MENKIBELER (B)
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında şöyle anlattı:
Bizim rûhumuzu, semâlara götürdüler. Cennet'i, Cehennem'i gösterdiler. Hiçbir
şeye bakmadım. Hep Allahü teâlâyı düşünüyordum. Nice makâmlardan geçirdiler.
Nihâyet ezeliyyet ağacını gördüm. Sonra; "Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni
benliğimden kurtar." diye yalvardım. Bana bildirildi ki: "Ey Bâyezîd!
Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili Peygamberime tâbi olmana bağlıdır.
O'nun ayağının tozunu, gözüne sürme yap. O'nun bildirdiği hükümlere uymaya devâm
et. (Tasavvuf ehli arasında bu menkıbeye Bâyezîd'in mîrâcı denir.)
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebelerinden Emîr Hüseyin şöyle anlatmıştır: "Benim evim Kasr-ı Ârifân'da
idi. Yirmi yaşına kadar çiftçilik ile uğraştım. Namazdan ve niyâzdan uzak idim.
Yiyip içip yatmaktan başka işim yoktu. Tam gençlik cehâleti içinde idim.
Behâeddîn Buhârî hazretleri câmiye giderken, gelip geçtikçe beni görüp tebessüm
ederdi. Nihâyet bir gece rüyâmda Behâeddîn Buhârî hazretlerini gördüm. Mübârek
elinde bir ayna vardı. Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gördüm.
Uyanınca, beni bambaşka hâller kaplamıştı. Âniden Behâeddîn Buhârî hazretleri
evime geldi. Bana dedi ki; "Aynayı sana kim verdi?" "Siz verdiniz efendim."
dedim. "Niçin namaz kılıp, Kur'ân-ı kerîm okumazsın?" buyurdu. "Kur'ân-ı kerîm
okumayı bilmiyorum." dedim. "Ben sana namazı ve Kur'ân-ı kerîmi öğretirim."
buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip, terbiye etti. Pekçok ihsâna ve nîmete
gark etti."
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn
Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri anlatır: "Merv'de, Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin huzûrunda idim. Buhârâ'daki ehlimi, akrâbamı görmeyi çok
arzûladım. Kardeşim Şemsüddîn'in vefât haberi geldi. Hazret-i Hâce'den izin
istemeğe cesâret edemedim. Yakınlarından olan Emîr Hüseyin'e, bana izin almasını
ricâ ettim. Cumâ namazını kılıp mescidden çıkınca, Emîr Hüseyin, kardeşimin ölüm
haberini hazret-i Hâce'ye arz etti. "Bu nasıl haberdir! Onun kardeşi sağdır.
Onun kokusunu alıyorum, hem de pek yakından." buyurdu. Sözleri biter bitmez,
kardeşim Buhârâ'dan çıkageldi. Behâeddîn Buhârî'ye selâm verdi. Bunun üzerine
hocam; "Ey Emîr Hüseyin! İşte Şemsüddîn." buyurdu.
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn
Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri anlatır: "Hâce hazretlerini sevmem ve
sohbetinde bulunmamın sebebi şudur: Bir gün Buhârâ'da dükkânımda idim. Gelip
dükkânıma oturdu ve Bâyezîd-i Bistâmî'nin bâzı menkıbelerini anlatmağa başladı.
Anlattığı menkıbelerden biri şu idi: "Bâyezîd-i Bistâmî buyurdu ki: "Elbisemin
eteğine bir kimse dokunsa, bana âşık olur ve ardımdan yürür." Ve sonra buyurdu
ki: "Eğer kaftanımın kolunu hareket ettirsem, Buhârâ'nın büyükleri, küçükleri
bana âşık ve hayran olup, ev ve dükkânlarını bırakarak bana tâbi olurlar." O
sırada elini yeni üzerine koydu. O anda gözüm yenine daldı. Beni bir hâl
kapladı. Kendimi kaybettim. Uzun zaman öyle kalmışım. Kendime gelince, muhabbeti
beni kapladı. Ev ve dükkânı terk edip, hizmetini canıma minnet bildim."
Buhârâ'da yetişen hadîs
âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Behâeddîn Kışlakî hazretleri,
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini daha
ilk gördüğünde; "Sen öyle yükseklerde uçacak bir kuşsun ki, bu yolda senin
arkadaşın ve uçuş yoldaşın Ârif Dikgerânî olsa gerektir." dedi. Bu söz üzerine
Şâh-ı Nakşibend, Mevlânâ Ârif'i bir an evvel görmek iştiyâk ve arzûsuyla yanmaya
başladı. Onun bu hâlini anlayan Kışlakî, Behâüddîn-i Buhârî'ye; "Gönlün Mevlânâ
Ârif'i çok çekiyorsa, çağırayım gelsin." buyurdu. Vakit öğle vakti idi. Bu
sırada Ârif-i Dikgerânî hazretleri oraya iki buçuk günlük mesâfede bulunan
köyünde çiftini sürmüş öğle namazını da edâ ettikten sonra talebeleri ile sohbet
etmekte idi. Behâeddîn Kışlakî evinin damına çıkarak; "Ârif, Ârif, Ârif!" diye
üç defâ seslendi. Sesi Allahü teâlânın izni ile mekân duvarını aşıp Ârif-i
Dikgerânî hazretlerine ulaştı. Mevlânâ Ârif derhâl sohbeti kesip yanındakilere;
"Beni Mevlânâ Behâeddîn Kışlakî çağırıyor. Hemen gitmeliyim. Sizler evlerinize
dönebilirsiniz." dedi. Acele ile yola çıktı. Aralarında bulunan mesâfeyi bir
anda aldı. Kışlakî ile Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bulundukları yere geldi.
Behâeddîn-i Buhârî ile Ârif Dikgerânî'nin ilk karşılaşmaları, Kışlakî
hazretlerinin vâsıtası ile bu şekilde oldu.
Anadolu'da yetişen evliyâdan
Behrullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebesi Ahmed Efendi ile bir
gün dere kenarında oturuyorlardı. Talebesi kahve yapmakla meşguldü. Hocasına
doğru bakınca kucağında bir yılan gördü ve korktu. Sonra yılan, Behrullah
Efendinin kucağından inip gitti. Talebesinin merak içinde kaldığını fark edince;
"Cinnîlerden idi. Hasankale'den geliyor. Dersini verdim gitti." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
fıkıh âlimi Bekrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir defâsında
Mekke-i mükerremede talebesi Abdurrahim Şa'râvî ile mücâvir, komşu idiler.
Harem-i şerîfte, Bâb-ı İbrâhim denilen yerde oturdukları bir sırada, hizmetçisi
gelip, bâzı ihtiyaçlarını almak için para istedi. O sırada parası olmadığı için
hizmetçiye; "İnşâallah ben birazdan gönderirim." dedi. Sonra hizmetçi gitti.
Fakat tekrar gelip, ısrarlı bir şekilde para istedi. Muhammed Bekrî önceki gibi
cevap verdi. Fakat hizmetçi ısrarla para istiyordu. Hizmetçinin bu ısrârı
karşısında Muhammed Bekrî, Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek için kalktı. Talebesi
de onunla birlikte gitti. Muhammed Bekrî tavâf ederken şu sözleri söylüyordu:
"Yâ Rabbî! Bitkiler kurudu.
Onları lütfedeceğin yağmur ile sula. Bize yardım eyle. Çünkü biz, senin lütuf ve
ihsânını umuyoruz." Bir müddet sonra Hindistanlı bir zât, Muhammed Bekrî'nin
yanına gelerek, elini öptü. Cebinden, içerisinde bir mikdâr dinâr bulunan bir
kese çıkarıp verdi ve; "Efendim! Bu kese size hediyedir. Bunu, Hindistan Sultânı
gönderdi." dedi. Bunun üzerine Muhammed Bekrî bu ihsânından dolayı Allahü
teâlâya şükür secdesi yaptı. Sonra o keseyi hizmetçisine verdi. Hizmetçi
sevinçle ihtiyaçları karşılamak için çarşıya gitti.
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde, "Bir gün Bağdât'ta bir adam
gördüm. Bin kırbaç dayak yediği hâlde hiç sesini çıkarmadı. Sonra kendisini
cezâevine götürdüler. Peşini tâkib ettim ve niçin dövüldüğünü kendisinden
sordum. Bir kadına âşık olduğundan bu hâle düştüğünü söyledi. Bu kadar dayak
yediği hâlde neden ses çıkarmadığını sordum. Sevgilim bana bakıyordu, dedi.
Bunun üzerine kendisine; "Ya Allahü teâlânın seni devamlı gördüğünü bilseydin
hâlin nice olurdu?" dediğimde, hemen haykırarak yere düştü ve öldü." buyurdu.
Gençliğimde Abadan'a
gitmiştim. Cüzzamlı ve kör bir adamla karşılaştım. Sarası tutmuş, karıncalar
vücûduna üşüşmüş etini yiyorlardı. Başını kaldırdım, kucağıma aldım, ayılıp,
kendisi ile konuşmayı bekledim. Ayılınca; "Benimle Rabbim arasına giren bu boş
adam kimdir? Rabbim beni parça parça yapsa, benim O'na ancak sevgim artar."
dedi. Bundan sonra artık kul ile Allah arasında gördüğüm hiç bir hikmeti merak
edip de, niçin böyle oluyor? demedim."
"Bir gün evime girince bir
zât ile karşılaştım. İzinsiz, evime nasıl girersin, sen kimsin dediğimde; "Ben
kardeşin Hızır'ım." dedi. Bana duâ et deyince, O; "Allah'ım! İbâdette
bulunmasını buna kolaylaştır." diye duâ etti. Biraz daha duâ et dedim.
"Allah'ım! İbâdetinin gizli kalmasını buna nasîb eyle." dedi.
Adamın biri elinde bıçak ile
bir kadına musallat oldu. Güçlü olduğu için kimse adama engel olamıyordu. Kadın
çırpınıp duruyordu. Bu esnâda Bişr-i Hâfî rahmetullahi aleyh oradan geçmekte
idi. Adama iyice yaklaşıp bir şey söyledi. Adam birden yere düştü. Kadın
kurtuldu. Etrâfındakiler adamın yanına gittiler ve adamın zor nefes aldığını
gördüler. Sana ne oldu diye sorulunca, adam; "Bilmiyorum, ihtiyar zât bana;
"Senin bu yaptığını Allahü teâlâ görüyor." deyince, ayaklarımın bağı çözüldü ve
gördüğünüz gibi yere düştüm. Bu zât kimdir?" dedi. Bişr-i Hâfî'dir dediler.
Bunun üzerine adam; "Eyvâh ben onu bir daha nasıl göreceğim." dedi ve kuvvetli
bir sıtma hastalığına yakalanarak kısa bir zaman içinde öldü.
Bişr-i Hâfî hazretleri bir
gün kabristandan geçiyordu. Mezardakilerin hallerini Allahü teâlâ gösterdi.
Mezarları üzerinde bir şeyi paylaşıyorlardı. "Yâ Rabbî! Bunların ne yaptıklarını
bana bildir." dedi. Git, kendilerine sor diye bir ses duydu. Gitti sordu. Bir
hafta önce, bir kimse üç İhlâs-ı şerîf okuyup bize gönderdi. O günden beri onun
sevâbını taksim etmeye çalışıyoruz, henüz bitiremedik." dediler.
Hasan Hayyât anlatır: Bir
gün Bişr-i Hâfî'nin yanında idim. Birkaç kişi gelip, Bişr-i Hâfî'ye selâm verdi.
Bişr-i Hâfî onlara siz kimsiniz deyince; "Biz Şam'dan geliyoruz, hacca
gidiyoruz. Duânızı almak için size uğradık." dediler. Bişr-i Hâfî onlara; "Allahü
teâlâ sizden râzı olsun." dedi. Onlar; "Bizimle hacca gelmek istemez misin?"
diye sorunca; onlara; "Üç şartla: Yanımızda bir şey taşımayacağız, hiç kimseden
bir şey istemeyeceğiz, eğer birisi bize bir şey verirse kabûl etmeyeceğiz."
dedi. Onlar; "Yanımızda bir şey taşımamaya evet! Kimseden bir şey istememeye de
evet! Fakat bize verileni kabûl etmemeye gelince, buna gücümüz yetmez." dediler.
Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; "Siz Allahü teâlâya değil, hacıların azığına
güvenerek yola çıkmışsınız." buyurdular.
Bişr-i Hâfî hazretleri ilim,
irfân ve fazîlet sâhibi olup, güzel ahlâklı idi. Onun üstünlüğünü herkes kabûl
ederdi, hâlleri ve yaşayışı ile ilgili olarak Abbâs bin Dehkam diyor ki:
"Dünyâya geldiği gibi ölen tek insan Bişr-i Hâfî'dir. Dünyâya malsız geldi ve
malı olmadan gitti. Ölüm döşeğine yattığı sırada biri gelerek ondan bir şey
istedi. Onun bir gömleği vardı. Onu da çıkardı, dilenciye verdi ve bir başka
kimseden ödünç gömlek aldı ve o şekilde öldü. Yâni ölünce bir gömleği de yoktu.
Gömleksiz geldi, gömleksiz gitti."
Bişr-i Hâfî hazretleri'nin
üstünlüğünü, âlimler, velîler kabûl ettiği gibi, diğer insanlar ve hattâ
hayvanlar bile kabûl ederdi. O Bağdât'a geldikten sonra hayvanlar sokakları
kirletmez oldu. Çünkü Bişr-i Hâfî hazretleri sokaklarda yalınayak geziyordu.
Bağdât halkından biri bir gece hayvanıyla Bağdât sokaklarında giderken, hayvanın
sokağı kirletmesi üzerine; "Eyvah Bişr-i Hâfî öldü." diyerek üzüldü. Araştırıp
öğrendi ki hakîkaten Bişr-i Hâfî vefât edip, Allahü teâlânın rahmetine
kavuşmuştu.
Hadîs-i şerîf âlimlerinin en
büyüklerinden ve velîlerden İmâm-ı Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri hakkında Nasr bin Hasan es-Semerkandî anlatır: "1071 senesi
yağmursuzluk yüzünden Semerkant'ta büyük bir kıtlık oldu. Halk bir kaç defâ
yağmur duâsına çıktıysa da yağmadı. O civarda yaşayan sâlih bir zât, Semerkant
kâdısına gelerek; "Bir rüyâ gördüm size arz edeyim mi?" dedi. Kâdı "Anlat
dinleyelim." dedi. Adam; "Gördüm ki sen önden, halk arkandan Semerkant'tan
çıkıyorsunuz ve İmâm-ı Buhârî hazretlerinin mezarı başında duâ
ediyorsunuz." dedi ve olur ki cenâb-ı Hak bu sebepten bize yağmur gönderir."
diye de ilâve etti. Buna karşılık kâdı; "Ne güzel rüyâ görmüşsün." dedi. Daha
sonra Kâdı efendi önden halk arkadan Hartenk'e doğru yola çıktılar. İmâm-ı
Buhârî hazretlerinin kabrine gelince gönülden duâ ettiler. Kimisi gözyaşları
döktü ve onun hürmetine Allahü teâlâdan rahmet dilediler. Duâdan az zaman sonra
yağmur yağmaya başladı. Öyle yağmur yağdı ki yedi gün Hartenk'te beklemek
zorunda kaldılar. Semerkant'a gidemediler. |