|
MENKIBELER (A - 3)
Ruh bilgilerinin, tasavvuf
ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yanından otuz yıl boyunca ayrılmayan
yakını Şakir Efendi anlatır: Bir sabah dergâhın mescidinde namaz kılıyorduk.
Efendi ile ikimizdik. Her zamanki gibi beni imâm yaptılar. Mescidin giriş kısmı
baştan başa camekân olduğundan girişteki sofa şeklinde oturma yerinden mescidin
içi apaçık görülürdü. Biz namaza hazırlanırken zevcem de gelip sofa kısmında
çaylarımızı hazırlamaya koyulmuştu. Namaz ve duâ bitince, sofaya geçtik. Gördük
ki semâverin etrafında iki çay bardağı yerine bir sürü bardak. Zevceme, bu kadar
bardağa lüzum olmadığını söyleyip, niçin ikiden çok bardak getirdin, deyince, şu
cevabı aldım: "Hayret! Arkanızda büyük bir cemâat vardı. Şimdi dağılmış."
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
hazretleri bir gün bana; "Tâhir Efendi, evinde kitap kalmasın, kitapları evden
çıkar, başkalarına ver." buyurdular. Eve gittim. Kıymetli kitaplarıma kıyamadım.
Emirleri yerine gelsin diye, birkaç kitap verdim. Yatsıdan sonra yattım.
Abdülhakîm Efendiyi gördüm. "Tâhir, kitapları evden çıkardın mı?" buyurdular.
Kalktım. Abdest aldım. İki rekat namaz kıldım. Yine yattım. Daha uyuyamamıştım.
Abdülhakîm Efendi geldi. "Hâlâ kitapları evde mi saklıyorsun?" buyurup,
celâllendi. Korktum. Hemen kalkıp, bütün kitaplarımı evden çıkardım. Geldim
yattım. Ancak uyuyabildim. Sonradan anladım ki, bizi terbiye etmek için,
kitaplardan uzaklaştırıp, bende olanları alıp, kendinde olanları bize vermek
için bu yolu seçmişlerdi.
Ne zaman Abdülhakîm Efendi
hazretlerine gitsem, Ziyâ Bey yanında otururdu. Ziyâ Beye bir kitap verir,
okuturlar ve îzâh ederlerdi. Bir gün yine öyle bir sohbette, Ziyâ Beye kitap
okutup, kendileri îzâh ediyordu. İçimden, benim Arabî ve Fârisim Ziyâ Beyden
iyidir. Niçin hep ona okuturlar da, bana hiç okutmazlar diye geçti. O gece
rüyâda Abdülhakîm Efendinin huzûrunda idim. Gene Ziyâ Beye bir kitap vermişler,
okutuyorlardı. Ama Ziyâ Beyi sarıklı, âlim kıyâfetinde gördüm. Abdülhakîm
Efendi, Ziyâ Beyi bana gösterip; "Biz, boşuna emek vermeyiz." buyurdular.
Uyanınca o düşünceme çok pişman oldum.
Bir gün Abdülhakîm Efendiye
gidiyordum. Yolda, kendi kendime, Abdülhakîm Efendiye arz edeyim, evliyâlıkta
yükselmek büyük iş, bizim küçük gayretimizle elde edilmez, himmet buyursunlar
teveccüh eylesinler de, o yüksek makamlara beni kavuştursunlar diye
düşünüyordum. Vardım. Bahçede yalnız oturuyorlardı. Selâm verip ellerini öptüm.
Yüzüme bakıp; "Tahir, şu ağaç ne ağacıdır?" buyurdu. "Manolya" dedim. "Şu
nedir?" buyurdu. "Gül" dedim. "Ya Tâhir! Bunların suyu bir, havası bir, toprağı
bir de, niçin boyları farklıdır? Meselâ şu çimene ne yapılsa gül ağacı olabilir
mi, gül de, manolya kadar büyür mü?" buyurdu. "Hayır efendim." dedim. "Demek ki,
farklılık istidadlarından kâbiliyetten geliyor. Ve demek ki, çim; ot, gül gibi,
gül de manolya gibi olmaz!" buyurup tekrar bana baktılar. "Kusurumu bağışlayın
efendim." dedim.
Bitlis yolunda bir genç,
kışın tipiye tutulup, yolunu kaybeder. Helâk olacak halde iken; "Yâ Rabbî!
Zamânımızın kutbunu imdâdıma yetiştir!" diye yalvarır. Hemen siyah sakallı
birisi zuhûr eder, atın dizginlerini tutup, istikamet verir ve; "Böyle git,
şehre varırsın!" buyurur. Genç, o gaybdan gelip kendisine yol gösteren zâtın
şemaline dikkat eder. Otuz sene sonra, Bâyezîd Câmiinde, tesâdüfen vâzında
bulunur. Ben bu şeyhi bir yerden tanıyacağım diye düşünür. Vâzdan sonra
çıkarlarken, Abdülhakîm Efendinin yanına yaklaşır, daha konuşmadan, Abdülhakîm
Efendi; "Bitlis'teki tipi fırtınasını mı hatırladın?" diye kulağına hafifçe
söyler. Gözyaşlarını tutamayıp, eline sarılır, öper... öper.
Seyyid Abdülhakîm Efendi,
kendisini candan seven ve tıbbîyede okuyan bir talebesinden eczacılığı seçmesini
istedi. Talebe tıbbiyede sınıfın birincisiydi. Ancak anne ve teyzesi ise onun
Eczacılığa geçme isteğine şiddetle karşı çıkarlardı. Böyle bir şeye teşebbüs
ettiği takdirde haklarını helâl etmeyeceklerini bildirdiler. Genç büyük bir
üzüntü içerisinde Fâtih Câmii avlusuna geldi. Na yapacağını bilmez bir hâldeydi.
Bir tarafta annesi diğer tarafta ise canından çok sevdiği hocası. Âniden aklına
gelen bir düşünceyle câmi avlusuna girecek ilk kişiyle istişâre etmeye karar
verdi. Nitekim biraz sonra câmi avlusuna giren zâtın yanına yaklaşarak; "Efendim
size bir şey danışmak istiyorum." dedi. Buyurun sizi dinliyorum demesi üzerine;
"Ben tıbbiyede talebeyim. Hocam tıbbiyeyi bırakıp eczâcılığı seçmemi istiyorlar.
Annem ve teyzem ise şiddetle karşı çıkarak haklarını helâl etmeyeceklerini
söylediler. Ne yapayım?" O zat; "Senin hocan kim evlâdım?" deyince, "Seyyid
Abdülhakîm Arvâsî hazretleri." cevâbını verdi. Bu söz üzerine o zat; "Evlâdım
senin hocan öyle bir kimsedir ki, bin ana fedâ olsun. Hiç düşünmeden sözünü
tut!" dedi. Talebe bu söz üzerine derhâl eczâcılığa kaydını yaptırdı. Daha sonra
meşveret ettiği o zatın yine Abdülhâkim Efendi hazretlerinin talebelerinden
Cevat Bey olduğunu öğrendi. Hocasının bereketi ile daha sonra anne ve teyzesi de
haklarını helâl ettiler.
Diş hekimi emekli albay
Sabri Bey anlatır: Abdülhakîm Efendi, arada bir bana, teyemmüm nasıl yapılır
diye göstererek öğretirdi. Kendi kendime, şimdi su olmayan yer yok, acaba neden
bu kadar teyemmüm üzerinde duruyor derdim. Vefâtından otuz sene sonra, ellerimde
yara çıktı. Hatta bir başparmağımı kestiler. Doktorlar ellerine su vurmayacaksın
dediler. Üç sene teyemmümle yâni onların gösterdiği şekilde teyemmüm ederek
namaz kılmak zorunda kaldım.
Evliyânın
büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) daha doğmadan, ilerde büyük bir zât olacağına dâir alâmetler, işâretler
görülmüştü. Babası rüyâsında Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem,
Eshâb-ı kirâmı radıyallahü anhüm ve evliyâyı gördü. Peygamber efendimiz
kendisine; "Ey Ebû Sâlih! Allahü teâlâ bu gece sana kâmil, olgun ve derecesi
yüksek bir erkek evlâd ihsân etti. O benim oğlum ve sevdiğimdir. Evliyâ arasında
derecesi yüksek olacak." buyurdu. Yine oğlu hakkında; "On iki imâm dışında bütün
velîler doğacak olan oğluna itâat edecekler, onun ayaklarını boyunlarına
koyacaklar. O yüksek derecelere kavuşacak, ona itâat etmeyenler Allahü teâlâya
yakınlık devletinden mahrûm kalacaklar." diye müjdelendi. Doğduktan sonra yüksek
hâlleri ile dikkatleri çekti. Ramazân-ı şerîfte gün boyunca süt emmez, iftâr
olunca emerdi. Bu hâlini şu beyti ile anlatır:
Başlangıcım şöyleydi,
dillerde söylenirdi
Beşikteyken oruçtum, bunu
herkes bilirdi.
Doğduğu senenin ramazân-ı
şerîf ayının sonunda havalar bulutlu geçmişti. Bunun için ramazanın çıkıp
çıkmadığında tereddüd edildi. Halk annesine çocuğun süt emip emmediğini
sordular. Emmediğini öğrenince, ramazân-ı şerîfin henüz çıkmadığını anlayıp
oruca devâm ettiler.
On yaşında mektebe giderken
etrâfında meleklerin kendisi ile berâber yürüdüklerini görür, onlardan; "Yer
açın evliyâdan bir zat geliyor." dediklerini duyardı. Meleklerin söylediklerini
duyan birisi; "Bu çocuk kimdir?" diye sordu. Meleklerden birisi; "Bu asîl bir
âilenin çocuğudur. İlerde büyük bir zât olacak. Arzu edenlere hep verecek ve hiç
kimseyi kapısından boş çevirmeyecek. Her gün Allahü teâlâya yakınlığı artacak ve
çok yüksek derecelere ulaşacak." dedi. Çocuklarla berâber oynamak istediğinde;
"Bana gel ey mübârek, bana gel." diyen bir ses işitir, korku ve heyecanla
annesine koşardı.
Buyurdu ki: Irak'ın sahrâ ve
harâbelerinde 25 sene insanlardan uzak kaldım. Benim kimseden, kimsenin benden
haberi yoktu. Bâzan uzun müddet yemezdim ve "açım açım" diye içimin feryâdını
duyardım. Bâzan üzerime öyle ağırlıklar gelirdi ki, bunlar bir dağın üstüne
konsa, tahammül edemeyip, paramparça olurdu. Bu sırada; "Muhakkak zorlukla
berâber bir kolaylık vardır, şüphesiz zorlukla berâber kolaylık vardır."
meâlindeki İnşirâh sûresinin beşinci ve altıncı âyet-i kerîmelerini okuduğumda
üzerimdeki ağırlıklar dağılıp, giderdi."
Osmanlı Devleti
şeyhülislâmlarından ve velî Abdülkerîm Efendi (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin zamânında, Fâtih Sultan Mehmed Hanın vezirlerinden Mahmûd
Paşaya yakınlığı ile tanınan Molla Vildân anlatır: Birgün Mahmûd Paşa, söz
arasında beni çok sevdiğinden bahsetti. Ben de, onun Molla Abdülkerîm Efendiye
olan ilgisinden bahisle; "Siz, benden çok Abdülkerîm Efendiyi seversiniz."
dedim. Mahmûd Paşa da; "Evet, doğru söyledin." dedi. Sonra; "Molla Abdülkerîm
sizin Cennet'e girmenize sebep mi olacak ki, bu kadar seviyorsunuz?" diye
sordum. Mahmûd Paşa şöyle anlattı: Cennet'e sokacak desem de olur. Çünkü o,
benim günahlardan tövbe etmeme vesîle oldu. Fâtih Sultan Mehmed Hanın
kapıcıbaşısı iken, bir günâha mübtelâ olmuştum. Bir sabah Abdülkerîm Efendi,
evimizi şereflendirdi. Bir müddet sohbetten sonra, ayağa kalktı. Hürmet ve
tâzimle kapıya kadar yolcu ederken, bana döndü ve; "Dünyâ ve âhiretine yarar bir
sözüm var ki, iyi dinleyip kötülüklerden sakınasın." dedi. Ben de; "Buyurun."
dedim. Sözüne devâmla; "Elhamdülillah, ilim sâhibisin ve pâdişâhın da
yakınlarındansın. Çok geçmeden vezîrlik makâmına yükseleceğin âşikârdır. Ne
yazık ki, içini ve dışını günah pisliklerinden temizlemeye gayret etmezsin.
Vezîrlik makamı, akıllı kimselerin durağıdır. Osmanlı Devletinin yüce dîvânı,
temiz insanların toplandığı bir yerdir. Gel kerem eyle, içini o günah
pisliklerine bulama ve dalâlet çukurlarına düşüp debelenme!" dedi. O bana bu
nasîhatleri verirken, hava soğuk olmasına rağmen boncuk boncuk terledim. Hemen o
ânda tövbe ettim ve onun bildirdiği doğru yoldan ayrılmadım.
Anadolu evliyâsından
Abdürrahîm Tırsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Sultan
İkinci Bâyezîd'in hanımı Şehzâde Korkut'un annesi bir gün dergâha gelip
Abdurrahîm Tırsî'nin hanımından; "Beyin Abdürrahîm Tırsî'den ricâ edip,
yardım taleb ederiz. Sultan Bâyezîd'den sonra oğlum Korkut pâdişâh olsun." diye
ricâda bulundu. O da bu dileği beyine sık sık hatırlatırdı. Bir gece rüyâsında
Peygamber efendimizin huzûrunda bir meclisin kurulduğunu gördü. Abdürrahîm Tırsî
de orada idi ve Peygamber efendimize şehzâdelerin hangisinin tahta geçmesinin
daha uygun olacağını soruyordu. Sultan-ül-Enbiyâ buyurdu ki: "Rûmun Kara
oğlanının murâdı Sultan Selîm'dir. Kara oğlan Abdürrahîm Tırsî'dir." Uyanınca
hanımı hemen Abdürrahîm Tırsî'nin yanına gidip rüyâsını anlattı ve; "Siz Şehzâde
Selîm'in pâdişâh olmasını istediniz. Biz sizden Korkut'un pâdişâh olmasını ricâ
ederdik." dedi. Bunun üzerine Abdürrahîm Tırsî; "Ey hocamın kızı! Şehzâde
Korkut'tan evlat gelmez. Âl-i Osmân'ın nesli yok mu olsun? Bu, Hak teâlânın
rızâsına muhâliftir." buyurdu.
Mısır evliyâsından Seyyid
Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevenlerden Şeyh
Rekîn isminde bir zât vardı. Seyyid Bedevî bir gün bu zâtı yanına çağırıp
kendisine; "Ey Rekîn! Bana ileride büyük bir kıtlık olacağı ilhâm olundu. Bunun
için sen, bol mikdârda buğday alıp muhafaza et! Kıtlık zamânında insanlar senin
biriktireceğin buğdaydan pekçok istifâde ederler. Buğday temin edebilmek için
uzak memleketlere gitmek zahmetinden kurtulmuş olurlar. O zaman sen, elinde
bulunan buğdayı insanlardan ihtiyâcı olanlara, Resûlullah'ın hürmeti için ikrâm
ve ihsân olmak üzere çok ucuz fiyata sat!" buyurdu. O da; "Peki efendim."
diyerek hocasının elini öptü ve oradan ayrıldı. O sıralarda buğday gâyet ucuz ve
her tarafta bol miktârda mevcuttu. Elinde bulunan bütün parasını buğdaya
yatırdı. Daha da ileri giderek âile ve akrabâsından izin alıp ellerinde bulunan
zînet eşyâları ile de buğday satın aldı. Biriktirdiği bol mikdârdaki buğdayı
mahzenlerde muhafaza etti.
Bu sırada, o bölgenin vâlisi
Tanta'ya gelmişti. Bir yere çadırını kurup yerleşti. Atları için yem istedi.
Rekîn'den başkasında da buğday yoktu. Vâlinin adamlarının gelerek, kendisinden
buğday isteyeceklerinden korkup, Ahmed-i Bedevî hazretlerinin yanına gitti ve
durumu kendisine arzetti. O da, hiç üzülüp endişe etmemesini, kendisinden buğday
istedikleri zaman kamh-ı zerî (buğday tâneleri, kırıntıları) bulunduğunu, başka
bir şey bulunmadığını söylemesini tenbih etti. Nihayet vâlinin adamları gelip,
kendisinden buğday istediler. O da anbarında, kamh-ı zerî'den başka birşey
bulunmadığını bildirdi. Adamlar anbarın anahtarını alıp anbara girdiklerinde,
hakîkaten, kamh-ı zerî denen kırıntılardan başka bir şey göremediler. Dönüp
gittiler ve Rekîn'e de herhangi bir zarar yapmadılar. O da gidip bu durumu Ahmed-i
Bedevî'ye arzedince; "Sana bir zarar yapamadıkları için Allahü teâlâya şükret,
yalnız O'na hamd-ü senâda bulun." buyurdular.
Bir zaman sonra, buğday
fiyatları son derece pahalandı ve yakın yerlerde bulunamaz oldu. İnsanlar,
ihtiyaçları olan buğdayı bulabilmek için uzak memleketlere gitmek ve çok yüksek
fiyat ödemek mecbûriyetinde kaldılar. Rekîn, Ahmed-i Bedevî'ye gelerek bu durumu
arzetti. O da; "Elindeki buğdayı insanlara sat! Fakat onlara karşı müsâmahalı
davran, ucuza sat! Allahü teâlâ katında bunun sevâbı pek fazladır." buyurdu.
Rekîn mahzenlerini açtı. Çok ucuz fiyattan buğday satmaya başladı. Fiyatı çok
düşük tutmasına rağmen çok fazla kâr etti. Yakınlarından aldığı zînet eşyâlarını
fazlasıyla kendilerine iâde etti. Âilesine, gerdanlık, çeşitli ve güzel
elbiseler ve zînet eşyâları aldı. Fakirlere, muhtaçlara pekçok ikrâmlarda
bulundu. Herkes kendisine yaptıkları sebebiyle çok duâ etti. Bundan sonra hacca
ve Resûlullah efendimizin kabr-i şerîfini ziyâret etmeye niyet etti. Bu niyetini
Seyyid-i Bedevî hazretlerine arz edince, izin verdi. Hazret-i Rekîn, yol
hazırlıklarına başladı. Hazırlıklarını tamamlayıp, yola çıkacağı zaman, Ahmed-i
Bedevî'nin huzûruna vardı. Ahmed-i Bedevî; "Allahü tealâya tevekkül ederek yola
çık!" buyurdu. Rekîn orada, Ahmed-i Bedevî'ye ait olan ve kullanılmayan bir aba
gördü. Bereketlenmek için yanında bulundurmak niyetiyle bu abayı hocasından
istedi. O da abayı verebileceğini fakat yolda kaybedip, bunun için de çok
üzüleceğinden endişe ettiğini bildirdi. Fakat Rekîn, o anda bu inceliği
anlayamayıp, abayı yanında bulundurmak arzusunda olduğunu söyledi ve nihâyet
abayı alarak yola çıktı.
Hac vazîfesini îfâ edip geri
dönerken, Akabe denilen yerde, abayı hatırladı. Eşyâları arasında aradı koyduğu
yerde yoktu. Ararken abayı develerin ayaklarının altında, necâsete bulaşmış
olarak gördü. Hemen alarak, güzelce yıkadı ve kuruması için bir yere serdi.
Başka ihtiyaçları ile meşgûl olurken, abayı kaybetti. Ne kadar aradı ise, abadan
hiçbir haber alamadı. Üzüntü içinde, Mısır'a Ahmed-i Bedevî hazretlerinin
bulunduğu beldeye geldi. Kaybettiği abadan daha güzel ve daha pahalı bir aba
satın alıp, bunu hocasının yanına götürdü. Bir de ne görsün. Yolda kaybettiği
aba, hocasının odasında duruyordu. Hayretler içinde abaya bakarken, Seyyid
Bedevî, kendisine; "Ey Rekîn! Teaccüp etme! Sen onu yıkayıp serdikten sonra,
ben, onun kaybolmasında endişe edip aldım ve buradaki yerine koydum."
buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin İdrîs (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Fas şehrinin kapısına
gelmişti. O esnâda sultânın adamlarının, gelen geçen fakirlerin sebze ve
meyvelerinden, haksız yere vergi aldıklarını gördü. Fakir fukarâ çâresizlikle; "İnşâallah
Allahü teâlâ bize bir yardımcı gönderir." diyorlardı. O zaman Ahmed bin İdrîs,
hiçbir menfaat gözetmeden, sâdece Allahü teâlânın rızâsı için duruma müdâhale
edip, yanlarına vardı ve; "İçinizden cesur birisini bana getirin." buyurdular.
Ortaya birisi çıktı. Ona; "Şimdi sen sultânın yanına git. Ona müslüman fakirlere
yapılan bu zulmü kaldırmasını söyle ve; bunda senin için hayır vardır. Eğer
böyle yapmaz isen başına geleceklere râzı ol! de. Yalnız benim ismimi söyleme
diye tembih etti. O kişi de sultana gidip onun söylediklerinin aynısını iletti.
Sultan bunları duyunca başını öne eğip bir müddet düşündü. Daha sonra başını
kaldırıp; "Seni kim gönderdi?" diye sordu. O haberci de; "Bunu söyleyemem zîrâ
bana ismini gizli tutmamı söyledi." dedi. Sultan; "İsmini söyle, istediğin her
şeyi vereceğim ve malları alınan fakirlerin mallarını iâde edeceğim. Yalnız
benim de bir isteğim var. Bâzı kabîleler bana isyân ettiler. Onları itâat altına
almak için bir ordu hazırladım. Onların ıslâhı ancak itâatim altına
girmeleriyledir." dedi. Haberci gidip durumu Ahmed bin İdrîs'e anlattı. O,
haberciyi tekrar gönderdi ve sultâna; "İstediğin olacak duâ ediyoruz." dediğini
bildirmesini söyledi. Çok geçmeden, âsîler Ahmed bin İdrîs hazretlerinin
duâsıyla sultâna itâat ettiler. Her taraf huzûra kavuştu.
Anadolu velîlerinin
büyüklerinden Ahmed Kuddûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
zamânında, devrin ileri gelenlerinden makam sâhibi biri, bir sohbette;
"Zamânımızın büyük velîsi kim ise onunla görüşmek istiyorum." diye yakınlarına
sorar. Bunun üzerine orada Kuddûsî hazretlerini tanıyan biri; "Zamânımızın büyük
velîsi Ahmed Kuddûsî hazretleridir." deyince, kendisini İstanbul'a dâvet
ederler. Ahmed Kuddûsî, İstanbul'a gelip huzûra girince, orada bulunan kimseler,
onun taşralı kıyâfeti ile huzûra girmesini pek beğenmeyip, yukardan bakıcı bir
tavır takınırlar. Ahmed Kuddûsî sohbet sırasında hiç konuşmaz. O makam sâhibi
kimse; "Şeyh efendi! Siz de bir beyân buyursanız." deyince; "Efendim! Bendeniz
ilmi olmayan bir kişiyim. Huzûrunuzda konuşmaya hayâ ederim. Ancak emrinize
uyarak başımdan geçen bir hâdiseyi anlatayım." diyerek şu hikâyeyi anlatır:
"Bir gün bendeniz
Sarayburnu'nda sahil boyunca gezerken, çok güzel bir hanım sandala bindi.
Gönlümü cezbeden bu güzelin peşinden başka bir sandala binerek, onu tâkib ettim.
Üsküdar iskelesinde karaya çıkıp, falan sokaktaki büyük bahçeli konağa giren bu
hanımı bir daha göremedimse de aslâ unutmadım. Gönlüm onun hicrânı ile
rahatsızdır efendim."
O makam sâhibi kimse, bu
hikâyeyi duyar duymaz, yanında bulunanların hepsini dışarı çıkararak, Ahmed
Kuddûsî'ye; "Efendi, anlattığınız benim halen içinde yaşadığım elemli hâlimin
ifâdesiydi. Şu anda ise o dertten kurtuldum. O hanım gönlümden silindi." dedi.
Sonra Kuddûsî hazretlerine görülmemiş ihsânda bulundu.
Yine bir gün sultan,
huzûrunda bulunanlara; "Şu avucumda gizlediğim şeyi tahmin etmenizi istiyorum."
dedi. Herkes bir şey söylediyse de kimse bilemedi. Bir köşede oturan Ahmed
Kuddûsî'ye; "Siz de bir tahminde bulunun." dediler. Ahmed Kuddûsî de; "Yedi
iklim ve yedi deryâyı gezdim. Bir balığı, yavrusunu arar gördüm." dedi. Meğerse
pâdişâhın avucunda küçük bir balık varmış. Bunun üzerine Ahmed Kuddûsî'ye tâzim
ve ikrâmda bulunularak, sarayda kalması teklif edildi. Fakat o; "Ben âciz bir
kulum, burada kalsam dünyâ imtihânından berât edemem." buyurdu ve kalmayı kabûl
etmedi.
Ahmed Kuddûsî, bir gün
Konya'ya giderek, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin kabrini ziyâret etmek istedi.
Türbenin önüne vardığı zaman, türbedâr kapıları kilitleyip gidiyordu. Türbedâra
türbeyi açması için ricâlar edip çok yalvardı. Fakat türbedâr; "Akşam oldu, açma
müsâdesi yoktur." diyerek kesin bir şekilde reddetti. Bunun üzerine Ahmed
Kuddûsî şu medhiyeyi okumaya başladı;
Sensin velîler şâhı,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Affet şu ben gümrâhı,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Bed-kâr-u-âvâreyim,
Pür-zenb ü bî-çâreyim,
Âsî yüzü kâreyim,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Gâyet azîmdir câhın,
Mahbûbısın Allah'ın,
Dâr-ül-emân dergâhın,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Sen şol ulu sultânsın,
Ki server-i merdânsın,
Hem ma'den-i irfânsın,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Çün tıfl iken ey Sultân,
Eflâki etdin seyrân,
Oldu melâik hayrân,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Muhtâcınam in'âm et,
Mihmânınam ikrâm et,
İhsânını itmâm et,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Kapunda çok muhtâcân,
Erer murâda her ân,
Devrinde sürer devrân,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Bencileyin yok gümrah,
Lâkin dedim eyvallah,
Geldim sana şey'en lillah,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Âriflerin sultânı,
Dertlilerin dermânı,
Kuddûsî'nin cânânı,
Yâ hazret-i Mevlânâ!
Son dörtlüğü söylediği anda,
kapılar kendiliğinden açıldı. Ahmed Kuddûsî, türbedârın şaşkın bakışlarından
habersiz, ziyâretini yaparak oradan ayrıldı. Ertesi gün bu hâdiseyi duyan
Mevlevî şeyhleri ile bir kısım ulemâ; "Bu mutlakâ Bor'lu Kuddûsî'dir." dediler.
Medîne-i münevverede
saatçılık yapmakta olan Ali Osman isimli İzmirli bir Türk vardı. Bu zât Medîne-i
münevvereye hicret ettikten bir müddet sonra, mesleği olan işi yapmak üzere bir
dükkân açmak için izin almaya çalıştı. Uzun süre bunu sağlayamadı. Parası bitti.
Bir gece Allahü teâlâya iltica ile yalvardı. O gece rüyâsında esmer, kır
sakallı, uzunca boylu bir zât; "Evladım, resmî dâireye girdiğinde sağ tarafında
gördüğün şu üçüncü şahsa mürâcaat et. Gerisine karışma buyurdu. Ali Osman Efendi
sabahleyin doğruca denilen şahsın yanına gitti. O şahıs, Ali Osman Efendi'ye;
"Seni Kuddûsî hazretleri mi gönderdi? Git hemen dükkânını aç, işine başla."
dedi. Ali Osman hemen gidip dükkânı izin almış gibi açtı. O şahıs izin belgesini
sonradan gönderdi. Bir müddet sonra rüyâsında aynı zâtı gördü. O zât; "Oğlum
bana Kuddûsî derler. Cebine bir hediye koydum, onu al ve amel et." dedi. Ali
Osman Efendi uyandığında cebinde Kuddûsî hazretlerinin şu şiirinin yazılmış
olduğu kâğıdı buldu:
Ey rahmeti bol pâdişâh,
Cürmüm ile geldim sana,
Ben eyledim hadsiz günâh,
Cürmüm ile geldim sana.
Hadden tecâvüz eyledim,
Deryâ-yı zenbi boyladım,
Ma'lûm sana ki neyledim,
Cürmüm ile geldim sana.
Senden utanmayup hemân.
Ettim hatâ gizlü ayân,
Urma yüzüme el-emân,
Cürmüm ile geldim sana.
Aslım çü bi katre menî,
Halk eyledin andan benî
Aslım denî, fer'îm denî,
Cürmüm ile geldim sana.
Gerçi kesel fısk-ü-fücûr,
Ayb-ı-zelel çok hem kusûr,
Lâkin senin adın Gafûr,
Cürmüm ile geldim sana.
Zenbim ile doldu cihân,
Sana ayân zâhir nihân,
Ey lutfü bî-had Müste'ân,
Cürmüm ile geldim sana.
Adın senin Gaffâr iken,
Ayb örtücü Settâr iken,
Kime gidem sen vâr iken,
Cürmüm ile geldim sana.
Hiç sana kulluk etmedim,
Rah-ı rızâna gitmedim,
Hem buyruğunu tutmadım,
Cürmüm ile geldim sana.
Bin kerre bin ol pâdişâh,
Etsem dahî böyle günâh,
Lâ-taknetû yeter penâh,
Cürmüm ile geldim sana.
İsyânda Kuddûsî şedîd,
Kullukda bir battal pelîd,
Der kesmeyip senden ümîd,
Cürmüm ile geldim sana.
Ali Osman Efendi, o günden
sonra bu şiiri okumadan işine gitmedi ve verilen vazifeleri devamlı yaptı.
Son yıllarda mezarlıkları
şehir dışına nakletme hususundaki genel bir karar üzerine, Ahmed Kuddûsî
hazretlerinin kabri bugünkü kabristandaki ziyaretgâh olan yerine nakledildi. Bu
nakil esnâsında halk karşı çıkmış ise de, devrin kaymakamı, belediye başkanı ve
jandarma komutanı olaya müdâhale ederek, Ahmed Kuddûsî hazretlerinin kabrine
karşı hoş olmayan bâzı sözler sarfedip, edep dışı davranışta bulundular. Hepsi
bir belâya mâruz kaldılar. Kabr-i şerîfi yıkmaya kimse râzı olmayınca
hapishaneden getirilen mahkûmlar, kabri yıktı. Bu esnâda orada olan jandarma
komutanı kabrin taşına tekme vurarak kazın diye emir verdiği anda yere düşerek
beni kurtarın diye bağıra bağıra öldü. Kabri açtıklarında, Ahmed Kuddûsî
hazretlerinin kefeninin bembeyaz duruyor olduğunu gördüler. O anda kabirden çok
güzel bir koku etrafa yayıldı. Yine o gün hava çok sıcak iken, semâ âniden
bulutlanarak yağmur çiseleyip serinlik ve ferahlık hâsıl oldu. Ahmed Kuddûsî
hazretlerinin nâşı yeni kefene sarılarak bugünkü kabrine nakledildi. |
|