MENKIBELER (A - 1)
Tîmûr Han Afyon taraflarına
geldiğinde, Abapûş-i Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
bölgesine girmedi ve bâzı ihsânlarda bulunmak isteyince; "Bizim abamız,
elbisemizi terk ve ihtiyaçsızlık elbisesidir" deyip kabûl etmedi. Tîmûr Han
Abapûşî hakkında; "Böyle zatlar boş değildir. Allahü teâlâdan başkasından ne
korkarlar, ne bir şey beklerler. Şahların gönüllerinde onların heybeti, korkusu
yer etmiştir." dedi.
Abapûş-i Velî hazretlerinin
defninden sonra bâzı hâller görüldü. Talebeleri bunları hocalarının kerâmeti
olarak kabûl ettiler. Bu sırada sâdece görünüşe bakarak konuşanlardan birisi bu
hâllerin, talebeler tarafından uydurulduğunu, bunların aslının olmayacağı gibi
sözler söyledi. Ayrıca kabre inkâr gözü ile baktığı anda, Allahü teâlânın
gazâbına uğrayarak gözleri görmez oldu, dili tutuldu. Baştan ayağa kadar bütün
vücûdu titremeye başladı. Bu hâle yakalandığının üçüncü günü kötü bir vaziyette
öldü. Allahü teâlânın evliyâsı hakkında uygunsuz konuşmanın, onu inkâr etmenin
cezâsını hemen gördü.
Hâdîs âlimi, hatîb ve velî
Abbâs bin Hamza en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında,
Hasan bin Muhammed Nişâbûrî annesinden şöyle nakletti: Annem vefât etmeden önce
bana; "Sana hâmile iken babandan izin alıp Abbâs bin Hamza'nın sohbet ettiği
yere gittim. Münâsib bir yere durup, onu dinledim. Sohbetini bitirince; "Ayağa
kalkınız" dedi. Herkes kalktı ve hep birlikte ellerini açıp duâ etmeye
başladılar. Ben de el açıp; "Yâ Rabbî! Bana ilim sâhibi sâlih oğul ihsân et"
diye duâ ettim. Sonra eve döndüm. Gece bir rüyâ gördüm, bir zât bana; "Müjde
Allahü teâlâ senin duânı kabul buyurdu. Sana bir erkek evlâd verecek. O âlim ve
uzun ömürlü olacak" dedi.
Hasan bin Muhammed bunu
anlattıktan dört gün sonra vefât etti. Annesinin rüyâsında müjdelendiği gibi
âlim ve uzun ömürlü bir zât idi...
Dokuzuncu yüzyıldaki hadîs
âlimlerinin meşhûrlarıdan Abdullah bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Muhammed bin Harb el-Mekkî şöyle anlatır:
Abdullah bin Abdülazîz Ömerî hazretleri yanımıza gelmişti. Onun etrafına
toplandık. Mekke-i mükerremenin ileri gelenleri de oradaydı. Bu sırada Abdülazîz
Ömerî hazretleri başını kaldırınca, Kâbe-i muâzzamanın etrafında yükselen
sarayları gördü. Şiddetli bir şekilde bağırarak; "Ey bu köşkleri bu mukaddes
mekanın yanına dikenler! Ölünce, yapayalnız kalacağınız mezarların zifiri
karanlıklarını hatırlayınız. Ey zevk ve sefâ sahipleri, ey dünyâ nîmetleri
içerisinde yüzenler! Kabirde, kurtların, böceklerin, yiyecekleri ve gıdâları
olacağınızı, şu güzel vücutlarınızın, toprak altında çürüyeceğini, o gören
gözlerinizin akacağını, konuşan dillerinizin susacağını hiç düşündünüz mü?"
Abdülazîz hazretleri bunları söyleyince gözleri doldu.
Şeyh Muhammed bin Ebi'l-Fadl
şöyle anlatmıştır: "Zamânın sultânı Sultan Îsâ, bir gün Abdullah bin
Abdülazîz el-Yuneynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin huzûruna
gelip; "Efendim! Bize duâ ve nasîhat ediniz." deyince; "Ey Sultan! Zulümden,
kötülüklerden, şakî olmaktan sakın. Babanda bu haller görülmüştü. Sen öyle
olma!" dedi."
Bu sultan da, tebeasına âdil
davranmıyordu. Bu bakımdan, söylenilen sözlere kulak asmadan kalkıp gittiği gibi
Abdullah bin Abdülazîz hazretlerine de bir hîle yapmayı düşündü. Üç bin altın
götürüp, hediyemizdir, ihtiyaçlarınıza harcayınız diye vererek deneyecek, kabul
ederse hemen geri alacaktı. Ertesi gün hilesini yapmak üzere huzuruna tekrar
gitti. Yanında götürdüğü üç bin dirhemi önüne bırakıp; "Efendim, bunlar size
hediyemizdir. Buyurun, dergâhınızın ihtiyaçlarına harcarsınız!" dedi. Abdullah
bin Abdülazîz hazretleri sultana vakar ve heybetle bakıp; "Ey câhil! Kalk hemen
buradan git! Bizi denemeye kalkışıyorsun! Biz Allahü teâlâya duâ edersek yer
yarılır seni yutar. Bizi parayla ölçmek istiyorsun. Biz isteyince Allahü
teâlânın izniyle şu oturduğumuz seccâdenin altından, birinden gümüş diğerinden
altın akan iki çeşme ortaya çıkar! Su gibi altın ve gümüş akar." dedi.
Bu sözleri söyledikten sonra
seccâdenin kenarını kaldırdı. Huzûrunda bulunanlar iki çeşme gördüler,
birincisinden altın diğerinden de gümüş su gibi akıyordu.
Abdullah bin Abdülazîz
hazretlerinin zamânında Melîk Emced bir imârethâne yaptırıyordu. Binânın
inşâsında büyük taşlar kullanmak istedi. Beldesinde bulunan büyük taşların
kırılıp yontulmasını emretti. Ancak bu işle uğraşanlar taşları parçalamaya güç
yetiremediler. Ne kadar uğraştılarsa da âletleri bu iş için kâfi gelmedi ve
çaresiz kaldılar. Abdullah bin Abdülazîz hazretlerine gidip durumu anlattılar ve
yardım istediler. O da yardım etmeyi kabûl edip taşların bulunduğu yere
geleceğini söyledi. Beklemeye başladılar. Baktılar ki havada yürüyerek geliyor.
Sonra, gelip havada tam taşların üstünde durdu. Taşlar onun himmetiyle ve Allahü
teâlânın izniyle gözleri önünde istenildiği gibi parça parça ayrıldı. Bu
hâdiseye çok şaşan işçiler, gidip durumu Melik Emced'e anlattılar. Melik buna
hem çok hayret etti hem de pek memnun oldu. Derhal huzuruna gidip hürmetle elini
öperek teşekkür etti.
Zamânın sultânı Melîk Zâhir
Mücirüddîn, bir defâsında Evliyânın büyüklerinden Abdullah el-Acemî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin köyüne gitmişti. Abdullah el-Acemî bahçelerde
bekçilik yapıyordu. Melik onu bir bahçe içinde görüp:
"Ey Genç! Bize tatlı bir nar
getir." deyince, bulunduğu bahçedeki bir nar ağacından nar koparıp götürdü.
Melik kesip tadına baktı ve; "Bu nar ekşi sen nasıl bekçisin narın ekşisini
tatlısını ayırd edemiyorsun?" dedi.
Abdullah el-Acemî kendisine
âid olmayan meyvelerden hiç yemediği için, ekşisini tatlısını bilmiyordu.
Melîk'in sözleri üzerine hem üzüldü hem de mahcûb oldu. Gidip bir ağacın altında
namaza durdu ve iki rekat namaz kılıp şöyle duâ etti: "Yâ Rabbî bana hangi narın
tatlı olduğunu bildir, gidip Melîk'e vereyim..."
Onun namaz kılışını ve duâ
edişini seyreden Melik hayretinden atın üstünde donakalmıştı. Çünkü ağaçlar da
onunla secdeye gidiyorlardı. Hayatında ilk defa böyle bir halle karşılaşıyordu.
Hayretle; "Ağaçlar! Evet, ağaçlar! O secdeye kapandıkça ağaçlar da secdeye
kapandılar! Demek bu genç erenlerden!" diyerek atından indi. Ayakta durarak
Abdullah el-Acemî hazretlerine sevgiyle baktı. Sonra koşup ayaklarına kapandı.
Abdullah el-Acemî hazretleri
geri çekilerek böyle yapmasına mânî olmak isteyince Melik Zâhir; "Sen namaz
kılarken şu bahçenin bütün ağaçları seninle birlikte secdeye kapandılar. Bunun
kerametiniz olduğunu anladım. Sen mübârek bir kimsesin." dedi. Abdullah
el-Acemî'nin; "Belki hâyâl gördünüz..." buyurması üzerine;
"Hayır! Vallahi gerçek
gördüm. Melik aslında sizsiniz. Biz Melik değil sizlerin hizmetçisiyiz." dedi.
Bu konuşmalardan sonra Melik
Zâhir ona duyduğu yakınlığı daha da artırmak istedi. Ona ısınmış, kalbi
kaynamıştı:
"Benim edebli ve sana lâyık
bir kızım var. Onu size nikahlamak isterim." O; "Efendim ben, malı mülkü
olmayan, bir garibim" cevabını verdi.
Fakat Melîk niyetinde
kararlı ve çok ısrarlı idi. Abdullah el-Acemî hazretleri onun bu samîmî ve
candan isteği karşısında teklîfini geri çevirmedi. Nikâhları yapıldı.
Melik Zâhir saraya gidip
durumu hanımına anlatınca o da memnun olup, kızının çeyizini düzdü. Sonra,
kızını sultan kızına lâyık bir şekilde develer yükü çeyizle gönderdi.
Düğün alayı Abdullah
el-Acemî'nin köyüne yaklaşınca haberciler durumu Abdullah Acemî hazretlerine
bildirdiler. Bu haber üzerine düğün alayını karşıladı. Sultanın kızı bir deve
üstünde tahtırevan içinde geliyordu. Peşinde de katar hâlindeki develer üzerinde
yükler dolusu eşyâ vardı. Sultanın kızına yaklaşıp; "Ey Sultân kızı! Benim
hanımım olmayı mâdem ki kabul ettin, şimdi senden bazı isteklerim var!" deyince
kız; "Evet, buyurun söyleyin." dedi.
"O halde şimdi, sen üzerinde
bulunduğun deveden in! Üzerindeki o süslü elbiselerin yerine benim vereceğim şu
sâde elbiseyi giy. Sonra şuradaki bahçıvan evine gir." buyurdu.
Kız isteğini memnuniyetle
yerine getirdi.
Melik Zâhir ile Abdullah
el-Acemî hazretlerinin arasında geçen bu hâdise Irak'ta evliyâ bir zât ve
talebeleri tarafından duyulmuştu. Ziyâret etmek için Abdullah el-Acemî'nin
köyüne geldiler.
Köye geldiklerinde, Abdullah
el-Acemî bahçede çalışıyor, bahçenin otlarını topluyordu. Gelen ziyâretçi
heyetinin reisi Allahü teâlâya duâ etti ve otlara işaret etti. Allahü teâlânın
izni ile otlar bir yere toplandı. Abdullah el-Acemî hazretleri onları
karşıladıktan sonra; "Niçin böyle yaptınız?" diye sordu. O zât; "Efendim sizin
yorulmamanızı, nasihat etmenizi istedim." deyince de;
"Biz, böyle olmasını
isteseydik, Allahü teâlânın izni ile otlar toplanırdı. Lâkin biz alın teri ile
lokma yeriz." dedi ve alnında toplanan terleri sildi. Terleri parmaklarından
damla damla toprağa döküldü. Sonra; "Ey bahçemin otları eski bulunduğunuz yere
dönünüz." dedi. Otlar bahçeye yayılıp eski hallerini aldılar.
Ziyâretine gelen zât onun
yanından ayrılmadı. Vefâtına kadar hizmetinde ve sohbetinde bulundu.
Hindistan evliyâsından ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ileilgili olarak, Meyân Ahmed
Yâr şöyle anlatır: Bir gün mübârek hocam ile birlikte, kızı vefât etmiş olan
yaşlı bir hanımın evine tâziyeye gittik. Hazret-i Şeyh, o hanıma hitâben; "Allahü
teâlâ, sana ona karşılık daha iyisini ihsân eder." dedi. Kadın; "Hocam! Ben
ihtiyârım, kocam da çok ihtiyârdır. Bu durumda bizim artık çocuğumuz olmaz."
diye cevap verince, hocam; "Hak teâlâ her şeye kâdirdir." buyurdu. Sonra
birlikte o evden çıktık ve eve bitişik bir mescide geldik. Hocam abdestini
tâzeledi ve iki rekat namaz kıldı. O kadına çocuk vermesi için Allahü teâlâya
duâ etti. Sonra bana dönüp; "Allahü teâlâya, o kadına bir çocuk vermesi için
arz-ı hâcette bulundum. Duâmın kabûl olduğuna dâir alâmetleri gördüm. İnşâallah
çocuğu olacaktır." buyurdu. Daha sonra hocamın buyurduğu gibi, Allahü teâlâ, o
kadına bir oğul verdi ve çok yaşadı.
Evliyânın meşhurlarından ve
Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) talebelik yıllarını şöyle anlatır: "Kışın cübbem yoktu. Hava da çok
soğuk idi. Evimde ancak üzerinde yatabileceğim kadar bir hasırım vardı. Üzerimi
de bir keçe parçası ile örtüyordum. Keçeyi başıma doğru çeksem ayağım, ayağıma
doğru çeksem başım açık kalırdı. Yastık olarak da bir kerpiç kullanırdım. Bir
de, meclislerde giydiğim elbiseyi asacak bir çivi vardı. Bir gün, büyük
zâtlardan birisi bize geldi ve hâlimi gördü. Parmağını ısırıp ağlamaya başladı.
Bir müddet sonra, başından sarığını çıkarıp önüme koydu. "Buna benden çok sen
lâyıksın." demek istedi."
Anadolu’da yetişen büyük
âlim ve velîlerden Seyyid Abdurrahmân Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin kerâmetleri vefatından sonra da görüldü. Abdurrahmân Tâgî
(Tâhi) şöyle anlattı:
Babam Budağ Hanın yanında
çalışırdı. O anlattı: Han, askerleriyle berâber Seyyid Abdurrahmân Kutub
hazretlerinin kabri yakınlarına gelmişti. Mola verdikleri yerde, Yûsuf Efendi
askerlerden ayrılıp, Seyyid Abdurrahmân'ın kabri başına geldi ve Seyyid
hazretlerini kabrin üzerinde oturuyor gördü. Kendini görünce yüzünü çevirdi,
başka yere bakmaya başladı, hiç iltifât etmedi. Yûsuf Efendi yüz bulamayınca,
doğru askerin yanına gelip komutana silâhını ve elbiselerini çıkararak teslim
etti. Silâhını teslim ettiğini gören Han, Yûsuf Efendiyi tehdîd ederek; "Bizden
vaz geçersen seni Nirib nâhiye müdürlüğünden azlederim, evini oradan çıkarır
seni öldürürüm." dedi. Yûsuf Efendi aldırış etmedi. Doğru Abdurrahmân
hazretlerinin kabri başına geldi. Bu defâ kabrinin üzerinde oturduğu hâlde ona
güler yüzle bakıyordu ve; "Mevlânâ Yûsuf! İlk geldiğinde senden yüz çevirmiştim.
Şimdi ise yüzümü sana döndüm, tövbe et!" buyurdu. O da şimdiye kadar
yaptıklarına tövbe edip Abdurrahmân hazretlerinin elini öptü. Ondan nasîhat
alarak ayrıldı. O nasîhatlara uyarak mutlu bir hayat yaşadı ve han da kendisine
hiç bir kötülük yapamadı.
1974 Kıbrıs harekâtından
sonra Van'ın Hoşab (Güzelsu) kazâsına âilesi ile birlikte bir hava binbaşısı
gelip Seyyid Abdurrahmân Arvâsî hazretlerinin kabrini sordu. Kabrin bulunduğu
yere varıp, orada bir koç kesip fakirlere, şeker alıp çocuklara dağıttı.
Kendisine bu yaptıklarının ve ziyâretinin sebebi sorulunca, şöyle anlattı:
Kıbrıs harekâtı sırasında
adanın üzerinde uçuyordum. Beşparmak Dağlarındaki Rum yuvalarını, oyuklarını,
mazgallarını ve müstahkem mevkı ve mevzilerini bombalayıp dönecektim. Omuzumda
iki el hissettim. Korktum. Baktım ki sarıklı, sakallı, nûr yüzlü ihtiyâr bir
zât. "Evlat, filan mevzileri de bombala!" buyurdu. "Benzinim dönüşe yetmez."
dedim. "Korkma ben tekeffül ediyorum." deyince döndüm. Gösterdiği mevzi ve
hedefleri de bombaladım. Mersin'e doğru gelirken; "Gördün mü benzinin yetti."
buyurdu. Ben merak edip o zâta; "Siz kimsiniz?" diye sordum. "Van'ın Hoşab
kazâsından Seyyid Abdurrahmân'ım." buyurdu. "Sağ mısınız?" dedim. "Değilim ama,
böyle savaşlarda ve sıkıntılı durumlarda yardıma koşarım." buyurdular.
Seyyid Abdurrahmân Arvâsî
hazretleri ihsân sâhibiydi. Mal ve canını Allahü teâlânın dînini yaymak için
sarf etti. Zamânının kutbu olduğu için uzak yerlerde Allah yolunda, O'nun dînini
yaymak için savaşanların yardımına koşardı. Hanımı şöyle anlattı:
Efendim, arada-sırada
silâhlarını kuşanır, evden çıkar, sabahtan önce yine eve gelirdi. Geldiğinde
üstünde-başında kan lekeleri olurdu. Elbiselerini yıkar sesimi çıkarmazdım. Yine
elbiseleri kan içinde kaldığı bir gün kendisine; "Efendi! Sık sık gidip, sabaha
bu vaziyette geliyorsun. Nereye gidiyorsun ve elbisen niçin kan içinde
dönüyorsun?" diye sordum. O da; "Hanım, sağlığımda iken kimseye söylemezsen, bu
sırrı sana söylerim." dedi. Ben de; "Söylemem." dedim. Bunun üzerine; "Biz
vazîfemiz îcâbı zaman zaman dünyânın neresinde müslümanlarla kâfirlerin harbi
varsa oraya gideriz. Müslümanlara yardım eder, küffâr ile harbederiz. Ayrıca
darda kalmış müslümanların da yardımına yetişiriz." Buyurdu. Ben bu sırrı o
vefât edinceye kadar kimseye söylemedim, sakladım. |