CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

MENKIBELER (B)

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında şöyle anlattı: Bizim rûhumuzu, semâlara götürdüler. Cennet'i, Cehennem'i gösterdiler. Hiçbir şeye bakmadım. Hep Allahü teâlâyı düşünüyordum. Nice makâmlardan geçirdiler. Nihâyet ezeliyyet ağacını gördüm. Sonra; "Yâ Rabbî! Sana gelebilmem için beni benliğimden kurtar." diye yalvardım. Bana bildirildi ki: "Ey Bâyezîd! Benliğinden kurtulup bana yaklaşman, Sevgili Peygamberime tâbi olmana bağlıdır. O'nun ayağının tozunu, gözüne sürme yap. O'nun bildirdiği hükümlere uymaya devâm et. (Tasavvuf ehli arasında bu menkıbeye Bâyezîd'in mîrâcı denir.)

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Emîr Hüseyin  şöyle anlatmıştır: "Benim evim Kasr-ı Ârifân'da idi. Yirmi yaşına kadar çiftçilik ile uğraştım. Namazdan ve niyâzdan uzak idim. Yiyip içip yatmaktan başka işim yoktu. Tam gençlik cehâleti içinde idim. Behâeddîn Buhârî hazretleri câmiye giderken, gelip geçtikçe beni görüp tebessüm ederdi. Nihâyet bir gece rüyâmda Behâeddîn Buhârî hazretlerini gördüm. Mübârek elinde bir ayna vardı. Aynayı bana verdi. Aynaya baktım, kendimi gördüm. Uyanınca, beni bambaşka hâller kaplamıştı. Âniden Behâeddîn Buhârî hazretleri evime geldi. Bana dedi ki; "Aynayı sana kim verdi?" "Siz verdiniz efendim." dedim. "Niçin namaz kılıp, Kur'ân-ı kerîm okumazsın?" buyurdu.  "Kur'ân-ı kerîm okumayı bilmiyorum." dedim. "Ben sana namazı ve Kur'ân-ı kerîmi öğretirim." buyurdu. Bundan sonra beni yetiştirip, terbiye etti. Pekçok ihsâna ve nîmete gark etti."

Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri anlatır: "Merv'de, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzûrunda idim. Buhârâ'daki ehlimi, akrâbamı görmeyi çok arzûladım. Kardeşim Şemsüddîn'in vefât haberi geldi. Hazret-i Hâce'den izin istemeğe cesâret edemedim. Yakınlarından olan Emîr Hüseyin'e, bana izin almasını ricâ ettim. Cumâ namazını kılıp mescidden çıkınca, Emîr Hüseyin, kardeşimin ölüm haberini hazret-i Hâce'ye arz etti. "Bu nasıl haberdir! Onun kardeşi sağdır. Onun kokusunu alıyorum, hem de pek yakından." buyurdu. Sözleri biter bitmez, kardeşim Buhârâ'dan çıkageldi. Behâeddîn Buhârî'ye selâm verdi. Bunun üzerine hocam; "Ey Emîr Hüseyin! İşte Şemsüddîn." buyurdu.

Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretlerinin talebelerinden biri anlatır: "Hâce hazretlerini sevmem ve sohbetinde bulunmamın sebebi şudur: Bir gün Buhârâ'da dükkânımda idim. Gelip dükkânıma oturdu ve Bâyezîd-i Bistâmî'nin bâzı menkıbelerini anlatmağa başladı. Anlattığı menkıbelerden biri şu idi: "Bâyezîd-i Bistâmî buyurdu ki: "Elbisemin eteğine bir kimse dokunsa, bana âşık olur ve ardımdan yürür." Ve sonra buyurdu ki: "Eğer kaftanımın kolunu hareket ettirsem, Buhârâ'nın büyükleri, küçükleri bana âşık ve hayran olup, ev ve dükkânlarını bırakarak bana tâbi olurlar." O sırada elini yeni üzerine koydu. O anda gözüm yenine daldı. Beni bir hâl kapladı. Kendimi kaybettim. Uzun zaman öyle kalmışım. Kendime gelince, muhabbeti beni kapladı. Ev ve dükkânı terk edip, hizmetini canıma minnet bildim."

Buhârâ'da yetişen hadîs âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Behâeddîn Kışlakî hazretleri, Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini daha ilk gördüğünde; "Sen öyle yükseklerde uçacak bir kuşsun ki, bu yolda senin arkadaşın ve uçuş yoldaşın Ârif Dikgerânî olsa gerektir." dedi. Bu söz üzerine Şâh-ı Nakşibend, Mevlânâ Ârif'i bir an evvel görmek iştiyâk ve arzûsuyla yanmaya başladı. Onun bu hâlini anlayan Kışlakî, Behâüddîn-i Buhârî'ye; "Gönlün Mevlânâ Ârif'i çok çekiyorsa, çağırayım gelsin." buyurdu. Vakit öğle vakti idi. Bu sırada Ârif-i Dikgerânî hazretleri oraya iki buçuk günlük mesâfede bulunan köyünde çiftini sürmüş öğle namazını da edâ ettikten sonra talebeleri ile sohbet etmekte idi. Behâeddîn Kışlakî evinin damına çıkarak; "Ârif, Ârif, Ârif!" diye üç defâ seslendi. Sesi Allahü teâlânın izni ile mekân duvarını aşıp Ârif-i Dikgerânî hazretlerine ulaştı. Mevlânâ Ârif derhâl sohbeti kesip yanındakilere; "Beni Mevlânâ Behâeddîn Kışlakî çağırıyor. Hemen gitmeliyim. Sizler evlerinize dönebilirsiniz." dedi. Acele ile yola çıktı. Aralarında bulunan mesâfeyi bir anda aldı. Kışlakî ile Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin bulundukları yere geldi. Behâeddîn-i Buhârî ile Ârif Dikgerânî'nin ilk karşılaşmaları, Kışlakî hazretlerinin vâsıtası ile bu şekilde oldu.

Anadolu'da yetişen evliyâdan Behrullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebesi Ahmed Efendi ile bir gün dere kenarında oturuyorlardı. Talebesi kahve yapmakla meşguldü. Hocasına doğru bakınca kucağında bir yılan gördü ve korktu. Sonra yılan, Behrullah Efendinin kucağından inip gitti. Talebesinin merak içinde kaldığını fark edince; "Cinnîlerden idi. Hasankale'den geliyor. Dersini verdim gitti." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden fıkıh âlimi Bekrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir defâsında Mekke-i mükerremede talebesi Abdurrahim Şa'râvî ile mücâvir, komşu idiler. Harem-i şerîfte, Bâb-ı İbrâhim denilen yerde oturdukları bir sırada, hizmetçisi gelip, bâzı ihtiyaçlarını almak için para istedi. O sırada parası olmadığı için hizmetçiye; "İnşâallah ben birazdan gönderirim." dedi. Sonra hizmetçi gitti. Fakat tekrar gelip, ısrarlı bir şekilde para istedi. Muhammed Bekrî önceki gibi cevap verdi. Fakat hizmetçi ısrarla para istiyordu. Hizmetçinin bu ısrârı karşısında Muhammed Bekrî, Kâbe-i muazzamayı tavâf etmek için kalktı. Talebesi de onunla birlikte gitti. Muhammed Bekrî tavâf ederken şu sözleri söylüyordu:

"Yâ Rabbî! Bitkiler kurudu. Onları lütfedeceğin yağmur ile sula. Bize yardım eyle. Çünkü biz, senin lütuf ve ihsânını umuyoruz." Bir müddet sonra Hindistanlı bir zât, Muhammed Bekrî'nin yanına gelerek, elini öptü. Cebinden, içerisinde bir mikdâr dinâr bulunan bir kese çıkarıp verdi ve; "Efendim! Bu kese size hediyedir. Bunu, Hindistan Sultânı gönderdi." dedi. Bunun üzerine Muhammed Bekrî bu ihsânından dolayı Allahü teâlâya şükür secdesi yaptı. Sonra o keseyi hizmetçisine verdi. Hizmetçi sevinçle ihtiyaçları karşılamak için çarşıya gitti.

Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde, "Bir gün Bağdât'ta bir adam gördüm. Bin kırbaç dayak yediği hâlde hiç sesini çıkarmadı. Sonra kendisini cezâevine götürdüler. Peşini tâkib ettim ve niçin dövüldüğünü kendisinden sordum. Bir kadına âşık olduğundan bu hâle düştüğünü söyledi. Bu kadar dayak yediği hâlde neden ses çıkarmadığını sordum. Sevgilim bana bakıyordu, dedi. Bunun üzerine kendisine; "Ya Allahü teâlânın seni devamlı gördüğünü bilseydin hâlin nice olurdu?" dediğimde, hemen haykırarak yere düştü ve öldü." buyurdu.

Gençliğimde Abadan'a gitmiştim. Cüzzamlı ve kör bir adamla karşılaştım. Sarası tutmuş, karıncalar vücûduna üşüşmüş etini yiyorlardı. Başını kaldırdım, kucağıma aldım, ayılıp, kendisi ile konuşmayı bekledim. Ayılınca; "Benimle Rabbim arasına giren bu boş adam kimdir? Rabbim beni parça parça yapsa, benim O'na ancak sevgim artar." dedi. Bundan sonra artık kul ile Allah arasında gördüğüm hiç bir hikmeti merak edip de, niçin böyle oluyor? demedim."

"Bir gün evime girince bir zât ile karşılaştım. İzinsiz, evime nasıl girersin, sen kimsin dediğimde; "Ben kardeşin Hızır'ım." dedi. Bana duâ et deyince, O; "Allah'ım! İbâdette bulunmasını buna kolaylaştır." diye duâ etti. Biraz daha duâ et dedim. "Allah'ım! İbâdetinin gizli kalmasını buna nasîb eyle." dedi.

Adamın biri elinde bıçak ile bir kadına musallat oldu. Güçlü olduğu için kimse adama engel olamıyordu. Kadın çırpınıp duruyordu. Bu esnâda Bişr-i Hâfî rahmetullahi aleyh oradan geçmekte idi. Adama iyice yaklaşıp bir şey söyledi. Adam birden yere düştü. Kadın kurtuldu. Etrâfındakiler adamın yanına gittiler ve adamın zor nefes aldığını gördüler. Sana ne oldu diye sorulunca, adam; "Bilmiyorum, ihtiyar zât bana; "Senin bu yaptığını Allahü teâlâ görüyor." deyince, ayaklarımın bağı çözüldü ve gördüğünüz gibi yere düştüm. Bu zât kimdir?" dedi. Bişr-i Hâfî'dir dediler. Bunun üzerine adam; "Eyvâh ben onu bir daha nasıl göreceğim." dedi ve kuvvetli bir sıtma hastalığına yakalanarak kısa bir zaman içinde öldü.

Bişr-i Hâfî hazretleri bir gün kabristandan geçiyordu. Mezardakilerin hallerini Allahü teâlâ gösterdi. Mezarları üzerinde bir şeyi paylaşıyorlardı. "Yâ Rabbî! Bunların ne yaptıklarını bana bildir." dedi. Git, kendilerine sor diye bir ses duydu. Gitti sordu. Bir hafta önce, bir kimse üç İhlâs-ı şerîf okuyup bize gönderdi. O günden beri onun sevâbını taksim etmeye çalışıyoruz, henüz bitiremedik." dediler.

Hasan Hayyât anlatır: Bir gün Bişr-i Hâfî'nin yanında idim. Birkaç kişi gelip, Bişr-i Hâfî'ye selâm verdi. Bişr-i Hâfî onlara siz kimsiniz deyince; "Biz Şam'dan geliyoruz, hacca gidiyoruz. Duânızı almak için size uğradık." dediler. Bişr-i Hâfî onlara; "Allahü teâlâ sizden râzı olsun." dedi. Onlar; "Bizimle hacca gelmek istemez misin?" diye sorunca; onlara; "Üç şartla: Yanımızda bir şey taşımayacağız, hiç kimseden bir şey istemeyeceğiz, eğer birisi bize bir şey verirse kabûl etmeyeceğiz." dedi. Onlar; "Yanımızda bir şey taşımamaya evet! Kimseden bir şey istememeye de evet! Fakat bize verileni kabûl etmemeye gelince, buna gücümüz yetmez." dediler. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; "Siz Allahü teâlâya değil, hacıların azığına güvenerek yola çıkmışsınız." buyurdular.

Bişr-i Hâfî hazretleri ilim, irfân ve fazîlet sâhibi olup, güzel ahlâklı idi. Onun üstünlüğünü herkes kabûl ederdi, hâlleri ve yaşayışı ile ilgili olarak Abbâs bin Dehkam diyor ki: "Dünyâya geldiği gibi ölen tek insan Bişr-i Hâfî'dir. Dünyâya malsız geldi ve malı olmadan gitti. Ölüm döşeğine yattığı sırada biri gelerek ondan bir şey istedi. Onun bir gömleği vardı. Onu da çıkardı, dilenciye verdi ve bir başka kimseden ödünç gömlek aldı ve o şekilde öldü. Yâni ölünce bir gömleği de yoktu. Gömleksiz geldi, gömleksiz gitti."

Bişr-i Hâfî hazretleri'nin üstünlüğünü, âlimler, velîler kabûl ettiği gibi, diğer insanlar ve hattâ hayvanlar bile kabûl ederdi. O Bağdât'a geldikten sonra hayvanlar sokakları kirletmez oldu. Çünkü Bişr-i Hâfî hazretleri sokaklarda yalınayak geziyordu. Bağdât halkından biri bir gece hayvanıyla Bağdât sokaklarında giderken, hayvanın sokağı kirletmesi üzerine; "Eyvah Bişr-i Hâfî öldü." diyerek üzüldü. Araştırıp öğrendi ki hakîkaten Bişr-i Hâfî vefât edip, Allahü teâlânın rahmetine kavuşmuştu.

Hadîs-i şerîf âlimlerinin en büyüklerinden ve velîlerden İmâm-ı Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Nasr bin Hasan es-Semerkandî anlatır: "1071 senesi yağmursuzluk yüzünden Semerkant'ta büyük bir kıtlık oldu. Halk bir kaç defâ yağmur duâsına çıktıysa da yağmadı. O civarda yaşayan sâlih bir zât, Semerkant kâdısına gelerek; "Bir rüyâ gördüm size arz edeyim mi?" dedi. Kâdı "Anlat dinleyelim." dedi. Adam; "Gördüm ki sen önden, halk arkandan Semerkant'tan çıkıyorsunuz ve İmâm-ı Buhârî hazretlerinin mezarı başında duâ ediyorsunuz." dedi ve olur ki cenâb-ı Hak bu sebepten bize yağmur gönderir." diye de ilâve etti. Buna karşılık kâdı; "Ne güzel rüyâ görmüşsün." dedi. Daha sonra Kâdı efendi önden halk arkadan Hartenk'e doğru yola çıktılar. İmâm-ı Buhârî hazretlerinin kabrine gelince gönülden duâ ettiler. Kimisi gözyaşları döktü ve onun hürmetine Allahü teâlâdan rahmet dilediler. Duâdan az zaman sonra yağmur yağmaya başladı. Öyle yağmur yağdı ki yedi gün Hartenk'te beklemek zorunda kaldılar. Semerkant'a gidemediler.