|
KISSADAN
HİSSE (T - Z)
Evliyânın büyüklerinden
Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine, Ebü'l-Vefâ denilmesinin sebebi şöyle anlatılır: Ebü'l-Vefâ daha on
yaşında iken, Şenbekî hazretleri onun vasıflarını işitip, görmek istedi. Seyyid
Ebü'l-Vefâ hazretleri çoğunlukla tenhâ yerlere gider, buralarda Allahü teâlâya
ibâdet ederdi. Şenbekî hazretleri, sık ağaçların bulunduğu ormanlık bir yerde
onu ibâdet ederken buldu. Yanında, bir köpekle arslan birbirleriyle
oynuyorlardı. Şenbekî hazretleri Ebü'l-Vefâ'nın arkasından yanına vararak selâm
verdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri selâmı aldıktan sonra Şenbekî hazretleri; "Sana bir
suâlim vardı. Şimdi iki oldu." dedi. Ebü'l-Vefâ; "Buyur, kaç suâl sorarsan sor!"
deyince, Şenbekî hazretleri; "Arslanla köpek yaradılış îtibâriyle birbirine
düşmandır. Hâl böyle iken, nasıl oluyor da senin köpeğinle bu arslan oynuyor,
bunun sebebi nedir?" diye sordu. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Allahü teâlâ
kudret ve inâyeti ile kalbimi temizlediğinden beri, köpeğimle bu arslan dost ve
arkadaş oldu." dedi. Şenbekî hazretleri; "İkinci suâlim ise, herkesin bir
derecesi vardır. Sana selâm verdim. Selâmımı iâde ederken niçin ayağa kalkıp,
bana doğru dönüp de selâmımı iâde etmedin?" diye sorunca, Ebü'l-Vefâ hazretleri;
"Yâ Şenbekî! Bu hususta Allahü teâlâ meâlen şöyle buyuruyor: "Evlere
kapılarından gelin ve Allahtan korkun ki, kurtulasınız." (Bekara sûresi: 189).
Eğer sen karşımdan gelseydin, senin selâmını iâde ederken ayağa kalkardım. Fakat
sen, âdet olanın aksini yaparak arkamdan geldin. Ben de senin bu hareketinin
karşılığında, ayağa kalkmadan selâmını aldım." diye cevap verdi.
Daha sonra Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin evine berâber gelip, bir süre sohbet ettiler. Sonra Şenbekî
hazretleri; "Ey Muhammed! Sende nihâyetsiz bir nur müşâhede ettim ve başının
üzerinde Hak teâlânın nûrundan bir alem gördüm ki, kıyâmete kadar senin
evlâdının kerâmetleri zâhir olup, dillerde söylense gerektir. Sana bu müjdeyi
vermeye ve talebeliğime dâvete geldim." dedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri de;
"Annemden izin alıp öyle geleyim." dedi. Bir süre sonra annesinden izin alarak,
Şenbekî hazretlerinin yanına gitmek için yola çıktı. Yolda, bütün hayvanlar ona
selâm verirdi. Huzûruna vardığında Şenbekî hazretleri; "Merhabâ Ebü'l-Vefâ'ya!
Ahdine vefâ eyledi, sözünde durdu." dedi. Bunun üzerine ona, Ebü'l-Vefâ künyesi
verildi.
Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri
buyurdular ki: "Her kim mevlâsına kavuşmak isterse, yolunun üstünde kendisini
bekleyen zahmet ve meşakkatlere sabredip, göğüs germelidir. Meselâ keten
bitkisi, zahmet ve meşakkatlere sabredip göğüs gerer, sonunda da kâğıt olur,
üzerine Allahü teâlânın ismi yazılır. Muazzez ve mükerrem olur. Allahü teâlânın
isminin azîzliğini ve bereketini görmez misin ki; keten önce toprağın altına
habsolunur. Sonra yeryüzüne çıkıp büyüdükten sonra koparılır, vatanından olur.
Ayrıca gurbet acısı çeker. Sıcağa bırakılır, güneşin harâretinde kalır, dövülür
ve posası ayrılır. Sonra daha temiz hâle gelmesi için tarağın dişlerinden
geçirilir. Eğrilir, bükülür, en sonunda ibrişim gibi olup, insan eliyle kumaş
yapılır.
Bütün bunlar oluncaya kadar,
haddi ve hesâbı olmayan eziyet çeker, meşakkatlere katlanır. Burada da kibirli
olduğu sürede, o kibir gidinceye kadar sıkılır. Bu elemden parça parça olup,
lüzumsuz oluncaya kadar kurtuluş yoktur. Lüzumsuz olunca da çöplüğe atılır.
Ayaklar altında sürünür. Kâğıt imâl edicisi onu o hâlde yerlerde sürünürken
görür ve kâğıt yapmak için alır. Temizce yıkadıktan sonra, yepyeni, bembeyaz,
pırıl pırıl kâğıt yapar. (O zamanlar kağıt, eski kumaş parçalarından
yapılıyordu.) Kâğıdın üzerine Allahü teâlânın ismi, Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i
şerîf ve meârif-i ledünnî yazılır. Keten, öyle hadsiz ve hesapsız eziyet ve
meşakkatler çeker ki, anlatmakla bitirilemez.
İşte bunun olduğu gibi,
talebenin hocasına nisbeti de böyledir. Keten o kadar zahmet ve meşakkat yüzü
gördükten sonra kâğıt olup, üzerine yazı yazılarak nasıl değeri artıp ellerde
dolaşıyorsa, talebe de zahmet ve meşakkatler çekerek, o yollardan geçtikten
sonra azîz olup, derecesi yükselir."
Peygamber efendimiz
zamânında yaşamış büyük velî Veysel Karânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine; “Şuracıkta bir adam var. Otuz senedir, bir mezar kazdı, kefenini
giydi, o kabrin başında oturmuş ağlar, gecesi gündüzü yok” dediler. “Beni oraya
götürün.” buyurdu. Veysel Karânî’yi onun yanına götürdüler. Sararmış,
zayıflamış, kurumuş, gözleri ağlamaktan çukurlaşmış halde idi. “Ey kişi, bu
kabir ve kefen, seni otuz senedir, Allah’dan alıkoydu. Sen Allah’ı düşünecek,
zikredecek yerde, hep kefeni ve kabri düşündün.” buyurdu. O kişi, onun nûruyla o
tehlikeyi kendinde gördü. Feryâd ederek o kabre düşüp can verdi.
Veysel Karânî hazretlerini
çocuklar bâzan taşa tutardı. O ise çocuklara; “Yavrucaklar mutlaka beni taşa
tutmanız gerekiyorsa, hiç olmazsa küçük taş atın da ayaklarımı kanatıp namaz
kılmakta bana zorluk olmasın.” derdi.
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
zamânında Yalova’da bir imâm vardı ki, Yahyâ Efendiyi büyük bilir ve çok
severdi. Zaman zaman ziyâretine gelirdi. Bu imâmın çoluk çocuğu kalabalık olup,
maddî sıkıntı içindeydi. Fakat o sabreder fakirliğini gizler, kimseye bir şey
söylemezdi. Bir gün yine Yahyâ Efendi hazretlerini ziyârete geldi. Selâm verip
huzûrunda oturdu. O sırada dergâh tenhâ olup, kimseler yoktu. Yahyâ Efendi ona;
“Ey temiz insan! Gel seninle bahçede biraz dolaşalım. Allahü teâlânın lütfunun
sonu yoktur.” buyurdu. Berâberce çıktılar. Bir yere geldiklerinde, Yahyâ Efendi;
“Sen bize candan bağlısın. Şimdi sana Allahü teâlânın lütfuyla bir iş
göstereceğim. Böylece gönlündeki fakirlik sıkıntısı kalmayacak. Fakirlik ateşini
söndürmüş ve seni sevindirmiş olacağız.” buyurdu. Sonra yere asâsını vurdu ve;
“Burasını kaz!” dedi. İmâm Efendi orasını açtığında, içinden bir küp altın
çıktı. Ona; “Ne durursun, fakirlik hastalığına çâredir. Bunları sana sonsuz
hazîneler sâhibi Allahü teâlâ gönderdi. İstediğin kadar al.” buyurdu. İmâm
Efendi bunları heybesine doldurdu. Yahyâ Efendi ona; “Ey İmâm Efendi! Dünyâ
üzüntüsünü gönlüne sakın koyma. Bunları hayırlı işlere sarfedersin. Yalnız bu
sırrı kimseye söyleme. Şâyet anlatırsan o zaman bunlar elinden çıkar,
aldırırsın.” buyurdu. İmâm Efendi de; “Efendim, ben bu işe çok şaştım! Bu kadar
altınla memleketime nasıl dönerim. Yollarda haramîler, eşkıyâlar var. Korkarım
ki bunları benden alırlar. Nasıl varacağımı bilemiyorum.” dedi. Bunun üzerine
Yahyâ Efendi; “Sana kimse zarar veremez. Bu senin nasîbindir. Var selâmetle
git.” buyurdu. İmâm Efendi vedâ edip yola çıktı. Hakîkaten başına hiçbir şey
gelmeden Yalova’ya vardı. Kendisini hanımı karşıladı. Heybedeki altınları
görünce, hayretler içinde kaldı ve; “Bunları nereden buldun?” diye sordu. O da;
“Bu işi sana açıklayamam. Sâdece Allahü teâlânın ihsânı olarak bil!” dedi. İmâm
Efendi bundan sonra etrâfına yardım etmeye başladı. Hem yedi hem yedirdi. Ömrü
hayır yapmakla geçti. İnsanlar onun hakkında; “Nereden buluyor bunları?” demeye
başladı. Bâzısı da; “Birisinden emânet almış gâlibâ!” Kimisi de; “Anlaşılan
defîne bulmuş.” dedi. Herbiri bir şey söyledi. Netîcede İmâm Efendi hastalandı.
Hastalığı ilerleyince, komşularını başına çağırdı ve onlara; “Size bu malı
nereden bulduğumu açıklamak istedim. Bunun elime girmesine sebep, Yahyâ Efendi
hazretleridir. Bugüne kadar kimseye söylemedim. Zîrâ bana, söyleme gizle
demişti. Şimdi ise ömrümün sonu yaklaştığından onun kerâmeti unutulmasın diye
söylüyorum.” dedi ve Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti.
Evliyânın meşhûrlarından
Yûsuf bin Abdürrahîm Aksûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Ebû Ci’rân
denilen bir böcekden çok ibret aldığını söyledi. Bunu işitenler, nasıl oldu?
dediler. Şöyle anlattı: “Bir kış gecesi uyuyamamıştım, uyanık dolaşıyordum.
Baktığımda Ebû Ci’rân bir kandil üzerine çıkmak için uğraşıyordu. Kandil çok
kaygandı. Tırmanıyor, kayıyor, bir türlü çıkamıyordu. Fakat çok azimli ve
kararlı idi. Tekrar tekrar tırmanmaktan yılmıyordu.Yedi yüz defâ tırmandı ve
kayıp düştü, çıkamadı. Çıkamayacak, hâlâ vaz geçmiyor dedim. Sonra sabah
namazını kılmak için gittim. Namazdan sonra dönerken bir de baktım ki,
tırmanmayı başarmış, kandilin yanında duruyordu. Bu hâdiseden çok ibret aldım.”
Böylece, bir işte kararlı olmanın ve sebâtın, başarıya ulaştıracağını anlattı.
Büyük velîlerden Yûsuf
bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) seyâhatlerinden birisinde,
Arabistan’da bir kabîleye uğradı. Kabîle reîsinin kızı, kendisini görüp âşık
oldu. Bir yolunu bulup, Yûsuf bin Hüseyin yalnız iken yanına geldi. Yûsuf bin
Hüseyin hemen kaçarak başka bir yere gidip oturdu. Başını dizlerine koydu. Çok
yorulmuş olduğu için uyuyuverdi. Rüyâsında, benzerini hiç görmediği bir yerde,
yeşiller giyinmiş kimseler gördü. Birisi de, pâdişâh misâli taht üzerinde
oturuyordu. Kendilerine yaklaşıp kim olduklarını sordu. Onlar, kendisine çok
saygı ve hürmet gösterip yol açtılar ve; “Bizler melekleriz. Taht üzerinde
oturan da Yûsuf aleyhisselâmdır. Yûsuf bin Hüseyin’i ziyârete geldi.” dediler.
Yûsuf bin Hüseyin, çok hayret etti ve mahcûb oldu. Ağlamaklı bir ses ile;
“Hasbünallah! Ben kim oluyorum ki, Allahü teâlânın Peygamberlerinden birisi
benim ziyâretime gelsin, olacak şey değil!” dedi.
Bu sırada hazret-i Yûsuf,
tahttan inip kendisiyle müsâfeha etti ve kendisine sarıldı. Yûsuf bin Hüseyin
ona; “Ey Allah’ın peygamberi, ben kim oluyorum ki, bana bu kadar iltifât
ediyorsunuz?” dedi. Hazret-i Yûsuf buyurdu ki: “O kabîle reîsinin güzel kızı,
yalnız iken yanına gelince, sen Allahü teâlâdan korkarak ve Allahü teâlâya
sığınarak oradan çıkınca, Allahü teâlâ, senin hâlini bana ve meleklere gösterip;
"Ey Yûsuf! Bak, senin, Zelîha’dan kaçtığın gibi, bu Yûsuf da kabîle reîsinin
kızından nasıl kaçtı.” buyurdu ve beni bu meleklerle birlikte seni ziyârete
gönderip sana söylememi emretti ve buyurdu ki: “Her şeyin bir nişânesi vardır.
Bu zamânın nişânesi Zünnûn-i Mısrî’dir. İsm-i âzam ona verildi. Huzûruna git.
Hem de sana şu müjdeyi vermemi emretti ki, (Sen, Allahü teâlânın seçilmiş
kullarındansın).” buyurdu.
Yûsuf bin Hüseyin uykudan
uyandığında aşk-ı ilâhî her tarafını kaplamıştı. Kendisine verilen işâret
üzerine Mısır’a doğru yola çıktı. Bir an önce Zünnûn-i Mısrî'ye kavuşmak
arzusunda idi. Nihâyet Zünnûn-i Mısrî’nin meclisine gelip oturdu. Beş sene, bu
sohbet meclisine devâm etti. Beşinci yıl sonunda hocası kendisini çağırıp;
“Artık memleketine git. Allah rızâsı için insanlara nasîhat et. Allah için
konuş.” buyurdu. “Peki efendim.” deyip ayrıldı. Memleketi olan Rey şehrine
gelince bir meclis kurup, insanlara nasîhat etmeye başladı. Bu hâl, elli sene
böyle devâm etti. Çok talebe yetiştirdi. İbrâhim-i Havvâs, Yûsuf bin Hüseyin’in
talebesi olup, bunun sohbeti bereketi ile çok yüksek hâllere ve makamlara
kavuştu.
Tâbiînin büyüklerinden,
oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir devesi vardı. Yolda kamçı vurmadan
gider ve üzerindekini hiç incitmezdi. Zeynelâbidîn vefât edince, devesi kabri
üzerine gelip göğsünü yere koyup inledi. Hiç kimse bu deveyi mezar başından
kaldıramadı. Oğlu hazret-i Muhammed Bâkır orada bekleşen halka buyurdu ki:
“Kalkması için fazla uğraşmayın. Bu deve burada ölecek!” Üç gün sonra deve orada
öldü.
Hindistan âlim ve
velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır:
Derler ki, bir gün bir genç, zengin bir kadının kapısına geldi ve; “Ben ona âşık
oldum” dedi. Bu haberi kadına ulaştırdılar. Kadın onu çağırdı ve onunla
konuşmaya başladı. “Sakın bir daha bu sözü söyleme!” dedi. “Edemem ki” dedi.
“İki bin gümüş vereyim” dedi. “Yapamam” dedi. On bin gümüşe kadar çıkardı. Genç,
on bin gümüşü duyunca râzı oldu. Kadın bu durumu görünce, onun dilini
kesmelerini emretti ve; “Bizi sevdiğini iddiâ edip de, bize değil malımıza râzı
olanın cezâsı budur.” dedi.
Mısır’da yetişen büyük
velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: “Bir
gün dağlarda dolaşırken bir topluluk gördüm. Hepsi bir yerinden rahatsızdı. “Siz
burada ne yapıyorsunuz?” diye sorduğumda bana; “Şurada bir âbid var, her sene
bir sefer dışarı çıkar, bize okuyunca hepimiz şifâ buluruz” dediler. Ben de
onlara katılarak, dışarı çıksın diye bekledim. Bir adam çıktı. Yüzü sarı, vücûdu
zayıf ve gözleri çukurlaşmıştı. Heybetinden dağ sallandı. Sonra şefkatli bir
gözle onlara baktı, sonra semâya baktı, onlara doğru üfleyince, hepsi şifâ
buldu. Yerine gitmek isterken, eteğine yapışıp; “Allah için onları maddî
hastalıklardan kurtardın. Benim de mânevî hastalığımı tedâvi et.” dedim. “Ey
Zünnûn, elini eteğimden çek! Allahü teâlâ seni gördüğü hâlde, O’nu bırakıp benim
eteğimi tuttun. Allahü teâlâ ikimizi de helâk eder.” dedi.
Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin
yanına bir gün bir çocuk, gelip; “Bana büyük mikdârda para mîrâs kaldı. Bunu
sizin hizmetinizde sarf etmek istiyorum.” dedi. Zünnûn-i Mısrî; “Bülûğ ve reşîd
çağın geldi mi?” deyince, çocuk; “Hayır.” dedi. Zünnûn-i Mısrî hazretleri o
zaman; “Senin paranı harcamak uygun olmaz, rüşd oluncaya kadar sabret.” dedi.
Çocuk reşîd olunca hazret-i Zünnûn’un hizmetinde bulunmaya başladı ve bütün
parasını fakirlere dağıttı. Bir gün önemli bir ihtiyâcı karşılamak için borç
para almak îcâb edince, çocuk; "Keşke daha fazla param olsaydı da, bu yolda
harcasaydım.” dedi. Zünnûn-i Mısrî hazretleri bu sözleri üzerine çocuğun daha
olgunlaşmadığını anladı. Genci yanına çağırarak; “Falan attara git, falan ottan
üç dirhem versin.” dedi. Genç gidip söylenileni alıp getirdi. Zünnûn-i Mısrî
hazretleri; “Bunları havanda ez, yağda hamur hâline getir, ondan üç boncuk yap
ve hepsini iğne ile delerek bana getir.” dedi. Genç söylenilenleri yapıp onun
yanına gitti. Zünnûn-i Mısrî hazretleri üç boncuğu eline aldı, biraz oğuşturdu
ve duâ etti. Herbiri hiç kimsenin görmediği birer mücevher oldu. Gence dönerek;
“Bunları al pazara götür, değerini öğren gel.” dedi. Genç pazara gitti, bunların
herbirine yüz bin dirhem altın verildiğini öğrendi. Gelip durumu Zünnûn-i
Mısrî’ye bildirince, ona; “Bunları havana koy, ufala ve suya at gitsin. Şunu bil
ki talebelerim ekmek bulamadıkları için aç değil, istedikleri için açtırlar.”
dedi. Bunun üzerine genç tövbe etti. Gönlünde dünyânın hiçbir değeri kalmadı.
Kendisi anlatır: “Bir gün
Mekke’de Kâbe-i şerîfi tavaf ederken, Kâbe ile gök arasında bir nûrun sütun gibi
durduğunu gördüm. Sonra kaybolan bu nûrun, kimden veya kim için yükseldiğini
merak ettim. Tavâfımı bitirdikten sonra iki rekat namaz kıldım. O nûru
düşünürken, acıklı bir ses duydum. Sesin kimden geldiğini merak ettim ve bir
kadının Kâbe’nin örtüsüne tutunup göz yaşı döktüğünü gördüm. Ağzından şu
kelimeler dökülüyordu; “Ey dostlar dostu, sen bilirsin! Ey gönül dostum sen
bilirsin! Sana olan sevgimi o kadar gizledim ki, kalbim ve rûhum daralmaya
başladı.” Kadının muhabbet ateşi içinde söylediği bu sözler içimi sızlattı.
Sonra kadın kendinden geçti. Biraz sonra kendine gelince, şöyle niyazda bulundu:
“Allahım! Ey tek sâhibim! Ey koruyucum! Bana olan sevgin hürmetine beni
bağışla!” Buna şaşırdım ve kendisine yaklaşarak; “Allah'ım! Sana olan muhabbetim
hürmetine, deseydin olmaz mıydı?” diye sordum. Bana dikkatle baktı ve; “Yaklaş
ey Zünnûn! Bilmez misin Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde sevdiği bir milletten söz
ederken; “Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever.” buyurmuştur. Bunun için
benim O’na olan sevgim hürmetine demedim. O’nun bana olan sevgisi hürmetine
dedim” diye cevap verdi. Ben ona; “Doğru söylediniz. Fakat benim Zünnûn olduğumu
nereden bildiniz?” dedim. “Ey Zünnûn! Cebbâr olan Allahü teâlânın mârifetiyle
tanıdım.” deyince, vilâyet makâmına ulaşmış bir hâtun olduğunu gördüm. Daha
sonra bana; “Ey Zünnûn! Dön arkana bak, ne var?” deyince, arkama baktım, hiçbir
şey göremedim, hemen kadına döndüm, kadın kaybolmuştu.” |
|