CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

KUL - 2

Tâbiîn devri âlim ve evliyâsından Amr bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Önceki ümmetlerden birisi bir deniz sâhiline gitti. Orada yüksek sesle bağıran birisini gördü. Şöyle diyordu: "Beni gören kimse bir başkasına aslâ zulmetmeyecek!" Gelen kişi yanına yaklaşarak; "Ey Allah'ın kulu! Senin bu sözün nedir, ne demek istersin?" diye sordu. O da ona şöyle cevap verdi: "Ben bir zamanlar emniyet mensubu idim. Bir gün bu deniz sâhiline geldim. Şurada balık avlayan birini gördüm. Avladığı balığı bana hîbe etmesini söyledim, fakat râzı olmadı. Daha sonra satmasını istedim. Yine kabûl etmedi. Canım sıkıldı. Kızdım, kırbacımla başına vurmaya başladım ve o balığı zorla aldım. Elimde sallayarak geri dönmek için yola koyuldum.

Eve yaklaştığım bir sırada balık parmağımı kaptı. Parmağımı kurtarmak için yere atmak istedim, fakat bırakmadı. Hemen acele eve girip içeridekilerden yardım istedim. Onlar da uzunca bir zaman uğraştılar. Netîcede zorlukla parmağımı kurtardık. Lakin parmak şişti, kabardı. Balığın dişlerinin izleri göz göz açıldı. Bunun üzerine iyi bir tabibe gittim. Parmağımı görünce; "Bu kangren olmuş, eğer kesilmezse, helâk olursun." dedi. Sonra da kesti. Bu defâ hastalık elime sıçradı. Yine o tabîbe koştum. Bana; "Eğer elini kesmezsek helâk olursun." dedi. Rızâm üzerine eli de kesti. Bu defâ hastalık koluma geçmişti. Yine tabîbe koştum. Hastalığın kola yayılmış olduğunu söyleyip kolumu da kesti. Hastalık bu defâ pazuma çıkmıştı. Korku ve şaşkınlıkla evimden çıktım. Deli gibi koşuyor ve hayvanlar gibi bağırıyordum. Oralarda büyük bir ağacın gölgesine sığındım. Dalları arasında uyudum kaldım. Rüyâmda birisinin benim yanıma geldiğini gördüm. Bana; "Senin uzuvların kaç kere kesildi ve parça parça atıldı. Hakkını sâhibine götür ver. O zaman kurtulursun." dedi.

Uyandığımda aklım başıma geldi. Hak sâhibini hatırladım. Bu bana Allahü teâlâdan gelen bir cezâ idi. Hemen deniz kenarına gittim. Balık avcısını buldum. Ağını denize atmıştı. Onu çekinceye kadar bekledim. Çok balıklar çıkardı. O zaman balıkçıya seslenip; "Efendim ben senin kölenim!" dedim. Bana dönüp; "Sen kimsin?" dedi. Ben de; "Efendim falan zaman sizi dövüp zorla balığınızı gasbeden kimseyim." dedim. Sonra ona kolumu gösterdim. Onu görünce böyle belâdan Allahü teâlâya sığındı. "Sen şimdi serbestsin gidebilirsin." dedi. Ayrılmak istedim. Bana; "Dur. Bu benden sana adâlet olmaz. Çünkü bir balık için sana bedduâda bulunmuştum." dedi. Beni elimden tutup evine götürdü. Oğlunu çağırdı. Bir yer gösterip; "Şurasını kaz." dedi. Oğlu orasını kazdı. İçinde otuz bin dirhem olan bir kese çıkardı. Balıkçı oğluna emredip içinden benim için on bin dirhem saymasını söyledi ve bana; "Bunlarla ihtiyâcını gider." dedi. Sonra yine bir on bin dirhem daha verip; "Bunları da komşularına ve akrabâna dağıt!" dedi. Ben ayrılmak istediğimde ona; "Allah için bana söyle nasıl bedduâ ettin?" dedim. O da bana şöyle dedi: "Sen bana vurup balığı aldığında semâya baktım ve ağladım. Sonra da yâ Rabbî! Onu da beni de sen yarattın. Onu kuvvetli, beni zayıf kıldın. Sonra onu bana musallat eyledin. Onun zulmünü benden geri çevirmedin. Beni de onun zulmüne mâni olmaya kuvvetli kılmadın. Kudretin hakkı için onu âleme ibret olacak hâle koy! dedim." Bunun üzerine verdiklerini alıp oradan ayrıldım.

Tâbiînin büyüklerinden, velî, hadîs ve fıkıh âlimi Atâ bin Ebû Rebâh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine soruldu: "Kullara verilen en kıymetli şey nedir?" O da; "Dîni bilmektir." cevâbını verdi.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kulluk, her an Allahü teâlâya muhtâc olduğunu bilmek ve O'nun Resûlüne tam tâbi olmaktır."

İskenderiye'de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâ bir kulu için hayır murâd edince, onun kalbine hakîkî ilimleri yerleştirir."

Yine buyurdular ki: "Bir kul, kalbini Allahü teâlâya tevcih edip döndürdüğü müddetçe, Allahü teâlâ onun bütün dağınık işlerini toparlar, bir araya getirir. Fakat kul, Allah korusun, kalbini bir kula tevcih eder, kendisi gibi âciz bir mahlûktan meded umarsa, bütün işleri darmadağınık olur."

Evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Uzun emele dalan bir kul, üzerindeki kul borçlarını unutur ve tövbe etmeyi sonraya bırakır. Siz böyle yapmayınız."

"Her an kusur ve günahları çoğalan, kabahatları yenilenen bir kul, nasıl olur da üzülmez."

Endülüs, Mısır ve Filistin taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Kul, ibâdetlerinde doğru olursa, ummadığı yerden yardımlara kavuşur.

Evliyânın meşhurlarından Ebû Abdullah Seczî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Âzâlarıyla ve kalbiyle günâh işleyip de, sâdece dili ile tövbe eden, âzâsını ve kalbini günahlardan uzak tutmayan kimse ne kötü kuldur."

Tasavvuf büyüklerinden Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet ederdi. Gönlü bir gün bile rahat olmamıştı. Nitekim; "Ey Yâkûb! Sen kulsun. Kul rahat olmaz." diye bir ses işitti.

Ebû Yâkûb Nehrecûrî hazretleri, buyurdular ki: "Kul mânevî yönden yüksek mertebelere erişip kemâle gelince, artık ona, belâ ve sıkıntılar nîmet şeklinde görünür. Çünkü, onun Allahü teâlâya olan muhabbet ve sevgisi o kadar fazladır ki, artık O'ndan gelen her şey, ona güzel ve tatlı gelir."

Yine Buyurdular ki: "Kişi, kendi benliğinden sıyrılıp, Hak ile berâber olursa, o zaman kulluk makâmına kavuşur. Kul olabilmek pek yüksek bir makamdır."

Meşhûr velîlerden Ebü'l-Abbâs Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şunu iyi bilmelidir ki, kul, Allahü teâlâdan bir şey isteyeceği zaman; O'nun kendisine ihsân ettiği nîmetlerini, emir ve nehiyleri (yasakları) husûsundaki kusurlarını düşünerek bir şey istemelidir."

Yine buyurdular ki: "Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, Allahü teâlâyı doğru olarak tanıyıp her şeyi Allah rızâsı için yaparlar. Bu tanımaları sebebiyle, O'nun (Allahü teâlânın) hizmetinde bulundurulurlar. Yine öyle kullar vardır ki, Allahü teâlâyı doğru olarak bilemez ve her şeyde Allahü teâlânın rızâsını gözetmezler. Bu sebeple, onlar da bu hâlleri sebebiyle pekçok nîmetlerden mahrûm kalırlar."

"Şunu iyi biliniz ki, insanın dışı (ne olursa olsun) içini değiştirmez."

Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kul, ancak dünyâdan yüz çevirmekle Allahü teâlâya ulaşır."

Tâbiînin meşhûr âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem (kuddise sirruh) hazretlerine "Sen kimin kulusun?" dediler. Titredi, yere düştü ve kendinden geçip yerde çırpınmaya başladı. Bir müddet sonra kendine geldi, kalktı ve bir âyet-i kerîme okudu. "Niçin cevap vermedin?" dediler. İbrâhim bin Edhem; "Korktum, eğer O'nun kuluyum desem, benden kulluk haklarını ister, değilim desem, bunu da diyemem." buyurdular.

Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi İmâm-ı Kuşeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Herkes kendisi için bir şey seçti. Ben ise, Hak teâlânın benim için seçtiği şeyi seçiyorum. Şâyet Allahü teâlâ beni zengin kılarsa, dîninin emirlerini yapmayı terk etmem. Şâyet fakir kılarsa, harîs ve O'nun emirlerinden yüz çeviren bir kul olmam.

Şam'ın büyük velîlerinden Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Münbec'de bir dağ kenarındaydı. Yanında da sâlih, temiz kimselerden müteşekkil bir topluluk vardı. Bunlardan biri, "Sâdık bir kul olmanın alâmeti nedir?" diye sordu. Ukayl el-Münbecî de; "Sâdık bir kul, bu dağa hareket et dese, hareket eder." buyurdu. O esnâda dağ sallanmaya başladı.

Mısır’da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, “İnsan, Allahü teâlânın saf kullarından olduğunu, ne zaman ve nasıl anlar?” diye sordukları zaman; “İnsan bu durumu şu dört şeyle bilir. Rahatı terk ederse, az olsa bile, olandan verirse, fakirleşmesi kendisine sevimli gelirse, övülmek ve kötülenmek kendisine aynı gelirse” cevâbını verdi.

Doğu Anadolu'da yetişen büyük velîlerden Seyyid Fehim-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her sene Van'a gelişinde bir müddet kalırdı. Âşıkları toplanır, feyz alırlardı. Genellikle kendisini çok seven mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir olurdu. Bir sene Ahmed Bey hacca gitmişti. Van'a bir gelişinde yine onun evinde kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini çağırdı ve; "Arkadaşlarını uyandır! Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz." buyurdu. O kimse; "Efendim gece yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?" dedi. "Hayır şimdi gideceğiz. Hem Ahmed Beyin oğullarına da haber ver." buyurdu. Durumu öğrenen Ahmed Beyin oğulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur yaptıksa af buyurun. Bizden ayrılmayın. Babamız işitirse üzülür. Biz ona ne cevap vereceğiz, lutfediniz, ihsân ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız." dediler. Çok göz yaşı döktüler. Seyyid Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok râzıyım, bize her hizmeti fazlası ile yapıyorsunuz. Sizlere duâ etmekteyim. Fakat şimdi gitmemiz lâzım." buyurdu. Ahmed Beyin oğulları; "Emir buyurduğunuz gibi olsun." dediler. Gece yarısı sevdiklerinden bir başkasının evine gittiler.

Ertesi gün oğlu Muhammed Emin Efendi, Ahmed Beyin oğullarının pekçok üzüldüklerini söyledi ve; "Babacığım o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye sorunca, Seyyid Fehim hazretleri; "Oğlum! Şimdi kimseye söyleme. Bu gece Ahmed Bey Mekke-i mükerremede vefât etti. Ev yetim evi oldu. Mal mîrâsçılara kaldı. Evvelce her şeyi kullanıyor, yiyip içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helâl edeceğini biliyordum. Şimdi ise tanışmadığımız mîrâsçılarının hakkı olduğundan bir şeyi kullanmak câiz olmaz. Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım." buyurdu. Bir ay sonra hacılar döndü. Herkes geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı Mekke'de vefât etti." dediler. Hesâb ettiler, Seyyid Fehim hazretlerinin evden ayrıldığı geceye rastlıyordu. Onun kerâmeti olduğunu anladılar.

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanları haram ve şüphelilerden sakındırırdı. Bu hususta; "Sakın şüpheli bir şeyle Mekke yoluna koyulayım demeyiniz. Biliniz ki haram ve şüpheli şeylerden bir dirhemin altıda biri kadar bir hakkı sâhibine iâde etmek, içinde şüpheli kazanç bulunan malla yapılacak beş yüz nâfile hacdan Allah yanında daha kıymetlidir." buyurdu.

Kıbrıs'ta yetişen velîlerden Kıbrıslı Hafız Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini bir gün bir grup cemâat ziyârete gidiyordu. Hepsi atlıydı. Kıbrıs'ta çok olan zeytin ve keçiboynuzu ağaçlarının altında gidiyorlardı. Keçiboynuzları salkım salkım sarkıyor, olmuş meyveler insanların başına değiyordu. İçlerinden biri; "Ne güzel ballanmış, bir tâne yesek." deyince, diğeri; "Kul hakkı geçer, yeme." dedi. Üçüncüsü; "Hem hoca ziyâretine git, hem hak ye bu olmaz." dediyse de, o kimse bir tâne keçiboynuzu koparıp yedi. Hâfız Ali Efendinin huzûruna vardıklarında sohbet ediyordu. Sohbetin bir yerinde Ali Efendi onlara bakıp; "Kul hakkından çok sakının. Haram yemeyin. Başınıza Keçiboynuzları değse de, bir tâneden ne olur demeyin. Hiç bir zaman kul hakkını yemeyin buyurdu. İçlerinden biri; "Size yemeyin demedim mi?" Müminin firâseti var. En sonunda söylettiniz." dedi.

 

Şâban-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh)

 

MİNDERİN ALTINDA

 

Bir zamanlar birinin, bir zâta borcu vardı,

O devrin parasıyla bez yüz akçe kadardı.

 

Bunu ödemek için, çok çalıştığı hâlde,

Bir türlü biriktirip, veremedi yine de.

 

Alacaklı adam o adam,zaman zaman gelerek,

İsterdi parasını, hem de sitem ederek.

 

“biraz mühlet ver” diye yalvardıysa da,

O mühlet vermeyince, çok üzüldü o buna.

 

Bir Velînin kabrine, gitmeye karar verdi,

Onu vasıta edip, şöyle duâ eyledi:

 

 “Mâlumdur elbet sana, yâ Rabbî, benim hâlim,

Bu velî hürmetine, yardımcım ol sen benim

.

  

Ödeyebilmem için, beşyüz akçeyi buna,

Bu borcum miktarınca, parayı gönder bana.”

 

O velî hürmetine duâ edip dönerken,

Şâban-ı Velî geldi aklına onun birden

 

Huzûruna vardı ki, kimse yoktu evinde,

Diz çökmüş otururdu, ibâdet mahallinde.

 

O içeri girince, gösterip minderini,

Buyurdu: "Gel al bunun, altındakilerini."

 

Hâlbuki henüz ona, bir şey söylememişti,

Ondan başka kimse de, yanına gitmemişti.

 

Çekinerek oradan, bir miktar para aldı,

Ve lâkin utancından, hepsini alamadı.

 

Allah'ın velî kulu, buyurdu ki o zaman:

"Rabbimin ihsânıdır, al hepsini oradan."

 

"Peki" deyip o dahi, alıverdi hepsini,

Şâbân-ı Velî ise, kaldırdı ellerini,

 

Acıyıp onun için, duâ etti Allah'a:

"Yâ Rabbi, bu kulunu, darda koyma bir daha."

 

Bu kişi hem parayı, hem duâyı aldı ve,

Sevinç ve huzûr ile, döndü ve geldi eve.

 

Oradan getirdiği, paraları çıkardı,

Saydığında gördü ki, tam da borcu kadardı.

 

Gitti hemen koşarak, o alacaklısına,

Borcunu ödeyerek şükretti Mevlâsına.

 

Yâ Rabbî, kul borcundan bizi de eyle halâs,

İhsân et kalbimize, kavî îmân ve ihlâs.

 

Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât etmeden biraz önce buyurdular ki: "Üzerimde bir dirhem kul hakkı vardır. Onun sâhibi için, bin dirhem sadaka vermiştim. Bununla berâber, hâlâ gönlüme ondan ağır bir şey gelmez."

Osmanlı âlimlerinden Yazıcızâde Muhammed Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ait bir beyt;

 

“İlâhî, sen ganîsin ben fakîrem,

Kapında elleri bağlı esîrem.