KUL
- 1
Her insan, kulluk
vazîfelerini yapmak için yaratıldı. Onun için herkes, Allahü teâlâyı yaratıcı,
kendisini yaratılmış bilmelidir. Bir kimsenin, Allahü teâlâya kul olması için,
O'ndan başka şeylere kul olmaktan ve bağlanmaktan tam kurtulması lâzımdır. Bunun
için büyük âlim ve velî İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî vilâyet yâni
evliyâlık mertebelerinin sonunun, en yükseğinin abdiyyet (kulluk) makâmı
olduğunu ifâde etmiştir.
(E. Ans. c.1, s. 6)
Evliyânın büyüklerinden
Abdülmecîd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Mevlânâ
hazretlerinin şu sözünü sık sık söylerdi.
"Men bende şüdem, bende
şüdem, bende, şüdem
Men bende behaclet beser
efkende şüdem
Her bende şeved şâd ki âzad
şeved
Men şâd ezânem ki türâ bende
şüdem"
(Allahım ben kul oldum, kul
oldum, kul oldum. Kulluktaki vazîfemi yapamadığımdan utanarak başımı eğdim. Her
kul kapısından âzâd olduğunda sevinir mesrûr olur. Bense ne zaman sana tam kul
olursam o vakit şad olur, neşelenirim.)
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâ bir
kulundan şunları ister. Kalbin; Allahü teâlânın evine hürmet, yarattıklarına
şefkat etmesi. Lisanın; Kelime-i tevhidi söyleyip, yaratıklara yumuşaklıkla
muâmele etmesi. Bedenin; ibâdet ve tâatte bulunup, müminlere yardım etmesi.
Huyun; Allahü teâlânın hükmüne sabır gösterip, yarattıklarına karşı halîm-selîm
olması."
Allahü teâlânın emirlerine
uymayı tercih etmek, nefsi ayıplamak ve dostların nasîhatini öğüt kabûl etmek
husûsunda da şöyle buyurmuştur: "Kul, gizli ve açık her zaman Allahü teâlâya
itâat eder, hiç bir an O'nun emrinden çıkmaz. Kendisine kötülük edene iyilik
eder, nefsin arzusuna uymaz, nîmet zamânında şükreder, şiddet zamânında
sabreder. Kendinden aşağı olana ikrâm eder. Kendisiyle istişâre edenin sözünü
dinler."
Büyük velîlerden Ebû Hafs
Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Kulu Allahü
teâlâya yaklaştıran en iyi iş nedir? dediler. Haddâd hazretleri; "Kulu, Allahü
teâlâya yaklaştıran en iyi vesîle, kulun her hâlükârda dâimî sûrette O'na
ihtiyaç duyması, bütün işlerde sünnet-i seniyyeye dört elle sarılması ve gıdâyı
helâl yoldan temin etmesidir." buyurdular.
"Ubûdiyyet (kulluk) nedir?"
diye sordular. O; "Malı bırakıp emrolunan husûsa sımsıkı sarılmakdır. Hak aramak
yerine vazîfeye koşmaktır."
"Öyleyse kerem nedir?"
"Dünyâyı ona muhtac olanlara bırakıp, Allahü teâlâya kulluğa yönelmektir."
buyurdular.
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Allahü teâlâ ile kul arasında perde, yer ve gök değildir. Arş ve Kürsî de
değildir. Perde, insanın benliğidir. Bu aradan kaldırılırsa Allah'a kavuşulur."
"Kim kendini iyi zannederse
o kendisini bilmiyordur."
"Kul, Allahü teâlâ için neyi
terk ederse, Allahü teâlâ ona karşılık daha hayırlısını verir."
"Kişinin helâkı, Allahü
teâlâdan başkasına gönül bağladığı şeydir."
Dîvân şâirlerinden ve
mevlevî şeyhi Esrâr Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) ve hocası Şeyh
Gâlib’in Osmanlı Sultanı Üçüncü Selîm Hana tam bir muhabbet ve bağlılıkları
vardı. Bu durum Sultanın aleyhinde olanların onlar hakkında ileri geri
konuşmalarına sebep oluyordu. Bunlara karşılık bir gazelinde;
Ne Süleymân ne Selîm'in
kuluyuz,
Hazret-i Rabb-i Rahîmin
kuluyuz.
Husrev-i âleme yok
minnetimiz,
Öyle bir şâh-ı kerîmin
kuluyuz.
diyerek çok güzel bir cevap
vermiştir.
Sofiyye-i aliyye denilen
büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Kul, ubûdiyetin, kulluğun bütün şartlarını kendinde toplarsa, Allah'tan
başkasına kul olmanın yorgunluğundan kurtularak hürriyete kavuşur, külfetsiz ve
sıkıntısız bir şekilde Allah'a kul olmanın zîneti ile süslenir. Peygamberlerin
ve sıddîkların makâmı budur. Bu durumdaki kula ibâdet ve tâat zor gelse bile,
Allahü teâlânın yardımı ile onu zevk ve gönül rahatlığı ile îfâ eder. İslâmiyet
yönünden bu nevî ibâdetlerle süslü bulunduğu halde ibâdetlerinde kalbine en
küçük bir meşakkat, sıkıntı ârız olmaz."
"Kim hürriyeti murâd
edinirse ubûdiyyete, kulluğa sıkı bir şekilde devâm etsin. Hakîkî hürriyet
Allah'tan başkasına kulluk yapmamaktır."
"Azîz ve celîl olan
Allah'tan başka bir şeyden korkan veya bir şeyi ümid eden kimsenin yüzüne,
Allahü teâlâ bütün kapıları kapatır, ona âdî bir korkuyu (Allah korkusunun
dışında kalan korkuları) musallat eder. Kendisi de onun arasına yetmiş perde
çeker, bu perdelerin en incesi şüphe, vesvese olur."
Büyük velîlerden İbn-i
Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâ bir kuluna
hayır murâd ederse, ona sâlih ve ihtiyar zâtlara hizmet etmeyi, onların
istedikleri işleri yapmayı, hayır yollarına girmeyi ve bu hayırları görmeyi
nasîb eder."
"Kula lâzım olan şey,
sünnete uygun olarak kulluğa yapışmak ve bu yolda yürümektir."
Yine buyurdular ki:
"Emirleri hafif tutmak, o emri veren âmiri az tanımaktan ileri gelir. Eğer kul,
emir veren, âmir olan Allahü teâlâyı tam hakkı ile tanırsa, emirlerini hafif
görmez."
İstanbul'da medfûn bulunan
en büyük üç evliyâdan biri olan Seyyid Murâd-ı Münzâvî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kul ile Rabbi arasında olan muâmele, henüz sütten
yeni kesilmiş mâsum bir çocuk ile annesi arasında olan muâmele gibi olmalıdır.
Mâsum çocuk annesini kaybetmiş, oturmuş ağlar. Annemi isterim, der. Annenin ismi
nedir oğul dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. Annenin evi
nerededir dediklerinde, bilmem der. Yine annemi isterim diye ağlar. İşte bu
şekildeki çocuğu herkes korur, yardımcı olur."
Büyük ve meşhûr velîlerden
Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kul;
nâfileleri yaparken farzları yapmayı unutursa ve bedeni ile ibâdet ederken,
kalbi Allahü teâlâdan gâfil olursa, Hak teâlâdan uzaklaşır."
Yine buyurdular ki: "Kulun
amellerini boşa çıkaran, kalbleri bozan, kulu en süratli helâke götüren, devamlı
hüzne boğan, cezâyı çabuklaştıran, riyâyı sevdiren, ucba (amellerini beğenip
güzel görmek) götüren, baş olmak hevesine kaptıran şey, insanın nefsini
tanımaması, kendi ayıblarını bırakıp, başkalarının ayıblarını görmesidir."
"Kul dört şeyle yükselir.
Bunlar: İlim, edep, emânet ve iffettir."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kulun, Allahü teâlânın
emirlerine göre hareket etmesi gerektiğini söylerdi.
"Kul olduğunu iddiâ edip,
şahsî arzuları da bulunan kimse bu iddiâsında yalancıdır. Çünkü, kulun arzuları
bulunmamalı, sâhibinin irâdesi istikâmetinde hareket etmelidir." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah Sübeyhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Allahü teâlâya
karşı gerçek kulluktan soruldu. O zaman; "Allahü teâlâya karşı gerçek kulluk,
Resûlüne, sallallahü aleyhi ve sellem tam uymakla isbât edilir. Bu da, ahde
vefâ, O'nun emirlerine uygun hareket, mevcûd olana rızâ, kayıp olana
sabretmektir." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Cürcânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kulun, Allahü
teâlânın beğendiği işleri kolayca yapabilmesi, sünnete göre hareket etmesi,
sâlih kimseleri sevmesi, eş-dost ile güzel geçinmesi, Allah rızâsı için
insanlara iyilik yapması, müslümanların işini görmesi ve vakitlerini Allahü
teâlânın dînine hizmetle geçirmesi, saâdet alâmetlerindendir."
"Bir kulun ereceği saâdet,
emredilen ibâdetleri ve tâatleri kolayca yapmasıdır. Bütün işlerinde sünnet
üzere yürümeyi başarmasıdır. Sâlih kullara karşı içten sevgi beslemesi, hangi
işte olursa olsun, ahlâkını değiştirmemesidir."
Büyük velîlerden Ebû Ali
Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) nasîhat isteyen birisine; "Sen kimin esiri
ve mülküysen onun kulusun. Eğer nefsinin esiri (ve mülkü) isen nefsinin kulusun.
Eğer dünyânın esiriysen, dünyânın kulusun (ve kölesisin)." buyurdular.
Zaman zaman hocası
Nasrabâdî'den anlatırdı. Hocam buyurdular ki: "Kul olanın kıymeti, mâbudu olan
Allahü teâlâya göredir. Ârifin şerefi de mârufa (bilinene tanınana) göredir.
Maddeye tapanın değeri maddeye göre, Allahü teâlâya tapanın değeri de O'na
göredir. Kulluktan daha şerefli bir şey yoktur. Mümin için ubûdiyetle, kullukla
ilgili isim almaktan daha mükemmel bir isim yoktur. Bundan dolayı Allahü teâlâ
mîrac gecesi Peygamber efendimizi vasfederken meâlen; "Bir gece kendisine
âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulumu (Muhammed aleyhisselâmı)
Mescid-i Haramdan, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâya götüren Allahü
teâlâ, noksan sıfatlardan münezzehtir. O, gerçekten işitendir, görendir." (İsrâ
sûresi: 1) buyurdular.
Tebe-i tâbiînden meşhur
fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Kul, dünyâdaki her ânından kıyâmette hesâb ve sorguya çekilecek. Hem de gün
gün, saat saat. Bu durumda, Allahü teâlâyı anmadığı bir an karşısına çıkınca,
pişman olur ve kendini parçalamak ister."
Evliyânın büyüklerinden
Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kulluk,
insanın, âcizliğini idrâk edip, anlamasıdır."
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed bin Anân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allahü teâlânın
sevgili bir kulu, vâcibi bırakmadığı gibi, sünnetleri de bırakmamaya dikkat
etmedikçe; büyük günahlardan nedâmet, pişmanlık duyduğu kadar, küçük günahlardan
da pişmanlık duymadıkça, edeb makâmına yükselemez.”
Tabiînden hadîs ve fıkıh
âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) içi dışına,
dışı içine uygun bir zât olup; "Bir kulun içi dışı bir olunca; cenâb-ı Hak;
“İşte benim gerçek kulum budur.” buyurur." derdi.
Evliyânın büyüklerinden
Nesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allahü teâlâya sevap
umarak veya azâbından korkarak hizmet eden, tamahını ve hasisliğini ortaya
koyar. Kulun efendisine bir bedel (menfaat) karşılığı hizmet etmesi ne kötü
şeydir.”
Büyük velîlerden Osman
bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Hakîki
kul kime denir?" dediler. O; "Hakîkî kul, Mevlâsı hâriç, her şeyden ümidini
kesendir." buyurdular.
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) buyurdular ki:
"Kul Allahü teâlânın sevgisini tattığı zaman, Allah o kulunun kusurlarını
kendisine gösterir. Böylece o, başkalarının kusurlarını göremez olur."
Evliyânın büyüklerinden
Semnûn Muhib (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kulun Hakk'a
ulaşmasının başlangıcı, vücûdunun ihtiyaçlarını gidermekle uğraşmaktan
vazgeçmesidir. Haktan uzaklaşmasının başlangıcı da, nefsine uyup onunla
haşır-neşir olmasıdır."
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Nefsinin arzularına tâbi
olan, Allahü teâlâya nasıl kul olur? Ey insan! Kime tâbi isen onun kulu
olursun."
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kulların en
aşağısı, namazını ve tesbîhini kendi gözünde büyülten, yaptığı ibâdetler
sebebiyle, Allahü teâlâ katında kıymeti olduğunu zanneden kimsedir. Eğer Allahü
teâlânın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, peygamberlerin (aleyhimüsselâm) işlerinin
bile ne kadar zor olduğu görülürdü. Nasıl böyle olmasın. Peygamberlerin en
üstünü ve Allahü teâlâya en yakın olan Resûlullah efendimiz bile, Allahü
teâlânın rahmetinin kendisini örttüğünü buyurmuşlardır."
"Kulluğun en güzeli, kulun
Allahü teâlânın verdiği nîmetler karşısında, şükürden âciz olduğunu bilmesidir."
Evliyânın meşhurlarından
Abdullah bin Menâzil (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Nefsi
için bir hizmetçi istemediği müddetçe kul, kuldur. Kendisi için bir hizmetçi
istedi mi, yüksek derecesinden düşmüş ve kulluğun edeblerini terkedip
sınırlarını aşmış olur. Çünkü başkasının kendisine hizmet etmesini isteyecek
kadar nefsini büyük görmüştür."
"Eğer bir kul ömrü boyunca
bir an riyâ ve nifaksız kalırsa, o bir ânın bereketini ömrünün sonuna kadar
duyar."
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Muhammed Mürteiş (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kul, Allahü
teâlânın sevgisini, Allahü teâlânın sevmediklerine düşman olmakla kazanır.
Allahü teâlânın sevmedikleri ise, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin
hepsidir."
"Kul ne ile muhabbete nâil
olur?" diye sorulunca; "Allahü teâlânın evliyâsına dost olmak, düşmanlarına da
düşman olmakla" buyurdular.
Yine buyurdular ki: "Kul,
muhabbet makâmına, Allahü teâlânın dostlarını sevmek ve Allahü teâlâya düşman
olanlara düşmanlık etmekle kavuşur."
İstanbul'un mânevî fâtihi,
büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşemseddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Kulluk beş kısımdır: Birincisi ten kulluğudur. Bu, Allahü
teâlânın emirlerine uyup, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. İkincisi; nefs
kulluğudur. Bu kulluk, nefsi terbiye etmek, ıslâh etmek, mücâhede ve nefsin
istemediği şeyleri yapmak, riyâzet çekip nefsin istediği şeyleri yapmamaktır.
Üçüncüsü; Gönül kulluğudur. Bu ise, dünyâdan ve dünyâda bulunan şeylerden yüz
çevirip, âhirete yönelmektir. Âhirete yarar iş yapmaktır. Dördüncüsü; sır
kulluğudur. Bu, her şeyi bırakıp, tamâmen Allahü teâlâya dönüp, O'nun rızâsını
kazanmaktır. Beşincisi; can kulluğu. Bu kulluk, müşâhedeye ermek için kendini
Allah yoluna vermekle olur..."
Evliyânın büyüklerinden
Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, kulluk hakkında
buyurdular ki: "İnsanoğluna verilen mükellefiyet ve mes'ûliyet, mahlûklardan
hiçbirine verilmemiştir. İnsanın, bâzı ibâdet ve tâatları yapmasıyla iş bitmez.
Bunlarla berâber, kulluğa sımsıkı sarılmak, söz söylemekte, yemek yemekte, hattâ
etrâfına bakınmakta fevkalâde dikkati gerektirir. Çünkü, her söz ve hareketinden
mes'ûldür, hepsinden Allahü teâlâya hesap verecektir."
Evliyânın meşhûrlarıdan
Ali bin Meymûn Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden birisini
başkasının mülkü olan duvar üzerinde ceviz kırarken gördü. Orada ceviz
kırmamasını söyleyince talebe merakla sebebini sordu. O da; "Sen öyle ceviz
kırarken duvarın toprakları döküldüğünden başkasının malına zarar vermektesin.
Bu da kul hakkına girer." buyurdular.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Allahü teâlâ katında sevgili bir kul olabilmenin on şartı olduğunu
bildirip bunları şöyle sıralamaktadır:
Birincisi; temiz olmaktır.
Temizlik de iki kısma ayrılır. 1Zâhirî temizlik: Dış görünüşün temiz olmasıdır.
Bu, bütün insanların dikkat edeceği hususlardandır. Giyecek, yiyecek,
içeceklerin ve kullanılacak bütün eşyâların temiz olmasıdır. 2Bâtın temizliği:
Kalbin iyi huylarla dolu olmasıdır. Hased etmemek, başkaları hakkında kötülük
düşünmemek, Allahü teâlânın düşmanlarından nefret etmek, dostlarına da muhabbet
etmek gibi Cenâb-ı Hakkın beğendiği iyi huylardır. Kalb, Allahü teâlânın
nazargâhıdır. Bu sebeple kalbe dünyâ sevgisi doldurmamalıdır. Haram olan
yiyeceklerle beslenmemelidir. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Uzak yoldan gelmiş, saçı
sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göğe doğru uzatıp duâ
ediyor. Yâ Rabbî! diye yalvarıyor. Hâlbuki, yediği içtiği haram, gıdâsı hep
haram. Bunun duâsı nasıl kabûl olur?" Yâni haram yiyenin duâsı kabûl olmaz
buyruldu. Gönül, kalb temiz olmazsa ibâdetlerin lezzeti alınamaz, mârifete,
Allahü teâlâya âit bilgilere kavuşulamaz.
İkincisi; dilin
temizliğidir. Dilin münâsebetsiz ve uygun olmayan sözleri söylemeyip susması,
Kur'ân-ı kerîm okuması, emr-i ma'rûf ve nehy-i münkerde bulunması, Allahü
teâlânın emirlerini yapmayı ve yasaklarından kaçınmayı bildirmesi, ilim
öğretmesi gibi. Zîrâ sevgili Peygamberimiz; "İnsanlar, dilleri yüzünden
Cehennem'e atılırlar." buyurdular.
Üçüncü şart; mümkün olduğu
kadar insanlardan uzak durmağa çalışmalıdır. Bu sebeple göz, haram şeylere
bakmamış olur. Zîrâ kalb, göze tâbidir. Her harama bakış, kalb aynasını
karartır. Nitekim Peygamber efendimiz; "Yabancı kadınların yüzlerine şehvet ile
bakanların gözlerine, kıyâmet günü ergimiş kızgın kurşun dökülecektir."
buyurmuştur. Yabancı kadınlara bakmak haramdır.
Dördüncü şart; oruç
tutmaktır. İnsan oruç tutmak sûretiyle meleklere benzemiş ve nefsini kahretmiş
olur. Bununla ilgili hadîs-i kudsîde; "Oruç bana âittir. Orucun ecrini ben
veririm. Sevâbı nihâyetsizdir. Muhakkak, sabrederek ölenlerin ecirleri
hesapsızdır." buyrulmaktadır. Yine hadîs-i şerîfte; "Oruç, Cehennem'e
kalkandır." buyuruldu. Oruç tutarak gönlü huzûra kavuşturmalı ve şeytanın yolunu
kapatıp, siper hâsıl etmelidir.
Beşinci şart; Allahü teâlâyı
çok hatırlamak, ismini çok söylemektir. En fazîletli olan zikir, "Lâ ilâhe
illallah"tır. Lâ ilâhe illallah diyen kimse ihlâs sâhibi olur. İhlâs; bütün
işlerini Allahü teâlânın rızâsı için yapmak, dünyâya âit mal ve makamlardan
hevesini kesip âhireti istemektir. İhlâslı kimse; "İlâhî! Benim maksudum sensin,
seni istiyorum!" der. Nitekim Resûlullah efendimiz, "Lâ ilâhe illallah" demenin
çok fazîletli olduğunu ve günahların affedileceğini buyurdu. Allahü teâlâ,
Kur'ân-ı kerîmde, Ahzâb sûresinin kırk birinci âyet-i kerîmesinde meâlen; "Ey
îmân edenler! Allah'ı çok zikrediniz." buyurdu. Nefsin arzu ve isteklerinden
kurtulmak için devamlı zikretmelidir.
Altıncı şart; hâtıra yâni
kalbe gelen düşüncelerdir. İnsanın kalbine gelen düşünceler dört kısımdır.
Bunlar; Rahmânî, melekânî, şeytânî, nefsânîdir. Hâtır-ı rahmânî; gafletten
uyanmak, kötü yoldan doğru yola kavuşmaktır. Hâtır-ı melekânî; ibâdete, tâate
rağbet etmektir. Hâtır-ı şeytânî; günahı süslemekdir. Hâtır-ı nefsânî de;
dünyâyı taleb etmek, istemektir. Şeytânî ve nefsânî düşüncelerden kurtulmak
gerekmektedir.
Yedinci şart; Allahü
teâlânın hükmüne rızâ göstermek, irâdesine teslim olmaktır. Havf ve recâ, korku
ve ümid arasında yaşamaktır. Zîrâ Allah'tan korkan kimse, günah işlemez. Ayrıca
mümin, ümitsizliğe de düşmez. Allahü teâlâ, ümitsizliğe düşmemeyi emretmektedir.
Sekizinci şart; sâlihlerle
sohbeti seçmektir. Sâlihlerle sohbet edildiği takdirde, günahlara perde çekilir,
haramlar gözüne kötü görünür.
Dokuzuncu şart; iyi ve güzel
hasletlerle bezenmektir. Bu da, her şeyi yaratan Allahü teâlânın ahlâkıyla
ahlâklanmaktır. Çünkü Peygamber efendimiz; "Allahü teâlânın ahlâkıyla
ahlâklanınız." buyurdu.
Onuncu şart, helâl ve temiz
lokma yemektir. Bu da farzlardandır. Nitekim Allahü teâlâ, Bekara sûresinin yüz
altmış sekizinci ayet-i kerîmesinde meâlen; "Yeryüzündekilerden helâl ve temiz
olanını yiyiniz." buyurmaktadır. Peygamber efendimiz ise; "İbâdet on cüzdür.
Dokuzu helâlı taleb etmektir." Geriye kalan bütün ibâdetler bir cüzdür. Helâl
yemeyen kimse, Allahü teâlâya itâat etme gücünü kendisinde bulamaz. Helâl yiyen
kimse de, Allahü teâlâya isyânkâr olmaz. Helâl ve temiz yer, isrâf etmez. |