KUL
- 2
Tâbiîn devri âlim ve
evliyâsından Amr bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır:
"Önceki ümmetlerden birisi bir deniz sâhiline gitti. Orada yüksek sesle bağıran
birisini gördü. Şöyle diyordu: "Beni gören kimse bir başkasına aslâ
zulmetmeyecek!" Gelen kişi yanına yaklaşarak; "Ey Allah'ın kulu! Senin bu sözün
nedir, ne demek istersin?" diye sordu. O da ona şöyle cevap verdi: "Ben bir
zamanlar emniyet mensubu idim. Bir gün bu deniz sâhiline geldim. Şurada balık
avlayan birini gördüm. Avladığı balığı bana hîbe etmesini söyledim, fakat râzı
olmadı. Daha sonra satmasını istedim. Yine kabûl etmedi. Canım sıkıldı. Kızdım,
kırbacımla başına vurmaya başladım ve o balığı zorla aldım. Elimde sallayarak
geri dönmek için yola koyuldum.
Eve yaklaştığım bir sırada
balık parmağımı kaptı. Parmağımı kurtarmak için yere atmak istedim, fakat
bırakmadı. Hemen acele eve girip içeridekilerden yardım istedim. Onlar da uzunca
bir zaman uğraştılar. Netîcede zorlukla parmağımı kurtardık. Lakin parmak şişti,
kabardı. Balığın dişlerinin izleri göz göz açıldı. Bunun üzerine iyi bir tabibe
gittim. Parmağımı görünce; "Bu kangren olmuş, eğer kesilmezse, helâk olursun."
dedi. Sonra da kesti. Bu defâ hastalık elime sıçradı. Yine o tabîbe koştum.
Bana; "Eğer elini kesmezsek helâk olursun." dedi. Rızâm üzerine eli de kesti. Bu
defâ hastalık koluma geçmişti. Yine tabîbe koştum. Hastalığın kola yayılmış
olduğunu söyleyip kolumu da kesti. Hastalık bu defâ pazuma çıkmıştı. Korku ve
şaşkınlıkla evimden çıktım. Deli gibi koşuyor ve hayvanlar gibi bağırıyordum.
Oralarda büyük bir ağacın gölgesine sığındım. Dalları arasında uyudum kaldım.
Rüyâmda birisinin benim yanıma geldiğini gördüm. Bana; "Senin uzuvların kaç kere
kesildi ve parça parça atıldı. Hakkını sâhibine götür ver. O zaman kurtulursun."
dedi.
Uyandığımda aklım başıma
geldi. Hak sâhibini hatırladım. Bu bana Allahü teâlâdan gelen bir cezâ idi.
Hemen deniz kenarına gittim. Balık avcısını buldum. Ağını denize atmıştı. Onu
çekinceye kadar bekledim. Çok balıklar çıkardı. O zaman balıkçıya seslenip;
"Efendim ben senin kölenim!" dedim. Bana dönüp; "Sen kimsin?" dedi. Ben de;
"Efendim falan zaman sizi dövüp zorla balığınızı gasbeden kimseyim." dedim.
Sonra ona kolumu gösterdim. Onu görünce böyle belâdan Allahü teâlâya sığındı.
"Sen şimdi serbestsin gidebilirsin." dedi. Ayrılmak istedim. Bana; "Dur. Bu
benden sana adâlet olmaz. Çünkü bir balık için sana bedduâda bulunmuştum." dedi.
Beni elimden tutup evine götürdü. Oğlunu çağırdı. Bir yer gösterip; "Şurasını
kaz." dedi. Oğlu orasını kazdı. İçinde otuz bin dirhem olan bir kese çıkardı.
Balıkçı oğluna emredip içinden benim için on bin dirhem saymasını söyledi ve
bana; "Bunlarla ihtiyâcını gider." dedi. Sonra yine bir on bin dirhem daha
verip; "Bunları da komşularına ve akrabâna dağıt!" dedi. Ben ayrılmak
istediğimde ona; "Allah için bana söyle nasıl bedduâ ettin?" dedim. O da bana
şöyle dedi: "Sen bana vurup balığı aldığında semâya baktım ve ağladım. Sonra da
yâ Rabbî! Onu da beni de sen yarattın. Onu kuvvetli, beni zayıf kıldın. Sonra
onu bana musallat eyledin. Onun zulmünü benden geri çevirmedin. Beni de onun
zulmüne mâni olmaya kuvvetli kılmadın. Kudretin hakkı için onu âleme ibret
olacak hâle koy! dedim." Bunun üzerine verdiklerini alıp oradan ayrıldım.
Tâbiînin büyüklerinden,
velî, hadîs ve fıkıh âlimi Atâ bin Ebû Rebâh (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine soruldu: "Kullara verilen en kıymetli şey nedir?" O da; "Dîni
bilmektir." cevâbını verdi.
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kulluk, her an
Allahü teâlâya muhtâc olduğunu bilmek ve O'nun Resûlüne tam tâbi olmaktır."
İskenderiye'de yetişen büyük
velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü
teâlâ bir kulu için hayır murâd edince, onun kalbine hakîkî ilimleri
yerleştirir."
Yine buyurdular ki: "Bir
kul, kalbini Allahü teâlâya tevcih edip döndürdüğü müddetçe, Allahü teâlâ onun
bütün dağınık işlerini toparlar, bir araya getirir. Fakat kul, Allah korusun,
kalbini bir kula tevcih eder, kendisi gibi âciz bir mahlûktan meded umarsa,
bütün işleri darmadağınık olur."
Evliyânın büyüklerinden
Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Uzun emele dalan bir
kul, üzerindeki kul borçlarını unutur ve tövbe etmeyi sonraya bırakır. Siz böyle
yapmayınız."
"Her an kusur ve günahları
çoğalan, kabahatları yenilenen bir kul, nasıl olur da üzülmez."
Endülüs, Mısır ve Filistin
taraflarında yaşamış büyük velîlerden Ebû Abdullah el-Kureşî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: Kul, ibâdetlerinde doğru olursa, ummadığı yerden
yardımlara kavuşur.
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Abdullah Seczî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Âzâlarıyla ve
kalbiyle günâh işleyip de, sâdece dili ile tövbe eden, âzâsını ve kalbini
günahlardan uzak tutmayan kimse ne kötü kuldur."
Tasavvuf büyüklerinden
Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet ederdi. Gönlü bir
gün bile rahat olmamıştı. Nitekim; "Ey Yâkûb! Sen kulsun. Kul rahat olmaz." diye
bir ses işitti.
Ebû Yâkûb Nehrecûrî
hazretleri, buyurdular ki: "Kul mânevî yönden yüksek mertebelere erişip kemâle
gelince, artık ona, belâ ve sıkıntılar nîmet şeklinde görünür. Çünkü, onun
Allahü teâlâya olan muhabbet ve sevgisi o kadar fazladır ki, artık O'ndan gelen
her şey, ona güzel ve tatlı gelir."
Yine Buyurdular ki: "Kişi,
kendi benliğinden sıyrılıp, Hak ile berâber olursa, o zaman kulluk makâmına
kavuşur. Kul olabilmek pek yüksek bir makamdır."
Meşhûr velîlerden Ebü'l-Abbâs
Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şunu iyi bilmelidir ki,
kul, Allahü teâlâdan bir şey isteyeceği zaman; O'nun kendisine ihsân ettiği
nîmetlerini, emir ve nehiyleri (yasakları) husûsundaki kusurlarını düşünerek bir
şey istemelidir."
Yine buyurdular ki: "Allahü
teâlânın öyle kulları vardır ki, Allahü teâlâyı doğru olarak tanıyıp her şeyi
Allah rızâsı için yaparlar. Bu tanımaları sebebiyle, O'nun (Allahü teâlânın)
hizmetinde bulundurulurlar. Yine öyle kullar vardır ki, Allahü teâlâyı doğru
olarak bilemez ve her şeyde Allahü teâlânın rızâsını gözetmezler. Bu sebeple,
onlar da bu hâlleri sebebiyle pekçok nîmetlerden mahrûm kalırlar."
"Şunu iyi biliniz ki,
insanın dışı (ne olursa olsun) içini değiştirmez."
Büyük velîlerden İbn-i
Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kul, ancak dünyâdan yüz
çevirmekle Allahü teâlâya ulaşır."
Tâbiînin meşhûr âlimlerinden
ve evliyânın büyüklerinden İbrâhim bin Edhem (kuddise sirruh)
hazretlerine "Sen kimin kulusun?" dediler. Titredi, yere düştü ve kendinden
geçip yerde çırpınmaya başladı. Bir müddet sonra kendine geldi, kalktı ve bir
âyet-i kerîme okudu. "Niçin cevap vermedin?" dediler. İbrâhim bin Edhem;
"Korktum, eğer O'nun kuluyum desem, benden kulluk haklarını ister, değilim
desem, bunu da diyemem." buyurdular.
Büyük velî, fıkıh, tefsîr,
hadîs ve kelâm âlimi İmâm-ı Kuşeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: Herkes kendisi için bir şey seçti. Ben ise, Hak teâlânın benim için seçtiği
şeyi seçiyorum. Şâyet Allahü teâlâ beni zengin kılarsa, dîninin emirlerini
yapmayı terk etmem. Şâyet fakir kılarsa, harîs ve O'nun emirlerinden yüz çeviren
bir kul olmam.
Şam'ın büyük velîlerinden
Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Münbec'de bir dağ
kenarındaydı. Yanında da sâlih, temiz kimselerden müteşekkil bir topluluk vardı.
Bunlardan biri, "Sâdık bir kul olmanın alâmeti nedir?" diye sordu. Ukayl el-Münbecî
de; "Sâdık bir kul, bu dağa hareket et dese, hareket eder." buyurdu. O esnâda
dağ sallanmaya başladı.
Mısır’da yetişen büyük
velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine,
“İnsan, Allahü teâlânın saf kullarından olduğunu, ne zaman ve nasıl anlar?” diye
sordukları zaman; “İnsan bu durumu şu dört şeyle bilir. Rahatı terk ederse, az
olsa bile, olandan verirse, fakirleşmesi kendisine sevimli gelirse, övülmek ve
kötülenmek kendisine aynı gelirse” cevâbını verdi.
Doğu Anadolu'da yetişen
büyük velîlerden Seyyid Fehim-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) her
sene Van'a gelişinde bir müddet kalırdı. Âşıkları toplanır, feyz alırlardı.
Genellikle kendisini çok seven mahkeme başkâtibi Ahmed Beyin evinde misâfir
olurdu. Bir sene Ahmed Bey hacca gitmişti. Van'a bir gelişinde yine onun evinde
kaldı. Bir gece yarısı yakınlarından birini çağırdı ve; "Arkadaşlarını uyandır!
Şimdi buradan çıkıp, falan eve gideceğiz." buyurdu. O kimse; "Efendim gece
yarısı gitmek ayıp olur. Yarın gitsek olmaz mı?" dedi. "Hayır şimdi gideceğiz.
Hem Ahmed Beyin oğullarına da haber ver." buyurdu. Durumu öğrenen Ahmed Beyin
oğulları gelip yalvardılar. "Efendim bir kusur yaptıksa af buyurun. Bizden
ayrılmayın. Babamız işitirse üzülür. Biz ona ne cevap vereceğiz, lutfediniz,
ihsân ediniz! Kabahatimizi bağışlayınız." dediler. Çok göz yaşı döktüler. Seyyid
Fehim hazretleri; "Hayır sizden çok râzıyım, bize her hizmeti fazlası ile
yapıyorsunuz. Sizlere duâ etmekteyim. Fakat şimdi gitmemiz lâzım." buyurdu.
Ahmed Beyin oğulları; "Emir buyurduğunuz gibi olsun." dediler. Gece yarısı
sevdiklerinden bir başkasının evine gittiler.
Ertesi gün oğlu Muhammed
Emin Efendi, Ahmed Beyin oğullarının pekçok üzüldüklerini söyledi ve; "Babacığım
o evde sabaha kadar kalsaydık ne olurdu?" diye sorunca, Seyyid Fehim hazretleri;
"Oğlum! Şimdi kimseye söyleme. Bu gece Ahmed Bey Mekke-i mükerremede vefât etti.
Ev yetim evi oldu. Mal mîrâsçılara kaldı. Evvelce her şeyi kullanıyor, yiyip
içiyorduk. Çünkü Ahmed Beyin seve seve helâl edeceğini biliyordum. Şimdi ise
tanışmadığımız mîrâsçılarının hakkı olduğundan bir şeyi kullanmak câiz olmaz.
Kul hakkından kaçınmak için acele ayrıldım." buyurdu. Bir ay sonra hacılar
döndü. Herkes geldi. Ahmed Bey gelmedi. "Bir gece yarısı Mekke'de vefât etti."
dediler. Hesâb ettiler, Seyyid Fehim hazretlerinin evden ayrıldığı geceye
rastlıyordu. Onun kerâmeti olduğunu anladılar.
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanları haram ve şüphelilerden
sakındırırdı. Bu hususta; "Sakın şüpheli bir şeyle Mekke yoluna koyulayım
demeyiniz. Biliniz ki haram ve şüpheli şeylerden bir dirhemin altıda biri kadar
bir hakkı sâhibine iâde etmek, içinde şüpheli kazanç bulunan malla yapılacak beş
yüz nâfile hacdan Allah yanında daha kıymetlidir." buyurdu.
Kıbrıs'ta yetişen velîlerden
Kıbrıslı Hafız Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini
bir gün bir grup cemâat ziyârete gidiyordu. Hepsi atlıydı. Kıbrıs'ta çok
olan zeytin ve keçiboynuzu ağaçlarının altında gidiyorlardı. Keçiboynuzları
salkım salkım sarkıyor, olmuş meyveler insanların başına değiyordu. İçlerinden
biri; "Ne güzel ballanmış, bir tâne yesek." deyince, diğeri; "Kul hakkı geçer,
yeme." dedi. Üçüncüsü; "Hem hoca ziyâretine git, hem hak ye bu olmaz." dediyse
de, o kimse bir tâne keçiboynuzu koparıp yedi. Hâfız Ali Efendinin huzûruna
vardıklarında sohbet ediyordu. Sohbetin bir yerinde Ali Efendi onlara bakıp;
"Kul hakkından çok sakının. Haram yemeyin. Başınıza Keçiboynuzları değse de, bir
tâneden ne olur demeyin. Hiç bir zaman kul hakkını yemeyin buyurdu. İçlerinden
biri; "Size yemeyin demedim mi?" Müminin firâseti var. En sonunda söylettiniz."
dedi.
Şâban-ı Velî
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
MİNDERİN
ALTINDA
Bir zamanlar birinin, bir
zâta borcu vardı,
O devrin parasıyla bez yüz
akçe kadardı.
Bunu ödemek için, çok
çalıştığı hâlde,
Bir türlü biriktirip,
veremedi yine de.
Alacaklı adam o adam,zaman
zaman gelerek,
İsterdi parasını, hem de
sitem ederek.
“biraz mühlet ver” diye
yalvardıysa da,
O mühlet vermeyince, çok
üzüldü o buna.
Bir Velînin kabrine, gitmeye
karar verdi,
Onu vasıta edip, şöyle duâ
eyledi:
“Mâlumdur elbet sana, yâ
Rabbî, benim hâlim,
Bu velî hürmetine, yardımcım
ol sen benim
.
Ödeyebilmem için, beşyüz
akçeyi buna,
Bu borcum miktarınca, parayı
gönder bana.”
O velî hürmetine duâ edip
dönerken,
Şâban-ı Velî
geldi aklına onun birden
Huzûruna vardı ki, kimse
yoktu evinde,
Diz çökmüş otururdu, ibâdet
mahallinde.
O içeri girince, gösterip
minderini,
Buyurdu: "Gel al bunun,
altındakilerini."
Hâlbuki henüz ona, bir şey
söylememişti,
Ondan başka kimse de, yanına
gitmemişti.
Çekinerek oradan, bir miktar
para aldı,
Ve lâkin utancından, hepsini
alamadı.
Allah'ın velî kulu, buyurdu
ki o zaman:
"Rabbimin ihsânıdır, al
hepsini oradan."
"Peki" deyip o dahi,
alıverdi hepsini,
Şâbân-ı Velî ise,
kaldırdı ellerini,
Acıyıp onun için, duâ etti
Allah'a:
"Yâ Rabbi, bu kulunu, darda
koyma bir daha."
Bu kişi hem parayı, hem
duâyı aldı ve,
Sevinç ve huzûr ile, döndü
ve geldi eve.
Oradan getirdiği, paraları
çıkardı,
Saydığında gördü ki, tam da
borcu kadardı.
Gitti hemen koşarak, o
alacaklısına,
Borcunu ödeyerek şükretti
Mevlâsına.
Yâ Rabbî, kul borcundan bizi
de eyle halâs,
İhsân et kalbimize, kavî
îmân ve ihlâs.
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât etmeden biraz önce buyurdular ki:
"Üzerimde bir dirhem kul hakkı vardır. Onun sâhibi için, bin dirhem sadaka
vermiştim. Bununla berâber, hâlâ gönlüme ondan ağır bir şey gelmez."
Osmanlı âlimlerinden
Yazıcızâde Muhammed Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ait bir
beyt;
“İlâhî, sen ganîsin ben
fakîrem,
Kapında elleri bağlı esîrem. |