MENKIBELER (A - 4)
Evliyânın meşhûrlarıdan
Ahmed Kuseyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tahsîli sırasında bir gün ders
bitince köyüne gitmek istedi. Ancak hava da sisli ve yağışlıydı. Bu yüzden
amcası gitmesine râzı olmadı. Fakat o gitmekte ısrar edince, geçeceği Kuseyr
Dağlarında yırtıcı hayvanlar bulunduğundan dikkatli olması için onu uyardı.
Ahmed Kuseyrî yola çıktıktan sonra amcası, içi bir türlü rahat etmediğinden
peşine düşüp uzaktan gizlice onu tâkib etti. Bir ara ağaçlık bir vâdide onu
gözden kaybetti. Sonra baktı ki bir kurdun sırtına binmiş neşeyle köyüne doğru
yol almakta. Hayretle bakakaldı. O vâdinin ismi Kurdderesi olarak kalmıştır.
Amcası onun bu hâlini Ahmed Kuseyrî'nin babası Şeyh Abdurrahmân'a anlatıp; "Ona
öğretecek ilmim kalmadı, başka bir hocaya gitsin." diyerek onun üstünlüğünü,
daha küçük yaşta kemâle erip, kerâmet sahibi olduğunu ifâde etti.
Bir sene hac mevsimi
yaklaşırken, Ahmed-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gece rüyâsında
Fahr-i kâinât efendimizi gördü. Kendisine; "Ey Ahmed! Biz sana müştâkız, âşıkız."
buyurdu. Sabah olunca, Ahmed bin Mevdûd hazretleri, kendisine en yakın üç
kıymetli dostu ile yola çıkıp, Mekke-i mükerremeye vardı. Hac vazîfesini
yaptıktan sonra, Peygamber efendimizin mübârek kabr-i şerîflerini ziyâret için
Medîne-i münevvereye gitti. Peygamber efendimize olan aşkından dolayı, oradan
ayrılamadı. Devamlı ibâdet, tâat ve Allahü teâlâyı zikretmek ve Resûlullah
efendimize salevât-ı şerîfe getirmekle meşgûl oldu. Altı ay orada kaldı. Ahmed
bin Mevdûd hazretlerinin hâlini anlayamayan bâzı kimseler, onu Ravda-i mutahhera
etrâfından uzaklaştırmak istediler. Bu sırada Ravda-i mütahheradan şöyle bir ses
duyuldu ki: "Sakın bu kimseyi incitmeyiniz! O, bize müştâk ve cân atanlardandır.
Biz de ona müştâkız." diyordu. Orada bulunanların hepsi bu sözü duydular.
Şam evliyâsından olan
Ahmed Nahlâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Sâlihiyye, Meydân ve
Bâb-ı Tûmâ mahallelerinde oturan üç talebesi birgün bir araya gelmişlerdi.
Onlardan birisi, neşe ve sürûr ile ve diğerlerine güzel bir haber vermek için;
"Elhamdülillah dün akşam hocamız bize teşrif etti ve bizde kaldı." dedi.
Talebelerin ikincisi dedi ki: "Hayır. Hocamız dün akşam benim yanımdaydı."
Bunları hayretle dinleyen üçüncü talebe; "Sizin ikinizin söylediği de doğru
değil, Çünkü dün akşam hocamız benim yanımdaydı." dedi. Bundan sonra her üçü de
yemin ederek kendi sözlerinin doğru olduğunu iddiâ etti. Bunun üzerine
talebelerin hepsi, bu hâlin hocalarının bir kerâmeti olduğunu, evliyânın, Allahü
teâlânın izni ile bir anda çeşitli yerlerde görülebileceğini, buna benzer
menkıbelerin başka büyük zâtlardan da nakledildiğini, hepsinin söylediklerinin
doğru olduğunu anladılar.
Horasan'ın büyük
velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Büyüklerden Hâce Ebü'l-Kâsım isminde biri vardı. Malı da, hayrı da çoktu. Dâimâ
âlimlerin ve velîlerin hizmetlerinde bulunurdu. Geçmiş evliyânın kabirlerini
ziyâret eder, mübârek rûhâniyetlerinden feyz alırdı. Hikmet-i ilâhî başına öyle
bir hâl geldi ki, bütün malı elinden çıktı. Muhtaç bir hâle düştü. Kime
gideceğini bilemiyor, kimseden bir şey isteyemiyordu. Yaşlı ve zayıf olduğu
için, çalışıp kazanması da mümkün değildi.
Bir gün sıkıntılı şekilde
câmide oturuyordu. Yaşlı bir zât içeri girip iki rekat namaz kıldı. Sonra bir
köşede sıkıntılı ve üzüntülü bir hâlde oturan Ebü'l-Kâsım'ın yanına gelip selâm
verdi. Nûr yüzlü ve çok heybetli biriydi. Heybeti Ebü'l-Kâsım'ı kaplamıştı.
Selâma cevap verdi. Gelen zât; "Niçin sıkıntılı oturuyorsunuz?" dedi. O da,
içinde bulunduğu durumu anlattı. Gelen zât; "Ahmed bin Ali'yi (Ahmed Câmî'yi
tanır mısın?" dedi. Ebü'l-Kâsım; "Evet. Eski dostumdur." dedi. O zât; "Onun
yanına git. O, kerâmet sâhibi bir kimsedir. Senin derdine dermân olur." dedi.
Ebü'l-Kâsım, ertesi gün Ahmed Câmî hazretlerinin yanına gitti. Selâm verdi.
Ahmed Câmî selâmını alıp; "Ne haldesin?" buyurdu. O da hâlini anlattı. Ahmed
Câmî buyurdu ki: "Kaç gündür seni düşünüyordum. Başına bir iş gelmiş
olabileceğini tahmin etmiştim. Fakat sen hiç üzülme. İnşâallah, Allahü teâlâ
işini kolaylaştırır. Bir çâresi bulunur. Biz de duâ edelim."
Ahmed Câmî hazretlerinin bu
güzel sözleri, Hâce Ebü'l-Kâsım'ı rahatlatmıştı. Ertesi gün tekrar Ahmed
Câmî'nin huzûruna geldi. Ahmed Câmî onu görür görmez; "Allahü teâlâ senin işini
kolaylaştırdı. Senin bir günlük ihtiyacın ne kadardır?" diye sordu. O da, bir
günlük ihtiyâcına yetecek altın mikdârını söyledi. Ahmed Câmî hazretleri; "Senin
ihtiyâcını şu taşa havâle eylediler. Her gün gelir ihtiyâcın kadar altını oradan
alırsın." buyurdu. Hâce Ebü'l-Kâsım; "Peki efendim." deyip teşekkür etti ve o
taşın yanına gitti. Taşın altında bir mikdâr altın vardı. Onu aldı sonra, Ahmed
Câmî'nin huzûruna gidip; "Efendim! Mâlûmunuz olduğu gibi ben ihtiyarım.
Çocuklarım da var. Ben öldükten sonra onların hâlleri nice olur?" dedi. Bunun
üzerine; "Hıyânet etmemek şartı ile, oğullarından hangisi gelirse, o altını
alır." buyurdu.
Hâce Ebü'l-Kâsım, her gün
gider ihtiyacı kadar altını alırdı. Bu hal, vefâtına kadar devâm etti. Vefât
ettikten sonra uzun yıllar oğulları gelip oradan altın aldılar. İçlerinden biri
hıyânet edinceye kadar böyle devâm etti. Biri hıyânet edince bir daha o taşın
altında altın bulamadılar.
Bir zamanlar, Ahmed Câmî
hazretleri Herat'a gitmek istedi. Bu haber tellâllar vâsıtasıyla Herat ve
civarında yayıldı. Genç-ihtiyar bütün halk sokaklara döküldü. Herkes, kendisini
görmekle şereflenmek, mübârek sözlerini duyabilmek arzusuyla yanıyordu. Bir taht
yaptırarak onun üstünde oturmasını ve tahtı da omuzlarında taşımak istediklerini
bildirdiler. Kabûl etmedi fakat çok ısrâr edilince çâresizlikten kabûl etti. O
zamanda bulunan en büyük velîlerden dört kişi, tahtın kollarından tuttular.
Böylece bir saat kadar gittiler. "Tahtı yere koyunuz. Size bâzı söyleyeceklerim
var." buyurdu. İndirdiler. "İrade nedir, bilir misiniz?" diye sordu. "Siz
buyurunuz." dediler. "İrâde, söz dinlemektir." buyurdu. "Öyledir." dediler. "O
halde siz atlarınıza bininiz, tahtı da diğerleri taşısınlar. Biz de sizinle aynı
hizâda bulunmuş oluruz." buyurdu. Bu teklifi kabûl edip, tahtı başkalarına
verdiler. Herkes bereketlenmek için tahtı birkaç adım taşıdı, sonra sırayla
diğerleri alırdı. Fakat insan çokluğundan herkese sıra gelmedi. Şehre geldikleri
zaman, Şeyh-ül-İslâm Abdullah-i Ensârî hazretlerinin konağına indiler.
Herat şehrinde Abdullah
zâhid isminde bir zat vardı. Senenin oruç tutması câiz olmayan beş günü hâriç,
otuz senedir bütün sene boyunca oruç tutardı. Herkes tarafından tanınır, sözleri
kıymetli olup, dinlenirdi. Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretlerinin Herat'a geldiğini
haber alıp, hanımına; "Elbisemi getir. Üstad Ahmed hazretlerinin büyük velî
olduğunu söylüyorlar. O gelmiş. Bakalım hâli nasıldır?" dedi. Hanımı dedi ki:
"Eğer onu denemek, imtihan etmek için gidiyorsan sakın gitme, çünkü o senin
zannettiğin gibi değildir. Eğer sohbetinde bulunmak, sözlerinden istifâde etmek
niyetin varsa, git ve ne derse riâyet eyle. Eğer söylediklerine uymazsan ziyân
edersin." Zâhid kızıp; "Haydi elbisemi getir! Sen böyle şeyleri bilmezsin."
dedi.
Elbisesini giyip, Ahmed
Câmî'nin huzûruna gelip, selâm verdi. Ahmed Câmî selâmını aldı ve; "Bize selâm
vermeye niyet ettiğin zaman, hanımının sana ne söylediğini hatırlıyor muydun?
Söz dinler misin?" buyurdu. Zâhid; "Söylenilen söz doğru olduktan sonra niçin
tutmayayım, niçin söz dinlemeyeyim." dedi. Bunun üzerine Ahmed Câmî buyurdu ki:
"Geri dön. Falan mahalleye
git. Muhammed Kassab-ı Mervezî'nin dükkânında, kenarda çengelde asılı olan kuzu
etini satın al. Bakkaldan da biraz pekmez ve yağ al. Kendi elinle evine götür.
Çünkü hadîs-i şerîfte; "Bir kimse kendi ihtiyâcını kendi taşırsa, kibirden uzak
olur." Buyruldu. Eti pişir, tatlıyı da yanına alıp, hanımınla berâber ye. Sonra
gusül eyle. Sonra, bu zamâna kadar isteyip de elde edemediğin bir şey varsa, gel
Ahmed Câmî'ye talebe ol. Onun sözünden hiç çıkma!" buyurdu.
Zâhid, bana yapamayacağım
şeyleri söylüyor. Ben otuz senedir gündüz bir şey yemiyorum ki... diye düşündü.
Bunun üzerine Ahmed Câmî hazretleri; "Zâhid, neler düşünüyorsun? Haydi! Bunlar
kolaydır. Korkma! Eğer bunları yapmak sana çok zor geliyorsa Hâce Ahmed'den
(kendisinden) yardım iste!" buyurdu.
Zâhid kalktı ve Ahmed Câmî
hazretlerinin söylediklerini yerine getirdi. Eti pişirdiler. Tatlı yaptılar ve
yediler. Hamama gidip gusledince, şehrin dört duvarı arasında bulunan şeyler
kendisine keşf olunmaya, onları görmeye başladı. Sonra Ahmed Câmî'nin yanına
geldi. Ahmed Câmî kendisine; "Ahmed'in bunda kabahati yoktur. Eğer şehrin dört
duvarı içinde olan şeylerin keşfini değil de, dünyânın dört bucağı arasında
bulunan şeylerin keşfini isteseydin, elbette o da verilirdi." buyurdu.
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) annesini çok küçük,
babasını da yedi yaşında kaybetti. Babası son nefesinde Gevher Şehnaz ismindeki
kızına: "Ey benim kızım! Kardeşin bu dünyâya ender gönderilen mübârek bir kişi
olacaktır. Ona göz kulak ol. Benim dergâhımda, bağlı bir sofra durur. Ahmed o
sofrayı kendi başına açtığı zaman onun cihan mülkünde görünme vaktinin geldiğini
bilmelisin. Zamânı gelmeyince, bu sırrı kimseye açma." dedi.
Gerçekten Ahmed Yesevî'de
çocukluğunda garib hâller ve yaşından beklenilmeyen fevkalâdelikler görülüyordu.
Hızır aleyhisselâm ile görüşüp sohbet ediyor, onun mânevî terbiyesi ile
olgunlaşıyordu. Bu sırada meydana gelen bir hâdise, şöhretinin bütün Türkistan'a
yayılmasına yol açtı. Menkıbeye göre, o sırada Türkistan'da Yesevî adında bir
hükümdâr saltanat sürmekte idi. Bu hükümdar yaz gelince, Türkistan yaylalarına
çıkar, kışın da Semerkant kışlalarında kalırdı. Ceylan avından çok hoşlanan
hükümdâr, bir defâsında ceylan peşinde koşarken, yolu Karaçuk Dağına çıktı.
Karaçuk Dağının yamaçları sarp, kayaları yalçındı. Atı, kan tere battı ve avını
kaçırdı. Buna ziyâdesiyle üzülen hükümdâr; "Bu dağı ortadan kaldırmak gerek."
diye söylendi. Nitekim ülkesindeki velîleri toplayıp, duâlarının bereketi ile bu
dağı ortadan kaldırmayı düşündü. Toplanan velîler, duâ ve niyâzda bulundular.
Ancak istenilen netice elde edilemedi. Bunun üzerine oraya gelmeyen bir velînin
olup olmadığı araştırıldı. Neticede, Hâce İbrâhim'in oğlu Ahmed küçük olduğundan
kimsenin aklına gelip de çağrılmadığı anlaşıldı. Nihâyet, haberci gönderildi ve
gelmesi istendi. Çocuk, dâveti ablasına danışınca, ablası; "Babamızın vasiyeti
var, senin tanınma zamânının gelip gelmediğini, türbedeki ekmek sofrası tâyin
edecektir. Eğer o sofrayı açabilirsen, tanınma zamânın geldi demektir, var git!"
dedi. Babasının türbesine giden Ahmed, sofrayı bulup açınca, dosdoğru hükümdârın
istediği yere geldi. Kendisini bekleyen velîlere sofradaki bir parça ekmeği
gösterip duâ etmelerini isteyince, velîler Fâtiha okudular. O da ekmeği
oradakilere taksim etti ve hepsine kâfi geldi. O toplantıda tam dokuz bin kişi
vardı. Bu kerâmeti görenler, Hâce Ahmed'in büyüklüğünü ve mertebesinin
yüksekliğini anladılar. Hâce Ahmed, sırtındaki babasından kalma hırkaya
bürünerek, duâsının neticesini bekliyordu. Birdenbire gök yüzünden yağmur
boşanarak, her yer suya garkolunca, velîlerin seccâdeleri su üstünde yüzmeye
başladı. Sonunda Ahmed hırkasından başını çıkarınca, yağmur durdu ve güneş
çıktı. Oradakiler baktıklarında, Karaçuk Dağının ortadan kalktığını gördüler. Bu
kerâmete şâhid olan hükümdar, Hâce Ahmed'den, kendi adının kıyâmete kadar bâkî
kalması için niyâzda bulunmasını diledi. Hâce Ahmed hazretleri de; "Âlemde her
kim bizi severse, senin adınla bizi yâd eylesin" dedi. Bundan dolayı o günden
beri ikisinin ismi birlikte, "Ahmed Yesevî" şeklinde anılır oldu.
Ancak Hâce Ahmed'in, daha
çok Yesi'li olduğundan, Yesevî nisbesiyle şöhret bulduğu kabûl edilmektedir.
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Ali el-Harîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri: Derecesi
yüksek, hâl ve kerâmet sâhibi, cesûr, vekarlı bir zât idi. Moğol istilâsı
sırasında bir grup Moğol askeri Şam civârına gelmişti. Askerler, Büsr civarında
çok zulüm ve eziyet yaptılar. Bu durum üzerine Ebü'l-Hasan el-Harîrî,
talebelerinden birine;
"Gel seninle bu zâlimlere
gidelim!" dedi. O talebe çok korktu ve; "Efendim, onlar bize zarar verirler. Biz
yalnızız ve bir şey dememiz halinde, etrafa daha çok zarar verirler." dedi.
Ebü'l-Hasan el-Harîrî: "Kalk gidiyoruz. Bakalım Allahü teâlâ ne gösterecek!"
buyurarak, bineğine bindi. Talebesiyle çadırlarının kurulu olduğu yere gitti.
Onlar Ali el-Harîrî'yi tanımadıkları hâlde, Sultanları karşıladıkları gibi,
karşıladılar. Ali el-Harîrî, heybet ve şiddetle onların karşılarına geçip,
yaptıkları zulme son vermelerini, iyi kimseler olmalarını nasîhat etti ve her
kelimeyi söylerken, elindeki asâsını yere vurarak tenbihte bulundu. Reisleri bu
sözler karşısında bir şey diyemedi. Başını önüne eğdi. Daha sonra adamlarını
alıp o bölgeden uzaklaşıp gitti.
Mısır evliyâsından Ali
Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir kimse, “Bana izin
veriniz, sizin için bir türbe hazırlayayım. Vefât ettiğiniz zaman oraya
gömülürsünüz.” dedi. Ali Havâs bunu kabûl etmedi. Ali Havâs H.941 senesinde
vefât ettiği zaman, Kâhire’deki Hâkim Câmiinde cenâze namazı kılındı. Bu sırada
çok şiddetli yağmur yağdı. Talebesi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî, kardeşi Efdalüddîn’e;
“Ali Havâs hazretleri nereye
gömülecek söyler misiniz?” diye sordu. O da;
“Fetihler kapısı dışında
Şeyh Berekât’ın zâviyesine defn olunacaktır.” dedi. Tabutun oraya götürülmesine
Şeyh Şerafüddîn Sagîr adında bir zât karşı çıktı ve İmâm-ı Şâfiî’nin kabrinin
yakınlarında bir yere defnedilmesini söyledi. Efdalüddîn, Abdülvehhâb-ı
Şa’rânî’ye; “Sakın bir şey söyleme. Bu kalabalığa, hazret-i Süleymân’ın
emrindeki cinler dahi katılsa bu cenâzeyi denilen yere götüremez.” dedi. O
sırada kalabalığın arasından bir takım saçları kazınmış genç ve güçlü kimseler
ortaya çıkarak, tabutu kaptıkları gibi, doğruca ilk gömülecek yer olan Fetihler
kapısına götürüp, oraya defnettiler.”
Irak evliyâsından Ali bin
Heytî (rahmetullahi teâlâ aleyh) birgün, Irak'ın Nehr-ül-mülk beldesinin bir
köyüne gidip sâhibini hiç tanımadığı bir evin kapısını çaldı. Misâfir kabûl
edilmesini ricâ etti. Ev sâhibi de tanımadığı bu yabancı misâfiri kabûl etti.
Misâfir olan Ali bin Heytî hazretleri, ev sâhibine kapının önünde dolaşmakta
olan tavuğu işâret ederek;
"Bu tavuğu tutun ve benim
yanımda kesin!" buyurdu. Ev sâhibi îtirâz etmeyip, tavuğu kesti. Bu sefer
misâfir;
"Tavuğun karnını yarınız!"
deyince, ev sâhibi yine;
"Peki." deyip karnını yardı.
Bir de ne görsün, altın boncuklardan yapılmış bir gerdanlık. Meğer, ev sâhibi,
kız kardeşine altın boncuklardan bir gerdanlık hediye etmiş, kız kardeşi de
gerdanlığı iki gün önce kaybetmiş. Kızın beyi de;
"Bu gerdanlığı bul, yoksa
seni öldürürüm!" demiş. Gerdanlık bulunmayınca, o gece öldürmek üzere kararını
verdiğinden, herkes üzüntü içinde bekliyorlarmış. Gerdanlık bulununca, kadının
suçsuz olduğu anlaşıldı. Ali bin Heytî hazretleri, Rezîrân'dan kalkıp buraya
kadar gelmesinin sebebini izâh edip;
"Kız kardeşinin temizliği,
beyinin kötü niyetini ve Rabbimden, bu durumu açıklamak ve sizi helâk olmaktan
kurtarmak için izin isteyerek geldim." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Ali bin Mustafa Ömerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili
olarak, Muhammed Bey şöyle anlatır: "Şeyh Ali Ömerî hazretleri ile birlikte
Lazkiye'den Trablusşam'a gidiyorduk. Bineklerimizle hayli yol katettik. Yolda
karşımıza bir nehir çıktı. Nehrin öbür tarafında bir ağaç altında Nusayrî adı
verilen dağ eşkıyâsından bir grup oturmuştu. Bundan çok korktum ve; "Efendim
bunlar yol kesicilerdir. Bizi öldürürler." dedim. Bana dönüp;
"Korkma, onlar bize bir şey
yapamazlar!" buyurdu. Sonra atından indi. Atın ayaklarından yakalayıp yukarı
kaldırdı. Biraz taşıyıp nehre girdi. Bu hal ile nehri geçti. Bunu gören
eşkıyâlar onu cin zannedip yerlerinden kaçtılar. Bu acâib iş onun bir kerâmeti
idi. Zîrâ bir insanın yapabileceği bir iş değildi. Şeyh Ömerî hazretleri
tebessüm ederek; "Bak kaçıyorlar." buyurdu.
Başka bir seferinde de yine
Lazkiye'den gidiyorduk. Âniden dağ cihetinden kalabalık bir eşkıyâ grubu
üzerimize hücûma kalktı. Onlarla baş etmemiz imkânsız diye düşündüm ve çok
korktum. Benim bu hâlimi farkeden Ali Ömerî hazretleri;
"Korkma, bak onlara ne
yapacağım!" buyurdu. Kılıcını sıyırdı. Atını onların tarafına sürdü. Kılıcını
savurmaya başladı. Hâlbuki aralarında oldukça mesâfe vardı. Uzaktan savrulan
kılıç her bir eşkıyânın kellesini yere düşürüyordu. Çok geçmeden kalanları geri
çekilip, kaçtılar. Bu kerâmet onun en garip ve nâdir kerâmetlerinden biri idi.
Lazkiye'de, Genç Ağa isminde
îtibâr ve imkân sâhibi birisi vardı. Şeyh Ali Ömerî hazretlerine hürmet eder,
duâsını almaya çalışırdı. Bunun çok azgın bir atı olup, kimse üzerine binmeye
cesâret edemezdi. Hatta seyis bile korkusundan ata uzaktan yem ve su verirdi.
Bir gün Şeyh Ali Ömerî hazretleri buraya geldi ve; "Bugün senin âsî, huysuz
atına binmem îcab etti." buyurdu. Genç Ağa buna şaştı ve;
"Efendim burada dilediğiniz
kadar binilecek at var. Onlardan birini seçiniz. Zîrâ binmek istediğiniz bu
huysuz hayvanın yanına bile yaklaşmak imkânsız." dedi. Şeyh Ali Ömerî hazretleri
bu hayvana binmekte ısrâr etti. Bunun üzerine Genç Ağa seyise emredip huysuz
hayvanı dışarı bırakmasını istedi. Seyis, denileni yaptı. Hayvan dışarı çıktı.
Şeyh Ali Ömerî hazretleri, hayvana yaklaşıp eliyle başına vurdu. Hayvanın
aksiliği geçip uysallaştı ve başını eğdi. Daha sonra Ali Ömerî hazretleri
besmele ile ona bindi ve doğruca Şeyh Muhammed Mağribî Câmii tarafına gitti.
Burası, merdivenlerle çıkılan yaklaşık yetmiş basamak idi. Şeyh hazretleri
buraya geldi. Başka yoldan da çıkma imkânı olmadığını anlayınca, üzerinde olduğu
hâlde atı bu merdivenlere sürdü. Çok geçmeden at basamak basamak tırmanmış ve
tepesine çıkmıştı. Oradakiler buna hayretle baktılar. Ali Ömerî hazretleri attan
indi. Ata ve kendine hiçbir şey olmamıştı. Ondan başka bu şekilde çıkan hiç
işitilmedi.
On iki imâmın sekizincisi
İmâm-ı Ali Rızâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Sâlih bir zât
anlatır: "Bir gün İmâm-ı Ali Rızâ hazretleri ile bir evin duvarının
dibinde duruyorduk. Biraz sohbet ettik. O sırada bir kuş geldi. İmâm
hazretlerinin önünde yere kondu. Ötmeğe başladı. Dertli olduğu belliydi. İmâm
hazretleri bana sordu. "Biliyor musunuz bu kuş ne diyor?" Ben de dedim ki: "Ehl-i
beytten olan Peygamber efendimizin evlâtları daha iyi bilirler." Hazret-i İmâm;
"Bu kuş, şu evde bir yılan olduğunu ve yavrularını yiyeceğini söylüyor. Kalk eve
gir ve o yılanı öldür!" buyurdu. İmâm hazretlerinin buyurduğu gibi eve girdim,
gerçekten içeride bir yılan dolaşıyordu. Hemen bir sopa ile yılanı öldürdüm."
Meşhûr velîlerden ve akâid
imâmı Amr bin Osman Mekkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İsfehan'a gittiği
zaman, bir çok kimse sohbetiyle şereflendi. Bunların arasında bir genç vardı.
Babası sohbete katılmasına mâni olunca, genç hastalanıp yatağa düştü. Amr bin
Osman bir süre sonra sohbetine katılanlardan bir grup ile gencin evine gitti.
Genç, ondan birşeyler okumasını istedi. Bunun üzerine Amr bin Osman gence işâret
ederek şu beyiti okudu:
Görem ki hasta seni niçin
gelmez o tabîb.
Bir âyetini görmeye cân
veririm, ben garîb.
Genç, bu beyiti dinleyince
yatağından kalktı ve oturarak biraz daha okumasını istedi.
Can dostunun yüz çevirmesi
hastalıktan beterdir.
Bâri yüzünü çevirme benden
sen ey Habîb!
beytini okuyunca, hasta
tamâmen sıhhat buldu. Babasının içinden geçirdiği bütün endişe kayboldu. Tövbe
ederek oğlunu Amr bin Osman'a teslim etti. O da İslâm âlimlerinden oldu.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Ankaravî İsmâil Rusûhî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri'nin dergâhının civârında bir bakkal dükkanı vardı. Bir akşam vakti
bakkal sâhibi Yûsuf Efendi dükkanını kapayacağı sırada dükkana gâyet yakışıklı
ve kendini mânevî hâl kaplamış bir genç girdi. Genç kendisinden geçmiş ve ne
yaptığının farkında olmadığı için, bakkal genci kovmaya hazırlanırken, ansızın
dükkan kapısı sarsılarak açıldı, İsmâil Ankaravî göründü ve; "Bu bîçâre, Allah
adamlarının dergâhı civârına îtimâd edip, güvenip geldi ve bu dükkana sığındı.
Ev sâhipliği ve insanlık kâidesince sakın ona dokunmayasın. Sakın hâneni harâb
etmeyesin." diye îkâz ettikten sonra kayboldu. Böylece hem genç bakkalın
hışmından, hem de bakkal gönül kırmaktan kurtuldu. Fakat bakkal, İsmâil
Ankaravî'nin heybetli teveccühlerinin tesiriyle altı ay yatakta yattı. Çok tövbe
ve istiğfar etti. Sıhhat ve âfiyete kavuşunca bütün malını dergahdaki talebelere
sarf etti. İsmâil Ankaravî'ye talebe olmakla şereflendi. Çileli bir hizmetten
sonra, icâzet aldıysa da, vefâtına kadar hocasının hizmetinden ayrılmadı.
İstanbul'da bâzı kimseler,
Hasan Ağa isminde birinin evinde toplanıp, Mevlevîlerin aleyhinde konuştular.
Konuşmalarını; "Eğer mümkün olsa bir lokma ve yudum su verilecek kimseler
değil." diye bitirmişlerdi. Hasan Ağa da onların bu sözlerini tasvip ve tasdik
etti. O anda bedeninde umûmî bir bozukluk, rahatsızlık meydana geldi. Yakıcı bir
hummaya tutuldu. Humma ateşini gidermek için soğuk su, buz konduğu için
vücûdunun tabiî sıcaklığı azaldı. Şişme ve susuzluk görüldü. Tanıdık tabipler
gerekli çârelere baş vurup bir netice alamayınca, şifâ bulması için Ankaravî
İsmâil Rusûhî hazretlerine mürâcaat edip yardım istemesini tavsiye ettiler.
Bunun üzerine edeb ve anlayış sâhibi bâzı zâtlar, Hasan Ağanın durumunu İsmâil
Ankaravî'ye arz etti. İsmâil Ankaravî; "Onun şifâsı, dervişlerin susuzluğunu
gidermektedir." dedi. Bu müjde Hasan Ağanın kulağına varınca, kısa zamanda
pekçok sadaka dağıttı ve hayır hasenât yaptı. Bulunduğu yerde dervişlerin ve
gelip geçenlerin içip susuzluklarını gidermeleri için hemen bir çeşme yaptırdı.
İsmâil Ankaravî bu çeşmeden bir kap su doldurup bunu şifâ ve devâ olması için
hayır duâda bulunduktan sonra Hasan Ağaya gönderdi. Allahü teâlânın izni ile
âcilen şifâya kavuşacağını müjdeledi. Ancak o sudan bir yudum olsun kendisinin
içmemesini tenbih etti. Suyu alan Hasan Ağa, Allahü teâlânın izni ile derhal
sıhhat buldu. Hummanın harâreti ve susuzluk hâli gitti. Bununla birlikte,
Mevlevîler hakkındaki bozuk düşüncelerden kurtuldu. Hemen İsmâil Ankaravî'nin
huzûruna varıp, talebesi olmakla şereflendi.
Tâbiînin büyüklerinden,
velî, fıkıh ve hadîs âlimi Atâ bin Ebû Rebâh (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri; Pekçok kimseye ve devlet adamlarına ders verirdi. Emevî
halîfelerinden Velîd ve Süleymân bin Abdülmelik ondan ders alan talebeler
arasındaydı. Süleymân bin Abdülmelik, Atâ hazretlerinin huzûruna gelir, diz
çöker, hac ziyâretinin usûlünü, edeblerini öğrenip, sonra çocuklarına ilim
öğrenmelerini teşvik ederdi. Yine Halîfe Velîd bin Abdülmelik (H.86-96) rivâyete
göre kapıcısına; "Kapıda dur ve yoldan geçen ilk şahsı huzûruma getir. Onunla
konuşalım." dedi. Kapıcısı bir müddet bekledikten sonra Atâ bin Ebû
Rebâh'ın geçmekte olduğunu gördü, fakat tanımıyordu. Ona seslenip; "Emîr-ül
müminîn seni çağırıyor. İçeri buyur!" dedi. Atâ hazretleri içeri girince; "Ey
Velîd! Selâmünaleyküm." dedi. Halîfe selâmı alıp, onunla sohbet etti;
"Cehennem'de Hembeb adında bir vâdi var. Zâlim hükümdârlar orada yanacaktır."
buyurmasıyla Halîfe Velîd, bayılıp yere düştü. Devrin âlimlerinden ve daha sonra
halîfe olan Ömer bin Abdülazîz; "Emir'i öldürdün!" deyince; "Ey Ömer! İş
ciddîdir. Zulüm kötü bir şeydir. Şakaya gelmez." buyurup, onunla müsâfeha etti.
Ömer bin Abdülazîz daha sonra; "Elimi öyle kuvvetli sıkmıştı ki, bir sene acısı
elimden çıkmadı." dedi.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Azîz Mahmûd Hüdâyî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri'ni ziyâret için, bir gün Sultan Ahmed Han Üsküdar'a gelmişti.
Çarşıdan geçerken, Hüdâyî hazretlerinin alış-veriş ettiğini gördü. Genç Hünkâr
bu esnâda attaydı. Derhal atından indi, hocasının elini öptü ve atına binmesi
için ricâ etti. Bir müddet Hüdâyî hazretleri at sırtında önde ve Pâdişâh da yaya
olarak ardınca yürüdüler. Kısa bir süre sonra Mahmûd Hüdâyî dünyâyı titreten
koca bir pâdişâhın, arkasında yaya yürümesine râzı olmadı ve; "Sultanım! Sırf
hocam Muhammed Üftâde hazretlerinin duâsı ve emri yerine gelsin diye bindim.
Çünkü o; "Pâdişâhlar rikâbında yürüsün." diye duâ etmişti." buyurarak atından
indi. Ata tekrar Sultan Ahmed Hanı bindirdi.
Sultan Ahmed Hanın bu
hâdiseden sonra aşağıdaki beytleri söylediği belirtilir:
"Varımı ben Hakka verdim,
gayrı vârım kalmadı.
Cümlesinden el çekip pes dü
cihânım kalmadı.
Çünkü hubbullah erişti,
çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, gayri
gümânım kalmadı.
Evliyânın himmeti, yaktı
beni kül eyledi,
Sâfiyim, buldum safâyı dü
cihânım kalmadı.
Ahmedî der, "Yâ ilâhî! Sana
şükrüm çok-durur",
Hamdülillah aşk-ı Haktan
gayri vârım kalmadı."
Sultan Ahmed Han öleceğini
bilip haber verdi. Şânı yüce pâdişâh 1617 senesinde hastalandı. Sırtında bir
yara çıkmıştı. Mâbeynci Mustafa, Sultânın vefâtından bir gün önce huzûrunda
iken, Ahmed Hanın odada sâhibini göremediği kimselere dört defâ; "Ve aleyküm
selâm." dediğini işitti. Sebebini sorduğunda, Sultan Ahmed Han; "Şu anda yanıma
hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk, hazret-i Ömer, hazret-i Osmân ve hazret-i Ali
geldiler. Bana; "Sen dünyâ ve âhiretin sultanlığını kendinde toplamışsın. Yarın
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin yanında olacaksın."
buyurdular." cevâbını verdi. Hakîkaten ertesi gün vefât etti. Cenâzesinin
yıkanması için hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri dâvet edildi. Ancak
o; "Sultânımı çok severdim. Şimdi dayanamam. İhtiyârlığım sebebiyle beni mâzur
görün." buyurdu ve talebelerinden Şâban Dede'yi gönderdi. |