|
MAL
Evliyânın meşhurlarından ve
Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri şöyle buyurdular: "Malı seviyorsan, yerine sarf et de
sana sonsuz arkadaş olsun! Eğer sevmiyorsan, ye de yok olsun."
Anadolu velîlerinden
Ahmed Mürşidî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün şöyle vâz etti: "Ey
insanoğlu! Bil ki o sakladığın mallar senin değil, hepsi emânettir. Bir gün sen
âhirete göçersin onlar burada kalır. Oraya bir kefenden başka bir şey
götüremezsin. Bir gün biriktirdiğin malları mîrasçılarına bırakıp gidersin.
Bütün mal ve mülkün elinden gidip, o benim malım mülküm dediğin şeyler, yeni
sâhiplerinin eline geçer. Her topladığın malın hesâbını yarın kıyâmet gününde
vereceksin. Bu hâlinle kıyâmet günü hâlin ne olacak? Sana söylenecek en tesirli
söz şu olsa gerek: "Sen bu geçici dünyâyı bâkî mi sandın? Hâlbuki bunların hepsi
fânî idi. Çok mal toplayanlar yarın kıyâmet gününde hepsinin hesâbını
vereceklerdir. Birçok soru ve suâlden sonra malının helâl olduğu anlaşılan kimse
kurtulur. Haram ise, elbette azâb ederler. Helâl malın zekâtı sorulur. Eğer
hesâbı kolay verirsen kurtulursun.
Ey bu fânî mülkün rağbetlisi
olan insan! Kalbini durmadan, uzun uzun, bitmez tükenmez emellerle
dolduruyorsun. Aklın varsa ihtiyâcından fazlasına heveslenme. Bu fânî âlemde
kimse bâkî kalmaz. Şimdi elinde tuttuğun için, sâhibi olduğunu sandığın
şeylerin hiçbirisi aslında senin değildir. Bir gün bu yerden elbette
ayrılacaksın. Topladıklarının hiçbiri bu dünyâdan seninle berâber gitmez. Mezara
bir kefenle girersin. O gözünden bile kıskandığın malının sefâsını mîrasçıların
sürer. Çoğu zaman seni rahmetle anmak akıllarına bile gelmez. Bu fânî dünyânın
malına îtibâr etme. İyi kimselerin yolunda yürü. Malın varsa bile, sakın ona
muhabbet eyleme. Sana emânet olan mallara benim deme, gaflet gösterme. Bilirsin
ki bu fânî âlem bir misâfirhânedir. Bir an önce yolculuk hazırlığı yapmayan
divânedir. Bu dünyânın değişmez âdeti şudur: "Gelen gider konan ise göçer. Çünkü
yakında sen de bu dünyâdan gideceksin. Gönül vermen boşuna, çabuk unutursun.
Birisi ile çok dostluk edip ona iyice alışırsan, ayrılması da çok güç olur. Kim,
bu yer benim dedi ise, sonunda o yer onu yedi."
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde
talebelerine buyururdu ki: "Malının çokluğu dillere destan olan Kârûn bile,
malının hayrını, faydasını göremedi. Nihâyet toprak altında yok olup gitti."
Meşhûr velîlerden Ali
Müzeyyen (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yemin ederim ki helâk
olanlar kalplerinde zenginlik sevgisi taşıdıkları için helâk olurlar."
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) malının
çokluğuna rağmen, bunlara hiç muhabbeti yoktu. Bir gün talebelerinden birine
içerden, içinde beş bin dînâr bulunan bir kutuyu getirmesini söyledi. Fakirlere
dağıtacaktı. Talebe gitti. Biraz sonra gelip, kutuyu yerinde bulamadığını
söyledi. Behâeddîn Zekeriyyâ; "Elhamdülillah." dedi. Biraz sonra talebe tekrar
gelip, kutunun bulunduğunu söyleyince yine; "Elhamdülillah." dedi. Hâdiseye
şâhid olanlar, her iki hâlde de hamdetmesinin hikmetini suâl ettiler. Bunlara
cevâben buyurdu ki: "Dervişler için dünyâlık olan şeyin varlığı ile yokluğu
birdir. O şey gelince sevinmezler, gidince üzülmezler. Kutunun kaybolup
gittiğini öğrenince, kalbime baktım. Dünyâlığım gittiği için bir üzüntü hâlinin
bulunup bulunmadığını, üzülüp üzülmediğini kontrol ettim. Bir değişme olmadığını
anlayınca, Allahü teâlâya hamdettim. Kutunun bulunduğunu söyledikleri zaman bir
sevinme hâli olup olmadığını yine kontrol ettim. Sevinç hâli bulunmadığını
anlayıp, yine Allahü teâlâya hamdettim."
Osmanlı âlimlerinin
meşhûrlarından, büyük velî İmâm-ı Birgivî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyururdu ki: Mal büyük bir nîmettir. Malı isrâf, Allahü teâlânın nîmetini hakîr
görmek, nîmete kıymet vermemek, nîmeti elden kaçırmak, kısaca küfrân-ı nîmet
etmek, yâni şükür etmemek olur. Bu ise, nîmeti verenin düşman muâmelesi
yapmasına, azarlamasına ve azâb etmesine sebeb olacak büyük bir suçtur. Nîmetin
kıymeti bilinmeyince, hakkı gözetilmeyince elden gider. Şükür edilince ve hakkı
gözetilince elde kalır ve artar. Cenâb-ı Hak, İbrâhim sûresi, yedinci âyetinde
meâlen; "Şükr ederseniz, verdiğim nîmetleri elbette arttırırım." buyuruyor.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine,
Selçuklu Sultânı Rükneddîn beş kese altın gönderip almasını arzu etti.
Talebelerinden Mecdüddîn, Mevlânâ'ya altınları arz edince; "Beni hakîkaten
seviyorsanız, bu altınları dışarıdaki çamurun içine atın!" buyurdu. Talebeleri
bu emri derhal yerine getirdiler. Dünyâya kıymet veren bâzı kimseler, bu
altınları almak için çamurun içinde aramaya başladılar. Fakat üstleri, başları,
yüzleri çamurdan görünmez hâle geldi. Mevlânâ, talebelerine onların bu
vaziyetlerini göstererek; "Bu altınlar, şu gördüğünüz dünyâ ehlinin üstünü
başını batırdığı gibi, âhiret ehli olanların da kalbini karartır, kirletir.
Çeşitli günahlara sevkedip, ibâdetlerden alıkoyar. Bu sözlerimi yanlış
anlamayınız. Dünyâ için çalışmayınız demek istemiyorum. Dünyâ malının
muhabbetini kalbinize koymayınız diyorum. Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyâya, yarın
ölecekmiş gibi âhirete çalışmak lâzım geldiğini herkes bilir. Burada dikkat
edilecek nokta; hırs ve tamâ yapmadan kanâat üzere bulunmaktır. Dünyâda, âhiret
saâdeti için çalışmalı, kazanmalı, niyeti düzeltmelidir. Çünkü İslâmiyet,
insanlara faydalı olmayı emreder. En büyük saâdet, en büyük sermâye, helâlinden
kazanıp, hayır ve hasenât yaparak âhirete göndermektir. Buna rağmen asıl
sermâye, mal, mülk, para sâhibi olmak değil, ilim, amel, ihlâs ve güzel ahlâk
sâhibi olmaktır." buyurdu.
Yemen'de yetişen evliyânın
büyüklerinden Da'lec bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak Ebû Amr Muhammed bin Abbâs şöyle anlatmıştır: "Da'lec bin Ahmed,
beni evine götürmüştü. Evindeki malları, paraları gösterip, bunlardan istediğin
kadar al dedi. Teşekkür edip, sıkıntıda değilim dedim."
İbn-i
Ebî Mûsâ'ya, bir yetime âid on bin dirhem, büyüyünce teslim için verilmiş ve
kendisi vasî tâyin edilmişti. Bir ara sıkıntıya düşüp, bu paraları harcamıştı.
Yetim büyüyüp yetişince, kâdı, hâkim paranın teslim edilmesini istedi. İbn-i Ebî
Mûsâ durumu şöyle anlatmıştır: "Yetimin parası istendiği sırada ödeyecek param
yoktu, yeryüzü bana âdetâ dar geldi. Sıkıntıdan çâre aramaya başladım. Katırıma
binip, Kerh şehrine doğru yola çıktım. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı
bilemiyordum. Katırı serbest bıraktım. Yolum Da'lec bin Ahmed'in mescidine
vardı. Mescide girip sabah namazını Da'lec bin Ahmed'in arkasında kıldım.
Namazdan sonra beni evine götürdü. Hoş geldin deyip, yemek hazırlattı. Sofraya
oturunca; "Sende bir sıkıntılı hâl görüyorum." dedi. Ben de durumumu anlattım.
"Yemeğini ye, ihtiyâcını hallederiz." dedi. Sonra sofraya tatlı geldi. Onu da
yedikten sonra, sofradan kalkıp ellerimizi yıkadık. Hizmetçisine, "Şu kapıyı
aç!" diyerek bir kapı gösterdi. Kapıyı açıp, bir odaya girdi. Odada mallar ve
para kasaları vardı. Bana on bin dirhem verdi. Sevincimden uçacak gibi idim.
Parayı aldıktan sonra vedâlaşıp ayrıldım. Gidip borcumu ödedim. Aradan üç sene
geçti. Bu zaman içinde işlerim iyi gitti. Otuz bin dinâr kazandım. Daha önce
aldığım on bin dirhemi ödemek için Da'lec bin Ahmed'e gittim. Yine berâber namaz
kıldıktan sonra evine gittik. Sofra kuruldu. Yemek yedik. Yemekten sonra hâlimi
hatırımı sordu. Ben de hâlimi bildirip, daha önce aldığım on bin dirhemi ödemek
için geldiğimi söyledim. "Sübhânallah! Onu sana borç olarak vermedim, hediye
ettim." dedi. Ben de; "Efendim bu malın aslı nedir ki, bana on bin dirhem hîbe
ettiniz?" dedim. Şöyle cevap verdi: "Yetişip büyüyünce Kur'ân-ı kerîmi
ezberledim, hadîs-i şerîf dinleyip, öğrendim ve ticâret yaptım. Bir tüccar bana
gelip, Sen; "Da'lec bin Ahmed misin?" dedi. "Evet." dedim. "Ben malımı ortak
olmak üzere sana teslim etmek istiyorum. Bir defter tut, kazançları peyderpey
teslim edersin." dedi. Ayrıca bu maldan bol bol sadaka dağıtmamı da tenbih etti.
Ticâret yapmak üzere bana binlerce dinâr bıraktı. Her sene gelir giderdi. Her
gelişinde de, bir o kadar daha mal getirirdi. Yine bir senenin sonunda gelip;
"Ben, deniz seferlerine çıkan biriyim. Bir kazâya uğrayabilirim. Bu malın hepsi
senindir. Bu maldan sadaka dağıt, câmi yaptır." dedi ve ayrılıp gitti. Ben de
onun arzusunu yerine getiriyorum. Allahü teâlâ bana bol servet ihsân etti. Bunu
ben hayatta olduğum müddetçe kimseye anlatma." buyurdu.
Son devir velîlerinden
Dârendeli Muhammed Hilmi Efendi (rahmetulahi teâlâ aleyh) malın faydalı mı
zararlı mı olduğu yolunda soru soran bir kimseye: "Mal yılana benzer. Hem zehiri
hem de panzehiri vardır. Eğer insan fayda ve zararını bilirse o yılanın
şerrinden kurtulur. Malın faydası; şahsına, çocuklarına, hanımına isrâf etmeden
sarf etmek, geri kalanı da hac, cihâd, dîn-i İslâmı yayma, câmi yaptırma ve
fakirlere vermekle olur."
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Abdullah Seczî (rahmetullahi teâlâ aleyh) dünyâya ve dünyâ malına aslâ
düşkünlük göstermezdi. Tasavvufta yüksek hallere gark olmuştu. Bir gün
sevenlerinden biri; "Bir dinar param var onu sana vermek istiyorum. Ne
dersiniz?" deyince; "Eğer onu bana verecek olursan senin için iyi olur.
Vermezsen benim için hayır olur. Sen bilirsin." diye cevap verdi.
Endülüs’te ve Mısır’da
yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı
Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlattı: "Mevkı ve makam sâhibi,
varlıklı, zengin bir kimse, büyüklerden birisine; "Sana iyilikte bulunabilirim.
Arzu ve ihtiyaçlarını bana bildirebilirsin." dedi. O zât da; "Sen, bana böyle
söylüyorsun ama, benim iki tâne kölem var. Ben onlara hâkimim ve onlar benim
emrim altındadır. Sen ise, bu ikisinin hâkimiyeti altındasın. Onlar sana
hükmediyorlar. Ben, o iki şeyi kahrettim. Seni ise, o ikisi kahretti. O iki
şeyden birisi şehvet, diğeri ise hırstır. (Şehvet; nefsin, aşırı ve zararlı
istekleridir. Hırs; azgınlık, kızgınlık, sonu gelmeyen arzu demektir.) Yâni sen,
benim kölelerimin kölesisin. Kölelerimin kölesi olan birine ihtiyaçlarımı
bildirip, ondan fayda ve menfaat beklemem doğru olur mu?"
Tâbiînin ve bu devirdeki
evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Allahü teâlâ hakkı için söylüyorum. Hiçbir kimse altın ve gümüşü
ile Allahü teâlâ katında azîz olmadı. Altını ve gümüşü olmayan hiç bir kimse de
Allahü teâlâ katında bu sebeple zelîl olmadı."
Tefsîr, hadîs, târih ve
Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi, büyük velî İbn-i Cevzî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: "İyi niyetle mal kazanmak, mal kazanmamaktan iyidir."
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) Abbâsî halîfelerinden birinin
huzûruna girdi. Halîfe bu sırada su içiyordu. Halîfe, İbn-i Semmâk'a; "Bana
nasîhat et." dedi. İbn-i Semmâk; "Susuzluktan ölecek bir halde olsan ve seni
ölümden kurtaracak suyu bütün servetin karşılığında verecek olsalar ne
yapardın?" diye sordu. Halîfe: "Bütün servetimi verir suyu alırdım." deyince İbn-i
Semmâk; "O halde, bir bardak su kadar kıymeti olan servetinle niçin öğünüp
duruyorsun?" dedi.
Çin, Hindistan, İran ve
Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî
olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İki
lirayı gözlerinize koyun, gözleriniz dışarıyı göremez olur. Peki ya binlerce
lira ve parayı kalbine koyan, bunlara muhabbet edenin hâli nice olur."
Tâbiîn devrinin
meşhurlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Ka’b el-Kurezî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Allah yolunda mal dağıtmayı çok severdi. Bir gün eline bol miktarda
mal, servet geçmişti. “Bunu, oğlun için mi alıkoyuyorsun?” dediklerinde, buyurdu
ki: “Hayır, servetimi kendim için alıkoyacağım. Yâni Allah rızası için
dağıtacağım. Oğlumu da Allahü teâlâya emânet edeceğim.”
Büyük velîlerden Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Para, eskiden sevimsizdi.
Ama şimdi müminin kalkanıdır."
Hindistan’ın büyük
velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Mal
sevgisi ve cimrilik, insana zararlı olur. Asıl maksaddan uzaklaştırır. Bu ise
insanı sıkıntıya düşürür, mânen rahatsız eder. İnsanın mal sevgisinden ve
cimrilikten kurtulması ancak yanındaki çok sevdiği şeyleri fakirlere vermeye
kendini alıştırmakla olur."
Tâbiînin meşhûrlarından velî
Ubeyde bin Muhâcir (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok zengindi. Bütün malını
mülkünü satıp sadaka olarak dağıttı. Kendine sâdece oturacak bir ev kalmıştı.
Şöyle derdi: "Ey Dımaşklılar, şu nehir altın ve gümüş dolu olarak aksa, herkes
ondan kapışsa, ben dönüp bakmam." Vefât ettiğinde sadece tekfin ve techizine
yetecek kadar parası kalmıştı.
Büyük velîlerden Yahyâ
bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Para akrebdir.
Panzehirin yoksa, onu eline alma. Çünkü seni sokar ve öldürür. Paranın
panzehiri, helâl yoldan kazanıp, meşrû yere sarfetmektir.”
Tebe-i tâbiînin âlim ve
velîlerinden Zâhid İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde: “Şu
gördüğünüz arâzilerin hepsini iki kuruş karşılığında bana verseler hiç sevinmem.
Zîrâ bu dünyâdaki bütün mal ve mülk geçicidir. Yok olmaya mahkûmdur. Biz
öleceğiz, malımız ve mülkümüz dünyâda kalacaktır” buyurdular.
Mekke yolunda, Abdurrahmân
bin Ömer’in elinden tutup buyurdular ki: “Ey Abdurrahmân! Sen zevk ve keyfiyle
uğraşanların kapıları önünden geçtiğinde onlara; “O yüksek köşkleri ve kaleleri
yaptıranlar hani, bu muhteşem köşk ve muazzam kalelerde sizden önce zevk ve sefâ
sürenler, bütün dünyâ bizimdir diyenler nerede?” diye sor. Muhakkak ki, onların
hepsi ölüp gittiler. Sen, çok ibâdet edenlerin yanlarına varırsan onlara; “Ey
âbidler! Ölüm vaktiniz gelip, âhirete göçtüğünüz zaman, istirahatin en güzeli
sizin içindir” dersin.” |
|