MENKIBELER (A - 2)
Anadolu evliyâsından
Abdurrahmân Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir sabah ibâdet
ile meşgûl iken odasından çıkıp, talebelerine; "Misâfir gelecek, yiyecek bir
şeyler hazırlayın." buyurdular. Hâlbuki, dergâhta yemek yapacak bir şey yoktu.
Talebeleri durumu arzedince, dergâhtan dışarı çıkıp, çevresine baktı. Karşı
tepeden bir ceylan sürüsü dergâha doğru koşarak geliyordu. Yanındakilere dönüp;
"Bu ceylanlar, misâfirlerimize ziyâfet için birbirleriyle yarışıyorlar." dedi.
Ceylanlar önüne gelince; "Bizim misâfirimiz için canını fedâ edecek olan öne
çıksın." dedi. En öndeki ceylan, fırlayıp ileri atıldı. Talebeler; o ceylanı
tutup kestiler. Yemek hazırlandığı sırada misâfirler geldiler. İkrâm edilen
yemeği yediler. Allahü teâlâya ibâdet için güç ve kuvvet kazandılar.
Yine bir sabah Abdurrahmân-i
Erzincânî hazretleri, odasından dışarı çıktı. Çok üzüntülü idi. Talebeleri,
üzüntüsünün sebebini sordular. O da; "Erdebîl'deki Safiyyüddîn Erdebîlî'nin
talebeleri, bu zamâna kadar temiz îtikâdlı, Peygamber efendimizin ve Eshâbının
yolunda, bid'atlerden sakınıp, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına riâyet eden,
kötülüklere meydan vermeyen kimselerdi. Ama şimdi, doğru yoldan ayrıldılar.
İnançlarına bid'at pislikleri karıştırdılar. Şeytan, onları büyüklerin yolundan
saptırdı." buyurdu. Çok geçmeden, Erdebîl tarafından bir haber geldi.
Safiyyüddîn Erdebîlî'nin torunlarından Cüneyd oğlu Haydar'ın, Ehl-i sünnet
îtikâdından, Selef-i sâlihînin yolundan ayrılarak sapıttığı haberi verildi.
Haydar, Eshâb-ı kirâm efendilerimizin bâzılarına dil uzatmış, pâdişâhlık
dâvâsına kalkışmıştı.
Seyyid Ömer anlatır:
Abdurrahmân Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şeyh Ahmed bin Alvân'ın
kabrini ziyâret etmek istedi. O gece İbn-i Alvân, rüyâda hizmetçisine; "Yarın şu
şu vasıfta bir zât gelecek. Ona ziyâfet hazırla, hürmet ve hizmette kusûr etme.
Zîrâ o Allahü teâlânın sevgili kullarındandır." buyurdu. Hizmetçi sabahleyin
hocasının buyurduğu hazırlığı yaptı. Ziyâretçiyi beklemeye başladı. Fakat gelen
olmadı. Merakla ve bulurum ümîdiyle şehrin dışına çıktı. Kimseye de rastlamadı.
Bir haber elde edemeden geri döndü. Üzgün bir vaziyette hocasının türbesine
gitti. Orada hocasının târif ettiği zâtı gördü. Hâlbuki türbenin kapısı kilitli
idi. Hemen yanına gidip, ellerinden öptü ve hocasının rüyâda kendisine verdiği
vazîfeyi anlattı. Abdurrahmân Mağribî'yi alıp evine götürdü. Ziyâfet verdi.
İzzet ve ikrâmda bulundu.
Suriye'de yetişen velîlerden
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri'nin talebelerinden olan Ârif-i billâh Muhammed bin Hasan şöyle
anlatır: Bir gece hocamın mescidinde idim. Hocam da odasında bulunuyordu. Karnım
çok acıkmıştı. Bu sırada biri gelerek, hocamın beni istediğini söyledi. Kalkıp,
yanlarına gittim. Huzûruna vardığımda, ortada lezzetli yemeklerin bulunduğu çok
güzel bir sofra vardı. Karnımı doyurmamı söyledi. Gecenin bu geç vaktinde bu
yemekleri kimin getirdiğini suâl ettim. "Birisi getirdi." buyurarak, açıklamak
istemedi. Allahü teâlânın izni ile, benim çok aç olduğumu anlayıp bu yemekleri
benim için hazırlattığını anladım ve daha nice kerâmetlerine şâhid oldum.
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf
hazretlerinin hurma ağaçlarından birisinin, boyu çok kısa ve dalları yere yakın
olduğundan, gece köpekler gelerek hurmaları yerdi. Bunun için hizmetçilerden
birisi, her gece o hurma ağacının yanında bekçilik yapar, köpeklerden korurdu.
Bir gece Abdurrahmân hazretleri hizmetçiye; "Sabaha kadar beklemenize ne lüzum
var. Ağacın etrâfında genişçe bir dâire çizin! Kendiniz de gidip istirahat
edin!" buyurdu. Hizmetçi bildirilen şekilde yaptı. Sabahleyin baktıklarında,
çizginin dışında köpek izleri görüldü, gerçekten içeri girememişlerdi.
Kardeşi şöyle anlatır:
Kardeşim Abdurrahmân ile hurmaların taksimi husûsunda aramızda bir husûmet
meydana gelmişti. Kendi kendime; "Onun benden üstün yanı nedir, o oruç tutuyorsa
ben de tutuyorum, o namaz kılıyorsa ben de kılıyorum. Babamız birdir. Benim
misâfirlerim ise ondan çoktur." dedim. Rüyâmda bir kişi bana gelerek; "Kardeşin
hakkında böyle böyle söyledin mi?" dedi. Ben de; "Evet söyledim." dedim.
"Öyleyse benimle berâber gel." dedi. Birlikte kardeşim Abdurrahmân'ın yanına
gittik. Kardeşimin bedeninin nûr ile kaplı olduğunu ve uzuvlarının üzerinde nûr
ile "İhlâs" ve "Lâ ilâhe illallah Muhammedürresûlullah" yazılı olduğunu gördüm.
O kimse bana, bu makâma ulaştığın zaman böyle böyle konuş, eğer bundan sonra ona
inat edersen bu rüyâyı hatırla." dedi. Ben de ondan sonra kardeşim hakkında kötü
düşünmekten vazgeçtim.
Anadolu'da yetişen
mutasavvıflardan Abdurrahmân Sâmi Niyâzi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
gün evinde yumurta gibi bâzı şeyleri önüne almış, onlarla meşgûl idi. Hanımı
kendi kendine; "Efendi vaktini bu gibi şeylerle meşgûl ediyor!" diye düşündü.
Ertesi gün bir grup talebe ziyâret için geldiler. Hanımı onlara çay demliyordu.
Bir ara ayağı takılınca, kaynar su ayağına döküldü. Hanımı can acısı ile "Allah"
diye bağırdı. Sesi duyan Abdurrahmân Efendi, hemen hanımının yanına giderek, bir
gün önce hazırladığı merhemi hanımının ayağının yanan yerine sürdü ve; "Hanım,
dün benim bu merhem ile meşgûl olduğumu görünce; "Efendi vaktini bu gibi
lüzumsuz şeylerle geçiriyor!" diye düşünmüştün. Gördün ya bu merhemi biz ne için
hazırlamışız." dedi.
Meşhûr velîlerden
Abdurrahmân Tafsûncî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden
biri anlatır: Hocam Irak sahralarının birinde bulunuyordu. O esnâda; "Ey çöldeki
vahşî hayvanların, inlerinde tesbîh ettiği Allah'ım! Seni, bütün noksan
sıfatlardan tenzîh edip, uzak tutar, kemâl sıfatlarla tesbîh ederim!" buyurdu ve
hemen ne kadar vahşî hayvan varsa, yanına geldi, birlikte kendi dilleriyle
tesbîh etmeye başladılar. Hattâ öyle oldu ki, aslanlar, tavşanlarla ve
ceylanlarla bir araya gelip karıştı. İçlerinden bâzısı, sürünerek onun
ayaklarının dibine kadar geldi.
Sonra; "Ey yüce Allahım!
Kuşların yuvalarında, seni tesbîh ettiği gibi, ben de seni tesbîh ediyor, bütün
noksanlıklardan tenzîh ediyorum!" dedi. Başını yukarıya kaldırınca, her cinsten
binlerce kuşun gelip başının üstünde gökyüzünü doldurduğunu gördüm. Her biri,
kendince ötüşüyor, seslerini alçaltıp yükseltiyorlardı. Ona yaklaştılar ve
sonunda başı üzerinde toplandılar.
Sonra; "Ey fırtınaların
kendisini tesbîh ettiği Allahım! Ben de seni tesbîh ediyorum!" der demez, hemen
dört bir taraftan, rüzgârlar esmeğe başladı. Ondan daha latîf esen bir rüzgâr
görülmedi.
Sonra yine; "Ey Allahım! Şu
kocaman ve yüksek dağların, seni tesbîh ettiği gibi, ben de seni tesbîh
ediyorum!" dediğinde, o anda, üzerinde bulunduğu dağ sallandı ve ondan büyük
kayalar, Allah'ı zikrederek düşmeye başladılar.
Evlliyânın büyüklerinden
Abdülazîz Debbağ (rahmetullahi teâlâ aleyh) bâzı talebeleri ile sohbet
ederken Ahmed bin Mübarek'e dönerek evini anlattıktan sonra; "Neden atını falan
yere bağlıyorsun? Oraya sâlih bir zât defnedilmiştir. Kabri tam atının ayağının
altında bulunuyor." dedi. Halbuki oralarda bir kabir izi yoktu ve oraya yakın
bir kabristânlık da yoktu. Abdülazîz Debbağ tekrar; "Senin avlunda yedi kabir
bulunuyor. Fakat sen sadece atının ayakları hizasında bulunan zâtın kabrine
dikkat et. Atını oradan uzaklaştır, ona saygılı ol! Mümkünse kabirle at arasına
bir duvar çek." buyurdu. O sırada meclisteki talebelerinden biri; "Efendim o zât
kimdir?" diye sorunca; "Arabdır. Tilmsan'a yakın bir yerde bulunan el-Lesbağat
kabîlesindendir. Bu kabîle onu sâdece bir talebe bilir. Bir velî olduğunu bilip
tanımazlar. Vefat edince bahsettiğim o yere defnettiler." dedikten sonra Ahmed
bin Mübârek'e dönerek; "İstersen bahsettiğim o yeri kaz. Onun bedenine
rastlarsın." dedi. O da gidip hocasının dediği yeri kazarak, o zatın mübârek
bedenini buldu. Oraya hemen bir kabir yaptırdı. Tekrar hocasının yanına
gittiğinde şöyle sordu:
"Efendim! Bizim avluda
bulunan diğer kabirleri değil de, neden sâdece atın ayaklarının hizasındaki
kabir üzerinde durdunuz ve onun ortaya çıkmasını istediniz?" Abdülazîz Debbağ bu
suale şöyle cevap verdi: "Çünkü bu zât, Allahü teâlânın velî kullarındandır.
Rûhu serbest ve hareket hâlindedir. Diğerleri ise berzah âleminde bekliyorlar.
Oradaki ölülerin vefâtından bu yana üç yüz yıla yakın zaman geçmiş bulunuyor."
Abdülazîz Debbağ
hazretlerinin bir grup talebesi bir yere gitmek için yola çıktılar. Yanlarında
eşkıyâ saldırısına karşı koyacak hiç bir şey yoktu. Geceyi tenha ve korkunç bir
yerde geçirdiklerinden, içlerinden iki kişi uyumadı. Bunlar yakınlarında bir
arslanın dolaştığını fark ettiler. Biri diğerine; "Kimseyi uyandırma sonra
paniğe kapılabilirler." dedi. Sabah olunca yakınlarında ölü bir tavşana
rastladılar ve yollarına devam ettiler. İşlerini görüp geri dönerken
konakladıkları yerde, bir kişi uyumayıp arkadaşlarını bekledi. Hocaları
Abdülazîz Debbağ'ın huzuruna geldiklerinde uyumayan talebe; "Efendim! Müsâde
ederseniz biraz uyumak istiyorum. Çünkü dün gece hiç uyumadım." dedi. Abdülazîz
Debbağ; "Niçin uyumadın?" diye sorunca; "Arkadaşlarımı korumak için." diye cevap
verdi. Bunun üzerine; "Senin gece uyumayıp arkadaşlarını beklemen bir fayda
sağlamaz. Siz giderken falan gece yol kesiciler sizin yanınıza geldiğinde
arslanı ve sizi koruyanı hatırlıyor musun?" dedi. Talebe; "O gece ne oldu?" diye
sual edince:
O gece falan yere
vardığınızda üç kişi gelip size katıldı. Daha sonra sizden ayrılınca oradan
gelip geçeni gözleyen dört kişi ile buluştular. Ve sizin konakladığınız yeri
onlara haber verdiler. Siz uyuduktan sonra sizi soymak için yaklaştıkları sırada
etrafınızda bir arslanın dolaştığını görünce çok şaşırdılar. Kendi kendilerine;
"Arslanı öldürürsek bunlar uyanır, soygun yapmaya kalkışırsak arslan engel
olur." dedikten sonra bir çıkar yol bulamayarak başka bir kervanı soymaya
gittiler.
Orada da bir şey bulamayınca
tekrar sizin yanınıza geldiler. Arslan önlerine tekrar çıkınca, aralarında şöyle
konuştular: "Bunlar nasıl insanlardır ki hangi yönden yaklaşmaya çalıştıysak
orada bir arslan çıktı." Bunun iç yüzünü öğrenmek istedilerse de Allahü teâlâ
onların kalblerini mühürledi, dedi.
Talebe; "Yolda rastladığım
ölü tavşan neydi?" diye sorunca, Abdülazîz Debbağ; "Arslanın bir onuru vardır.
Bir insanın yüzüne sinek konsa nasıl eliyle kovalarsa, arslan da sizi korurken,
bir tavşan gelip önünde durdu. Sen ise onu görmedin. Arslan bir pençe vurarak
öldürdü." Buyurdu.
Mısır evliyâsından
Abdülazîz Dîrînî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün bir yere giderken, onu
tanımayan kimseler yanına gelip, "Kelime-i şehâdeti söyle bakalım." dediler. O
da peki deyip, okudu. Sonra onlar; "Şimdi kadıya gidelim. Onun huzûrunda yeni
müslüman olanların yaptığı gibi, sen de oku." dediler. Orada bulunan büyük küçük
herkes berâberce kadıya gittiler. Kadı hemen Abdülazîz ed-Dîrînî'yi tanıdı ve;
"Efendim, bu ne hâl? Bunlar kim?" dedi. O da; "Bilmiyorum. Bunlar beni ne
zannetti iseler, Kelime-i şehâdeti okumamı istediler ve buraya getirdiler. Ben
de onları kırmayıp geldim." dedi.
Abdülazîz ed-Dîrînî
hazretleri; Ali Müleyhî ismindeki zâtı çok sever ve sık sık ziyâretine giderdi.
Ziyâretlerinden birinde, Ali Müleyhî ikrâm olarak bir piliç pişirip getirdi.
Sofraya koydu. Berâberce yediler. Yemekten sonra ed-Dîrînî hazretleri; "Bunun
karşılığını inşâallahü teâlâ görürsünüz." buyurdu. Bir süre sonra Abdülazîz ed
Dîrînî, Ali Müleyhî'yi tekrar ziyârete gitti. Ali Müleyhî tekrar bir piliç
pişirdi ve ikrâm etti. Hanımı, pilicin ikrâm edilmesini pek hoş karşılamadı.
Piliç sofraya gelince, Abdülazîz Dîrînî kızarmış pilice bakıp, hişt demesiyle
piliç canlandı ve yürüyüp gitti. Sonra da; "Çorba bize yeter. Hanımınız
üzülmesin." buyurdular.
Bir gün talebeleri,
hocalarının kerâmet göstermesini akıllarından geçirdiklerinde; "Yavrularım,
bizler, yerin dibine batmaya müstehak kimseler olduğumuz hâlde batmamamız, bir
de Allahü teâlânın bizi, yeryüzünde bu hâlde bulundurması en büyük kerâmet değil
midir?" buyurdu.
Büyük velîlerden
Abdülbâki Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çocukluğunda,
Şâbân-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Abdülbâki Efendi’ye
isimlerini sorduklarında; "Abdülbâki" cevâbını verdi. Bunun üzerine Şeyh
hazretleri: "İsmin sâhibinin hâline tesiri vardır. İnşâallah sülûk edip,
evliyâlık makamlarında ilerleyip, hakîkaten Abdülbâki (Bâki olan Allah'ın kulu)
olursun." dedi.
Abdülbâki Efendi yıllarca
Şâbân-ı Velî hazretlerinin dergâhında hizmet etti. Şeyhine karşı pek saygılı ve
hürmetkâr olup, tasavvuf yolunda ileri derecelere kavuştu. Şâbân-ı Velî
hazretleri onun için:
"Eğer bizim Abdülbâki'nin
bir gözü daha olsaydı, ince mânâları mütâlaa ederken, kitâbı delip öte yana
geçerdi." demiştir.
Yine; "Sen zâhir ve bâtın
gibi iki ilim ile âlim ve ârif olacaksın. Yüksek makamlara çıkacaksın, balı yağa
katacaksın!" diyerek Abdülbâki Efendinin kemâl ehli olmasına işâret ettiler. Çok
geçmeden de kendilerine şeyhlik pâyesini vererek Çorum halkına doğru yolu
göstermek üzere gönderdiler.
Abdülbâkî Efendi yıllarca
burada insanlara vâz ve nasîhat vermekle ve ders okutmakla meşgûl oldu. Kıymetli
halîfeler yetiştirerek memleketin her tarafına gönderdi.
O insanlara doğru yolu
göstermek için bütün gayretiyle çalışırken Kastamonu'da Şâbân-ı Velî
hazretlerinin vefâtından sonra tekkeye şeyh olan Osman Efendi ile Hayrüddîn
Efendi de vefât etmişlerdi. Hayrüddîn Efendi vefât edince dervişler bir araya
geldiler. Abdülbâki Efendinin şeyhlik makamı için uygun olduğuna karar verdiler.
Kendisine geldikleri zaman Abdülbâki Efendi onlara dedi ki: Bir gün hocam
Şâbân-ı Velî hazretlerine sizden sonra seccadeye kim gelir diye sormuşlardı. O
da; "Osman gelir, sonra Hayrüddîn gelir, sonra seccade sahibini bulur." demişti.
Elhamdülillah bu hizmete lâyık görüldük, diyerek Kastamonu'ya geldi.
Hindistan evliyâsından
Abdülehad bin Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin odasına
bir gün, sâdık dostlarından birisi girmişti. İçeri girer girmez, Abdülehad
hazretlerini, uzuvları kopmuş ve kesilmiş, yere uzanmış bir hâlde gördü. İçeri
giren kimse, bu işi yapan, ya hırsız yâhut da düşmandır diye düşündü. Sonra
korkarak ve bağırarak, büyük bir üzüntü ile dışarı çıktı. Bir başkasına bu
durumu bildirdi. Hemen ikisi birden odaya girdiler. Bir de baktılar ki,
Abdülehad hazretleri, rahat ve sağlam bir şekilde murâkabe eder bir hâlde
oturuyor. Ağlayarak ayaklarına kapandılar. Onlara; "Ben hayatta kaldığım
müddetçe bu sırrı kimseye söylemeyin!" buyurdu. Bu hâlin sebebini sorduklarında
da; "Öyle bir şey idi ki, onu anlatacak söz bulamam." buyurdular. Fakat hâli ile
sanki Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin şu beytlerini terennüm ediyordu.
Düşmanız kendimize, o yâr
bizi çekiyor
Gark olmuşuz denize, bizi
dalga çekiyor.
Onun âşıklarına, Azrâil'in
yolu yok,
Dostun âşıklarını, sevdâ
aşkı çekiyor.
.
Susamışlar fîgân eder,
Gizlice yüz can verir,
dildâr-i peydâ çekiyor.
Yeter, âşıkların katlinin
sırrını söylersem,
Münkirleri kızdırıp,
inkârını çekiyor.
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
dergâhına yakın bir yerde, Kudüs ve Kâhire'de kâdılık yapmış olan İsmâilzâde
Efendi oturuyordu. Abdülehad Efendiye gider gelirdi. Yine bir gün dergâha acele
ile gelerek; "Efendim! Mâlumunuz, bir oğlumuz kaldı. O da tâûn hastalığına
yakalandı. Ölmek üzeredir. Duâ ve himmetlerinizi istemeye geldim." dedi.
Abdülehad Efendinin, yapacak bir şeyi olmadığını bildirmesi üzerine, Kâdı
İsmâilzâde Efendi; "Sizden murâdım nâil olmadıkça, buradan ayrılmam mümkün
değildir." diye ısrar etti. Duâ ve himmet etmeleri için çok yalvardı. Bunun
üzerine Abdülehad Efendi; "Bakalım Hak teâlâdan ne işâret buyurulur?" deyip
dışarı çıktı. İki rekat namaz kılıp murâkabeye vardı. Bir müddet o hâlde kaldı.
Sonra bulunduğu yerden çıkıp; "İsmâil Efendi, oğlun tâûndan kurtuldu. Sıhhate
kavuştu. Elbisesini giymiş bir hâlde odasında dolaşmaktadır." diye müjde verdi.
Buna çok sevinen İsmâil Efendi, Allahü teâlâya hamd ve senâda bulunup, Abdülehad
Nûrî'ye çok teşekkür etti. Evine vardığında oğlunu, Abdülehad Nûrî Efendinin
haber verdiği şekilde, odada elbisesini giymiş ve dolaşır buldu.
Abdülehad Nûrî Efendi'ye;
"Sultânım, böyle bir hastanın şifâya kavuşmasına vesîle olmak büyük bir iş, güç
ve kuvvettir." denildiğinde şöyle cevap verdi:
Evet öyledir. Fakat Allahü
teâlânın dilediği şey elbette olur. Allahü teâlâya, bu hastalığı o çocuktan
defetmesi için teveccüh edip yalvardığım zaman, tâûn askerinden ellerinde bir
defter ile dört kimse göründü. "Siz Kutbu âzam, gavs-ı âlem ve Allahü teâlânın
sevdiği bir kul olduğunuz hâlde, niçin Allahü teâlânın kazâ ve kaderine karşı
gelirsiniz. Bizim defterimizde ismi ve resmi ile vefâtı yazılı olan kimsenin
yaşamasını niçin istersiniz?" dediklerinde, onlara; "Benim Allahü teâlâya
teveccüh etmem, yalvarıp yakarmam da, Allahü teâlânın rızâsı, kazâ ve kaderi ile
değil midir?" dedim. O dört şahıs susarak kaybolup gitti.
Abdülehad Nûrî bin
Muslîhuddîn hazretlerinin; Doğruluğu, sadâkat ve bağlılığı ile bilinen ve
kâdılık yapan bir talebesi vardı. Çoluk-çocuğunu bir gemiye bindirerek, kâdı
tâyin olduğu yere gidiyordu. Bir ara büyük bir fırtına çıktı. Geminin yelkenleri
ve direkleri parçalandı. Gemide bulunanların hayattan ümitlerini kestikleri,
ağlayarak Kelime-i şehâdet getirdikleri ve Allahü teâlânın rahmetini diledikleri
bir sırada, Allahü teâlânın izni ile Abdülehad Nûrî Efendi onlara göründü.
"Niçin feryâd edersiniz? Deniz de bir mahlûk, emredileni yapan bir memurdur."
buyurup, denize; "Ey deniz! Allahü teâlânın izni ile sâkin ol!" dediğinde deniz
sâkinleşerek durulup gitti. Bunu görenler Allahü teâlâya hamd ü senâda
bulundular.
Körükçüzâde Efendi isminde
bir âlim, bir gün Süleymâniye Câmiinde vâz eder, altı gün de umûmi ders verirdi.
Abdülehad Nûrî Efendiye ve talebelerine gerek vâzında, gerekse derslerinde dil
uzatır, aleyhinde konuşurdu. Abdülehad Efendinin halîfeleri ve talebeleri, o
zâtın bu sözlerini duyunca çok üzüldüler, onu hocalarına şikâyet edip, vâzına ve
derslerine mâni olmasını istediler. Abdülehad Efendi de onlara; "Birkaç gün
tahammül edin. Onun bizi inkârı ve düşmanlığı, bize bağlılığa dönüşecek. Bizim
talebelerimiz arasına girecek. Vefâtımızdan sonra otuz sene tasavvuf yolunun
doğruluğunu müdâfaa edecek." dedi.
Çok geçmeden bir gün,
Abdülehad Efendi talebeleri ile berâber sohbet ederken; "İşte dostunuz
Körükçüzâde Efendi geliyor." dedi. Herkes hayretle onun gelişini bekledi.
Ansızın huzûra girdi. Abdülehad Efendinin ellerine kapandı. Hıçkırarak ağladı.
Abdülehad Efendi; "Gördüğünüz rüyâdan haberimiz var. Murâdınız ne ise onu
söyleyin." dedi. Körükçüzâde Efendi; "Saâdetli Sultânım! Bu köleniz kırk seneden
beri, medresede müderrislik yapmaktayım. Bütün vakitlerim ders okutmak, vâz
vermek, Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesi ile amel etmekle geçtiği
hâlde, niçin rüyâmda Resûlullah efendimizin mübârek cemâlini göremediğimi,
yüksek ve bereketli sohbetleri ile şereflenemediğimi, niçin mahrûm olduğumu
düşünerek uykuya daldım. Gördüğüm rüyâ ile bu derdime derman ve merhemin sizin
olduğunuzu anladım. Aman ne olur, benim bu derdime derman olun." diye ağlayıp
inledi. Bunun üzerine Abdülehad Efendi, onun kulağına bir şeyler söyledi.
Körükçüzâde Efendi kalkıp gitti. O gün öğleden sonra tekrar gelip ağlayarak; "Bu
ne büyüklüktür ki, kırk yıldır ilim ve amel ile, nefsi ıslâh ve takvâ ile
müşerref olamadım. Fakat sizin bir himmet ve işâretiniz ile, o Sultân-ı
enbiyânın mübârek cemâlini görmekle şereflendim." deyip Abdülehad Efendi'ye
talebe oldu.
Büyük İslâm âlimi ve evliyâ
Seyyid Abdülgafûr Hâlidî Müşâhidî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri'nin zamânında, bir gün Şeyh İbrâhim Fasîh Efendi ve Mevlânâ Hâlid
hazretlerinin dergâhının hatîbi Abdurrahmân Efendi, Seyyid Abdülgafûr Hâlidî
hazretlerinin meclisine gittiler. Allahü teâlânın ismi zikr edilip, ibâdet
edildikten sonra açık olarak duâ edilmeye başlandı. Abdülgafûr Hâlidî,
Nakşibendiyye yolu büyüklerinin isimlerini saydıktan sonra, Hâlidiyye'den olan
zâtların da isimlerini saydı. Fakat Abdullah (Ubeydullah) Hayderî'nin ismini
söylemedi. Hatîb Abdurrahmân Efendinin kalbinden; "Ne acâyib şey, Abdülgafûr
Hâlidî hazretleri ilk olarak terbiyesinde ve sohbetinde yetiştiği Abdullah (Ubeydullah)
Hayderî'nin ismini zikr etmesin!" diye geçti. Kalb gözü açık olan Abdülgafûr
Hâlidî hazretleri bu sırada; isim silsilesini sayarak; "Efendimiz, Allahü
teâlâyı tanıyan ârif, velî ve mürşid Seyyid Abdullah (Ubeydullah) Hayderî
şeyhimin de ruhuna..." deyince, Hatîb Abdurrahmân Efendi elinde olmadan
Abdülgafûr Hâlidî hazretlerinin ayaklarına kapandı. Meclisten ayrıldıktan sonra
İbrâhim Fasîh Efendi Hatîb Abdurrahmân Efendiye, Abdülgafûr Hâlidî'nin
ayaklarına neden kapandığını sordu. Hatîb Abdurrahmân Efendi; "Şerefli silsilede
Şeyh Ubeydullah Hayderî'yi neden zikr etmez diye gönlümden geçmişti. Tam bu
sırada Abdülgafûr Hâlidî'nin o mübârek zâtın ismini de söylediğini işitince,
şuursuz olarak ayaklarına kapandım. Gaflet içinde olduğumu anladım ve Abdülgafûr
Hâlidî hazretlerinin büyüklüğünü anladım." dedi.
Şeyh İbrâhim Fasîh Efendi
bir gün Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretlerinin dergâhında yüksek bir yerde
duruyordu. Seyyid Abdülgafûr Hâlidî hazretlerinin dergâhın yüksek olan yerine
çıkmak istediğini düşünerek kendi kendine; "Ben bu genç hâlimde buraya
çıkamıyorum. Nerede kaldı ki bu kadar ihtiyâr bir zat buraya çıkacak!" dedi. Bir
de baktı ki, Abdülgafûr Hâlidî on beş yaşındaki bir genç gibi yüksek yere çıkıp
geldi. Sonra da şöyle buyurdu: "Ey İbrâhim! Sen benim buraya çıkamayacağımı mı
zannediyordun?"
Onun yüksek hâl ve kerâmet
sâhibi olduğunu anlayan Şeyh İbrâhim Fasîh hemen Abdülgafûr Hâlidî'nin ellerine
kapanarak öptü. O da Şeyh İbrâhim Fasîh'in başını ve sırtını şefkatle okşadı. |