfi duymadın mı? "Yer, Âdemoğlu için; Ey insanoğlu benimle aranda
sâdece bir perde var. Yarın ise benim altımda (içimde) olursun." "Ben de evet
öyledir dedim. Bana; "Öyleyse bu yaygıyı kaldır. Artık ona ihtiyâcımız yok."
dedi. Ben de o yaygıyı kaldırdım.
Fas'ta yetişen velîlerden ve
hâdîs âlimi Muhammed Cezûlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
kabrinin bulunduğu belde küffâr eline geçince, talebesinin talebesi, hocamızı
orada bırakmıyalım diyerek kabrini açtırdı. Aradan yetmiş sene geçmesine rağmen,
mübârek bedeninin nasıl defnedilmiş ise o hâlde olduğunu gördüler. Onu
sevenlerden birisi, Muhammed Cezûlî'nin alnına parmağını bastırdı. Alnındaki kan
dağıldı. Parmağını kaldırınca, yine toplandı. Sanki canlı idi. Oradan mübârek
bedenini alıp, Merrâkûş'a getirip defnettiler. Kabrinin üzerine bir de türbe
yaptırdılar.
Konya'da yetişen evliyânın
büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) dostlarıyla
birlikte bir gün bağa gitmişti. Orada dostlarına nasîhat ederken bir kimse
gelip; "Efendim! Mevlânâ hazretlerinin türbesinin üzerindeki alem düştü. Bir
türlü yerine konulamadı." dedi. Bunu işiten Çelebi Hüsâmeddîn çok üzüldü.
Yüzlerinin rengi bembeyaz oldu. Onun fevkalâde üzüldüğünü gören dostları, bu
kadar üzüntünün sebebini sordular. O da; "Mübârek hocamız Mevlânâ'nın
yakınlarından biri vefât edeceği zaman bu gibi işâretler meydana gelmektedir.
Şimdi ise kubbenin üzerindeki alem yıkılmış. Bundan, yakınlarından büyük birinin
vefât edeceği anlaşılmaktadır. Hesaplayınız, hocamız vefât edeli kaç sene oldu?"
Onlar da; "On yıl oldu." dediler. Bunun üzerine; "Beni eve götürünüz. Vefât
edecek olan bu fakîrdir. Artık bizim de ömrümüz bitmiştir." dedi. Çelebi
Hüsâmeddîn'i hemen eve götürdüler. Alemin yerine konmasını Hasta olduğu günler
Mevlânâ'nın oğlu Sultan Veled sık sık ziyâretine gelirdi. Bir gün üzüntüsünü
bildiren şu sözleri söyledi: "Babamın vefâtından sonra, hepimizi kanatlarınız
altına aldınız. Sizin zamânınızda hiçbir dert ve keder çekmeden huzûr içinde
yaşayıp gidiyorduk. Sizden sonra hepimiz büyük bir ızdırâba düşeceğiz. Sizi
kaybedince, biz kiminle dostluk kurup, kiminle görüşürüz?" Sonra kendini
tutamayıp ağlamaya başladı. Çelebi Hüsâmeddîn bu hâle dayanamayıp buyurdu ki:
"Ey mübârek hocamın oğlu Sultan Veled! Benim vefâtımdan sonra bir müşkilât ile
karşılaşırsanız, bana tevessül ediniz! Eğer beni vâsıta yaparsanız, ben de
Allahü teâlâya yalvarır, müşkilâtınızın halli için duâ ederim. Biiznillah duâmız
reddolunmaz."
Mevlânâ hazretlerinin
türbesinin aleminin yerine konulduğunu 1284 (H. 683) senesi Kasım ayının üçüne
rastlayan Cumâ günü kendisine haber verdiler. Hüsâmeddîn Çelebi buna çok sevindi
ve; "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resûlühü"
diyerek rûhunu teslîm etti. Hocasının türbesinin içine defnedildi.
Çorum velîlerinden Çerkez
Şeyhi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini çok seven Kürevî Hâfız Mustafa
Efendi isminde bir zât vardı. Çerkez Şeyhi ona, kısa boylu ve çok şişman olduğu
için Kürevî lakabını takmıştı. Bu zât her hafta hocasını ziyârete gelir ve
evinde yapılan yoğurttan bir tas getirirdi. Bir hafta yine hanımına; "Bugün
yoğurt çal da hocamı ziyârete gideyim." dedi. O gün çamaşır hazırlığında olan
hanımı; "Yarın da süt götürüver. Ölmezsin ya." dedi. Hâfız Efendi de sütü alıp
hocasının evine gitti. Sıkıntı ile içeri girdi ve sütü hizmetçilere verdi. Biraz
üzüntülü olarak hocasının yanına girdi. Çerkez Şeyhi onu kucaklayarak; "Kürevî
mesele süt, yoğurt değil, dostluktur dostluk." diyerek gönlünü aldı.
Hindistan'da yetişen
çeştiyye yolunun büyük velîlerinden Nasîruddîn Mahmûd Çırağ-ı Dehli (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine Çırağ lakabının verilmesi şöyle anlatılır:
Nizâmüddîn Evliyâ'nın dergâhında, birçok ileri gelen âlim toplanmıştı.
Nasîruddîn Mahmûd, toplantıya biraz geç gelmişti. Nizâmüddîn Evliyâ ona yer
göstererek, oturmasını söyledi. Nasîrüddîn Mahmûd ise; "Efendim, oturursam, bu
muhterem cemâate sırtımı dönmüş olurum." dedi. Bunun üzerine Nizâmüddîn Evliyâ;
"Çırağın ve kandilin önü, ardı yoktur." buyurdu. Yâni lambanın ne yüzü, ne de
arkası vardır. O, ışıklarını her yöne saçar, ondan sonra Nasîruddîn Mahmûd bütün
talebeler arasında "Çırağ" adıyla anıldı ve bu lakab ile meşhûr oldu.
Diğer bir rivâyet ise
şöyledir: "Nizâmüddîn Evliyâ'nın dergâhının su ihtiyâcını karşılayacak bir
sarnıç inşâ edilmekte idi. Gece yapılan bu işi aksatmak için, Sultan Gıyâsüddîn
Tuğluk, yağ gönderilmesini durdurdu. Bunun üzerine Nizâmüddîn Evliyâ'nın emri
ile Nasîruddîn Mahmûd dereden su getirip, kandillere koydu. Su, yağ gibi yandı.
Bundan sonra ona Çırağ lakabı verildi." |
|