CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

KISSADAN HİSSE (R - Ş)

Velîlerin önde gelenlerinden Seyyid Resûl Zeki Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) velî bir zât olan babasının terbiye ve himâyesinde yetişti. Babası Seyyid Lütfi Efendi, Seyyid Abdurrahmân Kutb hazretlerinin oğluydu. Molla Muhammed Kutb hazretlerinden gelen ilim ve irfân dersleri Resûl Zeki Efendinin babası Seyyid Lütfi Efendiye kadar devâm etmiş, çok kimse hak yolun bilgilerini öğrenmiştir. Resûl Zeki Efendi babasının önde gelen talebeleri arasındayken, babası Seyyid Lütfi Efendi vefât etti. Âilede başka âlim ve müderris kalmamıştı. O sırada Resûl Zeki Efendi de çocuk yaşlardaydı. Babasının talebeleri, hocasız kalmalarına çok üzülmüşlerdi. Bir müddet bekledikten sonra hocalarının evine gelip hanımannelerine; "Efendim! Burada bize ders verecek kimse olmadığından izniniz olursa kendimize hoca aramak için başka yerlere gitmek istiyoruz." dediler. Bunu duyan Resûl Zeki Efendi, Arvas'ın medresesi dağılacak diye üzüntüsünden hastalanıp yatağa düştü. Bu durum karşısında annesi çok üzüldü ve talebelere haber gönderip; "Sizin ayrılıp gitmek istemenize Resûl Zeki dayanamadı, hasta oldu. Biraz daha bekleyin. İyi olsun o zaman gidersiniz." dedi. Talebeler bu arzu üzerine bir müddet daha medresede kaldılar. Bir zaman sonra tekrar izin istediler. Resûl Zeki yine hastalandı. Talebelere yine istedikleri izin verilmedi. Bir gün Resûl Zeki annesinden babasının cübbesini ve sarığını isteyip giydi. Sonra da babasının kitaplarını istedi. Sıra ile kitapların sayfalarını çevirmeye başladı. Sonra da babasının son ders verdiği kitabı koltuğuna alıp medresesine gitti. Talebeleri çağırıp medreseye topladı ve; "Allahü teâlânın izniyle size ders vermeye geldim." dedi. Talebeler; "Herhalde Resûl Zeki hastalık sebebiyle aklını yitirdi. Ama gönlünü kırmayalım, dediğini yapalım." dediler. En iyi durumda olan talebe, kitabını alıp Resûl Zeki'nin önünde oturdu. Resûl Zeki babasından daha mükemmel ders vermeye başladı. Talebeler bu hâli görünce hayretle etrâfında toplandılar. Allahü teâlâ tarafından bütün ilimlerin ona öğretildiğini anladılar ve çok sevinip zâhirî ilimler yanında, mânevî ilimler de tahsîl etmekle şereflendiler.

Molla Resûl Zeki Arvâsî hazretleri'nin güzel hal ve kerâmet sâhibi talebesi Fakih Tayran bir gün Müks Suyu üzerindeki Kırmızı Köprüde durup suya hitâben; "Ey su, ey su! Sen böyle akıp nereye gidersin. Gece gündüz durmadan inler devâm edersin?" deyince, su akmayıp ona şu karşılığı verdi:

"Ey insan! Bunca nebî, bunca velîler geldi. Hiçbiri sebebini öğrenmek istemedi." Fakih şöyle dedi:

"Onlar büyüklerdi. Bilip de sormadılar. Bense bilmiyorum. Aramızda çok fark var." Su cevâben;

"Bak ben de senin gibi birisine tutkunum. Bunun için gece gündüz, onu arar dururum." dedi.

Tâbiînin, zâhid, âbid ve müttekilerinden ve velî Sâbit bin Eslem el-Benânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu. Anlatılır ki: Biri vardı. Babasını bir yerde dövüyordu. Ona babanı niçin dövüyorsun, o senin babandır, ayıp, günah değil mi? dediler. Bunun üzerine babası: Onu bırakın, beni dövsün. Çünkü aynı yerde ben de babamı dövmüştüm. Şimdi de oğlum beni dövüyor, eden buluyor, dedi.

Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, zengin zâtlardan birisi dedi ki: “Ben senin ihtiyaçlarını, kendi malımdan karşılayayım.” Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Kabûl ediyorum, ama şu şartla, bana verdiklerinden dolayı hazinende noksanlaşma olursa, malların hırsızlar tarafından çalınıp telef olursa, -olur yabir gün bu niyetinden ayrılıp bana nafaka vermekten vazgeçersen, bende bir kabahat görüp vermekte olduğun nafakayı kesersen ve ömrün bitip ölürsen ve ben de nafakasız kalırsam ne olacak. Bütün bunların olmıyacağına dair bana bir teminât verebilirsen teklifini kabûl edeyim. Halbuki, benim rızkımı öyle bir zât veriyor ki, bütün mahlûkların rızıklarını verdiği halde hazinelerine zarar verme durumu yoktur. Bu kadar günahlarımız olduğu ve en ince teferruatına kadar bütün yaptıklarımızı bildiği halde ihsânı ve merhameti o kadar boldur ki, kimsenin rızkını kesmiyor. Sonra onun için ölüm diye bir şey yoktur. Böyle bir zât rızkıma kefil olmuş iken başkasından bir şey beklemekliğim kulluğuma yakışır mı? Her türlü ayıb ve kusurlardan uzak böyle bir zâtı bırakıp da, kendim gibi âciz bir kula el açarsam Rabbim gücenmez mi ve böyle yapan kimselerin ne kadar zavallı ve akılsız oldukları meydanda değil midir?” Bunun üzerine o zengin kimse bir şey diyemedi.

Evliyânın büyüklerinden Şeyh Sa'dî-i Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Gülistan adlı eserinde "Hikâye olunur ki: Bir sultan, halkına çok ezâ ve cefâ eder, halkın mallarını gasbederdi. Sultânın zulmü o kadar ileri gitti ki, halk o beldeden akın akın kaçmaya başladı. Halkın azalmasıyla, hazîne boşaldı, devletin gücü zayıfladı. Düşmanlar sağdan soldan saldırmaya başladı. Bir gün pâdişâhın meclisinde Şehnâme kitabını okuyorlardı. Okudukları bahis Dahhak'ın saltanattan hal'i ve Feridun'un sultan olması hakkında idi. Vezîr, Padişâha; "Feridun'un hazinesi, malı, mülkü, hizmetçileri ve adamları yok iken nasıl oldu da pâdişâh oldu?" diye sorunca, padişâh; "İşitmişsindir, bir takım halk onu büyük bir istekle desteklediler, onu kuvvetlendirdiler. Böylece pâdişâh oldu" diye cevap verdi. Bunun üzerine vezîr; "Madem ki halkın toplanmasına pâdişâh sebeb oluyor, sen niye halkını eziyor, perişân ediyorsun? Yoksa sen pâdişâh olmak istemiyor musun?" dedi. Beyt tercümesi:

 

Sevmek lâzım halkı ve askeri cân u gönülden,

Çünkü halkı sâyesinde hüküm sürer sultan.

 

Pâdişâh, vezîre; "Dağılan asker ve halkın toplanması için ne yapmalıdır?" diye sorunca, vezir; "Pâdişâh, âdil ve merhametli olmalıdır. Pâdişâh âdil ve merhametli olursa, halk onun etrafında toplanır ve rahat yaşar. Hâlbuki sende bu ikisi de yok" dedi. Fârisî şiir tercümesi:

 

Nasıl ki kurt çoban olamaz.

Zâlim de pâdişâhlık yapamaz.

Zulmün temelini atan hükümdar,

Saltanâtın direğini yıkmış olur.

 

Vezîrin bu sözleri pâdişâhın hoşuna gitmedi. Vezîri hapse attırdı. Çok geçmeden pâdişâhın amcasının çocukları saltanat dâvasına düştüler. Etraflarına bir ordu toplayarak pâdişâha hücûm ettiler. Pâdişahın zulmünden bezen halk da pâdişâha karşı baş kaldırdılar. Sonunda pâdişâh tahtını kaybetti. Saltanat, amcasının çocuklarının eline geçti. Şiir tercümesi:

 

Zâlim pâdişâha felâket gününde,

Güçlü düşmanı kesilir dostu bile.

İyi muâmelede bulunsa halka,

Olur bir ordu bütün halkı ona."

 

"Hikâye: Bir pâdişâhın acemi bir kölesi vardı. Bir gün bu köle ile gemiye binmişti. Köle o zamana kadar hiç gemiye binmemiş ve deniz görmemişti. Gemi yolculuğunun bir takım sıkıntıları ve zorlukları vardı. Köle, gemi limandan ayrıldığı andan îtibaren titremeye başladı. Ne yaptılarsa köleyi sâkinleştiremediler. Gemide âlim bir kişi vardı. Hükümdâra; "Müsâde ederseniz ben onu susturayım" dedi. Hükümdar da o zâta izin verdi. O zât, köleyi denize attırdı. Köle birkaç kere suya battı, çıktı. Geminin bir tarafına can havliyle tutundu. Onu saçından tutup gemiye aldılar. Bu olaydan sonra köle, köşesinde sessiz ve sâkin oturdu. Hükümdar âlimden bu işin hikmetini sordu. O da; "Köle suya girmeden evvel, gemideki selâmetin kadrini ve kıymetini bilmiyordu. İşte huzûrla, saâdet ve sıhhat de böyledir. Huzûr içinde yaşıyan, mesûd olan, bir felâkete uğramadıkça, o huzûr ve saâdetin kıymetini bilmez. İnsan hasta olmadıkça da, sağlığının kıymetini bilmez" dedi.

Evliyânın büyüklerinden Sadreddîn Hayâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Seyyid Yahyâ hazretleri şöyle anlatır: "Şiddetli bir kış mevsimi idi. Çok üşümüştüm. Isınmak için Tennûr'a (Tandır'a) girdim. Orada üzerime rehâvet çöktü ve câmiye yatsı namazını cemâatle kılmaya gidemedim. Sonra kalkıp namazımı bulunduğum yerde kılmak istedim. Lâkin iki ayağım çalışmaz olmuş ve şiddetli bir ağrı başlamıştı. Hayâtımda böyle ağrı görmemiştim. Bu halde iken epey zaman geçti. Bir gece karşımda Sadreddîn hazretlerini gördüm. Sanki bacadan girmişti. Bana; "Niçin yatarsın? Kalk." buyurdu ve elimden tutup ayağa kaldırdı. Sonra gözümden kayboldu. Hakîkaten ayak üzeri durabiliyor ve yürüyebiliyordum. Ayaklarımdaki ağrılar da dinmişti. Câmiye gittim. Orada Sadreddîn hazretlerini gördüm. Bana; "Bundan sonra namaza gecikme." buyurdular.

Türkistan'ın büyük velîlerinden Sa'düddîn-i Kaşgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı: "Murâkabeyi, kendi iç âlemime dönüp kontrol etmeyi kediden öğrendim. Bir gün bir kedinin, deliğin başında kılını dahî kıpırdatmadan beklediğini gördüm. Geriden tâkib etmeye başladım. Kedi, deliğin ağzında, fârenin çıkmasını saatlerce hareketsiz bekledi. Bu sırada kendi kendine; "Ey kendisine dahî bir faydası olmayan Sa'düddîn! Bir kedi, maksadına kavuşmak için bu kadar dikkatli olursa, sen kalbini temizleyip, Rabbinin emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmakta niçin dikkatli olmazsın. Yazıklar olsun sana ey nefsim!" demekten kendimi alamadım. O günden sonra, bir ân bile Rabbimi hatırımdan çıkarmadım."

Tâbiîn devrinde Kûfe'de yetişen müctehid imamların büyüklerinden Saîd bin Cübeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hapiste iken, bir gece sabaha karşı, boynu vurulacağı haberini verdiler. Bekçilere: "Sabaha olacak, işin haberi geldi. Beni şimdi salın, gideyim. Ölüm için hazırlığımı yapayım. Gelmez diye korkmayın, sabah erkenden gelirim" dedi. Bekçiler, kaçar diye korkmuşlardı. Aralarında ihtilâfa düştüler; sonra, doğruluğuna inananlar galip geldi, bıraktılar. Gitti, sabah erkenden geldi. Ölüm meydanına götürdüler. Vurulunca, başın üzerine düşeceği deriyi yaydılar. Cellâtlar geldi. Cellâtlardan müsâde alıp şu duâyı yaptı: "Allah'ım, benden sonra Haccâc'ı kimseye musallat etme!" O mübârek başı yere düştüğü zaman, iki defa "Lâ ilâhe illallah" dedi. Üçüncüsünü demeye başladı, ama bitiremedi. Hasan-ı Basrî hazretleri, Saîd bin Cübeyr'in katledildiğini duyunca, "Eyvah! Doğudan batıya kadar, ilmine, irfanına bütün müslümanların muhtac olduğu değerli âlimi kaybettik" dedi. Daha sonra olacak oldu. Haccâc, âkile denen yiyici hastalığına tutuldu. Uyuyamıyordu. Uyuyacağı sırada sıçrayıp kalkıyordu. Hâline bakıp şaşanlara: "Saîd bin Cübeyr ile hâlim ne olacak? Uyuyacağım anda, ayağımı çekip sarsıyor ve beni uyandırıyor" dedi. Bu acıklı durumuyla ancak on beş gün yaşayabildi. Saîd bin Cübeyr şehîd edildikten on beş gün sonra Haccâc da öldü.

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin evine Cumâ namazından önce, bir kimse geldi. İçeride büyük bir yılan gördü. Durakladı. Sehl-i Tüsterî hazretleri; "İçeri gir! Kişi, yer yüzündeki yılandan bu kadar korkarsa, âhiretteki yılanlardan daha çok korkması lâzım değil mi?" buyurdu. Sonra yılanı tuttu. Beni başka bir odaya aldı. "Kişi dünyâda yılanlarla arkadaşlık edebilirse, mezarda diğer yılanlar, çıyanlar ona dokunmaz." buyurdu ve; "Cumâ namazı kılar mısın?" buyurdu. O zât; "Câmi ile aramız bir günlük mesâfe var." dedi. Sehl hazretleri onun elini tutup, hemen câmiye getirdi. O kimse dedi ki: "Birlikte namaz kıldık. Sonra çıktı. Câmiden çıkanlara bakıp: "Lâ ilâhe illallah diyen çoktur, ama ihlâs sâhipleri azdır." buyurdular.

Cezâyir'de yetişen, hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak rivâyet edilir ki, sıcak bir yaz günü, bir kimse çarşıdan bir mikdâr et alıp evine götürürken, Senûsî hazretlerinin mescidinin yanından geçiyordu. Bu sırada cemâat namaza durmak üzere idi. İkâmet okunuyordu. O kimse, burada namazı kılıp, ondan sonra gitmek istedi. Sonra, etin kaybolma veya bozulma ihtimâli bulunduğunu düşünüp, tereddüt etti. O kimse bu tereddüt içinde iken, namazın bir rekati kılındı. Nihâyet o kimse cemâate uydu ve namazdan sonra eti alıp gitti. Etin üzerindeki kanlar duruyordu ve hiçbir bozulma işâreti görülmemişti. Eve gelince pişirmek istediler. Tencereye koyup yatsı namazına kadar kaynattıkları hâlde, ette bir değişiklik görülmüyordu. Hattâ üzerindeki kanlar bile aynen duruyordu. Et, aynen Senûsî'nin mescidine girerken bıraktığı hâlde duruyor, hiç bir değişme olmuyordu. O kimse bunda bir hikmet olduğunu düşünerek, Senûsî'nin yanına geldi ve durumu anlattı. O da buyurdu ki: "Yavrucuğum, ben Allahü teâlâdan ümîd ediyorum ki, bana tâbî olup arkamda namaz kılanın etini ateşte yakmaz. Bu et bu sebeble yanmıyor (pişmiyor) olabilir. Lâkin sen bu hâli gizle. Hiçkimseye anlatma." O da Senûsî hayatta iken bu hâdiseyi hiç kimseye anlatmadı.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yaşadığı diyârda bulunan Kermîne şehrinden bir adam ava çıkmıştı. Bu Emîr külâl'i tanıyıp çok severdi. Ava çıkarken; "Eğer avlamak istediğim kazlardan avlayabilirsem, ikisini Emîr Külâl'e götürüp hediye edeceğim." diye niyet etti. Nihâyet bir mikdâr kaz avladı. İki tânesini Emîr Külâl'e vermek için ayırdı. Evine, şehrin ileri gelenlerinden biri geldi. O iki kazı görüp, gözü onlarda kaldı. Kazlar, kuzu gibi iri ve semiz idi. Gelen kimse, ev sahibine; "Bu kazları pişir de yiyelim." dedi. Ev sâhibi; "Onları, Emîr Külâl hazretlerine vermek için ayırdım. Onları yememiz uygun olmaz, ben buna cesâret edemem." dedi. Gelen adam ısrâr edip; "Ne olursa olsun bunları yiyeyim, ben oğlu vâsıtasıyla ondan özür dilerim." diyerek, ev sâhibini iknâ etti. Ev sâhibi kazları pişirtip, o şehrin meşhûrlarından olan o kimsenin önüne koydu. Tam yiyeceği sırada, yüzüne kazlardan öyle bir buhar ve sıcaklık yükseldi ki, gözlerine tesir edip, gözleri görmez oldu. Kazları yiyemedi ve yaptığı işe pişmân oldu, tövbe etti. Hemen Emîr Külâl hazretlerine bir at hediye etmeye niyet etti. Birkaç gün sonra gözleri iyileşip eski hâline döndü.

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) büyüklerin yoluna girmesini şöyle anlatır: "Bir gün hocam Mârûf-i Kerhî hazretlerini, hurma çekirdeği toplarken gördüm. Ona; "Bunları ne yapacaksın?" diye sordum. Bana: "Şu çocuğu ağlar vaziyette gördüm ve niçin ağlıyorsun? diye sordum. O zaman çocuk: "Ben yetimim. Annem babam yok. Bütün arkadaşlarımın güzel elbiseleri var. Fakat benim ne elbisem var, ne de oyuncağım." dedi. Ben de şimdi bunları toplayıp, satacağım ve onun ihtiyâcını alacağım." dedi. Bunun üzerine ben de Ma'rûf-i Kerhî'den izin isteyip, çocuğa bir takım elbise ve oyuncak aldım. Yetim çocuk çok sevindi. Ma'rûf-i Kerhî hazretleri bu durumu görünce; "Sen bu çocuğu sevindirdiğin gibi, Allahü teâlâ da seni sevindirsin. Dünyâ sevgisini kalbinden çıkarsın, seni bu meşgûliyetten kurtarsın." diye duâ etti. İşte bu duâ sebebi ile kurtuldum."

Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri anlatır: "Sırrî-yi Sekatî hazretlerinin ömürlerinin son günlerinde ziyâretine gitmiştim. Yakınımda bir yelpâze vardı. Elime alıp, mübârek yüzlerine sallamaya başladım. Gözünü açtı. Elimde yelpâzeyi görünce: "Ey Cüneyd, yelpâzeyi elinden bırak! Sallama! Çünkü ateş, yellenince daha çabuk ve çok yanar." dedi. Kendilerine; "Bir emriniz var mı?" diye sorduğumda; "Dâimâ Allahü teâlâyı hatırla! Bundan gâfil olma! Âhireti unutturacak kadar dünyâ işlerine dalma!" buyurdu.

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yanında biri olduğu halde Mekke'ye gidiyorlardı. Süfyân hazretleri yolda hep ağlıyordu. Yanındaki; "Günahların sebebi ile mi ağlıyorsun?" dedi. Hazret-i Süfyân; "Günahlarım çoktur. Lâkin beni en fazla endişelendiren ve ağlatan şey acabâ îmânımı muhâfaza edebilecek miyim? korkusudur." buyurdu. Mekke'ye vardılar. Hac esnâsında bir genç, Allah korkusuyla öyle bir "Allah" dedi ki, dayanamadı düşüp vefât etti. Süfyân-ı Sevrî hazretleri bu hâli görünce, gencin cesedinin yanına geldi ve; "Dört defa hac yaptım. Bunların sevâbını senin rûhuna hediye ettim. Sen de bu söylediğin "Allah" sözünden meydana gelen sevâbı bana versen." deyince, gencin cesedinden; "Verdim" sesi duyuldu. Süfyân-ı Sevrî'ye o gece rüyâsında; "Sen çok kâr ettin. Eğer bu aldığını bütün Arafat'ta bulunanlara dağıtsan hepsi zengin olurlardı." denildi.

Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin gençliğinde sırtı kamburlaşmıştı. Sebebini sordular. Onlara; "Üç üstâda talebelik yaptım. Hepsi de zamânının en âlimleriydi. Ölüm zamanında üçü de dünyâdan îmânsız gittiler. Ben onların hâlini görünce, korkudan omurga kemiğim eğrildi. Hele üstâdımın birine uzun seneler hizmet ettim, talebelik yaptım. Hiçbir edebi terkettiğini görmedim. Dünyâdan âhirete göçeceği zaman başucunda idim. Gözünü açıp; "Ey Süfyân! Bana ne olduğunu görüyor musun?" dedi. Ben de; "Ey üstâdım, kendinizi nasıl buluyorsunuz?" dedim. O; "Beni dergâhından kovuyorlar, kabûl etmiyorlar. Sen buradan git, bize lâyık değilsin diyorlar." dedi. Sonra Süfyân hazretleri yanındakilerden Kur'ân-ı kerîm istedi ve elini kitabın üzerine koyarak; "Şâhid olunuz ki o, bu mushaftan ve içinde bulunanlardan nasipsiz öldü. Yahûdî dînini seçti ve can verdi. Allahü teâlâ dilediğini yapar." dedi.

Osmanlı evliyâsından Şa'bân-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine  bir gün fakir bir kimse gelerek; “Efendim! Fakirim. Bir merkebim vardı, o da öldü. Şimdi ne ile çocuklarımın geçimini temin edeceğim? Ne olur duâ buyurun da, cenâb-ı Hak beni nâmerde muhtâc etmesin.” dedi. Şa'bân-ı Velî de, ellerini açarak bu fakir için Allahü teâlâya yalvardı. O sırada bir atlı, yedeğinde bir katır ile Şa'bân-ı Velî hazretlerinin huzûruna varıp; “Efendim! Bu katırı size hediye etmek niyetiyle tâ memleketimden geldim. Lütfen kabûl buyurunuz.” dedi. Şa'bân-ı Velî, yanında duran fakîre dönerek; “Ey fakîr! Allahü teâlânın sevdiklerine olan bağlılığın ve muhabbetin sebebiyle, cenâb-ı Hak sana, merkebin yerine daha güçlü bir katır ihsân etti. Nîmetinin şükrünü bil ki, daha da çoğaltsın.” buyurdu ve katırı fakîre teslim etti. Katırı getiren kimse, bu işe şaşırıp kaldı ve hayretinden; “Sübhânallah” deyince, etraftakiler; “Niçin hayret ediyorsun?” diye sordular. O kimse de; “Bu katırı yarın getirecektim. Lâkin içime, hayırlı işi geciktirme, diye bir düşünce geldi. Bunda bir hikmet var diyerek acele ettim.” dedi.

Büyük velîlerden  Şâh Şücâ Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine ait türbenin yanında, Hâce Ali Sirgâhî yemek verirdi. Böyle bir gün; “Yâ Rabbî! Bir misâfir gönder!” dedi. Âniden bir köpek geldi. Hâce Ali köpeği kovaladı. Köpek kaçtı. Sonra Şâh’ın kabrinden bir ses geldi: “Misâfir istiyordun. Gönderdik, kovdun.” dedi. Derhal kalktı, dışarı koştu. Köpeği aradı bulamadı. Şehrin dışına gitti. Köpeği orada bir ağacın altında yatıyor halde buldu. Yemeği onun önüne koydu. Köpek yemeğe dönüp bakmadı. Hâce Ali utandı ve istigfâra başladı. Tövbe etti. Köpek; “Ey Hâce Ali, şimdi iyi ettin. Misâfir çağırıp kovmak ne demektir. Dikkatli ol! Eğer Şâh Şücâ orada olmasaydı, göreceğini görmüştün.” dedi.

Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin tövbe etmesine Türkistan’daki bir putperest sebeb oldu. Ticâret için Türkistan’a gitti. Merak edip bir puthaneye girdi. Puta, isteklerini yana yakıla anlatan bir putpereste; “Seni ve her şeyi yoktan var eden, alîm ve kudretli bir yaratanın var. Sana hiç bir fayda ve zararı olmayan puta tapacağına Allahü teâlâya ibâdet et.” dedi. Putperest, “Eğer söylediğin doğru ise, O, sana senin memleketinde rızk vermeye kâdirdir. Mâdem öyledir, niçin tâ buralara kadar geldin?” dedi. Şakîk-i Belhî hazretleri, bu söz üzerine derin düşüncelere daldı ve Belh şehrinin yolunu tuttu. Yolda gelirken bir mecûsi ile yolculuk yaptı. Mecûsi, Şakîk-i Belhî’nin tüccar olduğunu öğrenince; “Eğer kısmetin olmayan bir rızık peşindeysen, kıyâmete kadar gitsen onu ele geçiremezsin. Şâyet kısmetin olan bir rızk peşindeysen onun arkasında koşmana lüzum yoktur. Çünkü sana ayrılan rızkın seni bulur.” dedi. Bu söze Şakîk-i Belhî hayran kaldı. Dünyâ’ya karşı meyli azaldı. Artık âhiret için çalışacağına kendi kendine söz verdi. Belh şehrine geldi. Belh’de müthiş bir kıtlık vardı. İnsanlar yiyecek bir şey bulamıyorlardı. Bu yüzden kimsenin yüzü gülmüyordu. Şakîk-i Belhî, çarşıda neşeli bir köleye; “Ey köle, herkes üzüntü içindeyken, senin neşene sebep nedir?” deyince, köle, “Niçin üzüleyim. Benim efendim zengin bir kimsedir. Beni aç, çıplak bırakmaz ki!” dedi. Şakîk-i Belhî, bu söze şaştı ve; “Aman yâ Rabbi! Az bir dünyâlığı olan şu zenginin kölesi böyle neşeli. Halbuki, sen bütün canlıların rızıklarına kefil oldun. Biz niçin gam ve keder içinde olalım.” deyip dünyâ meşgûliyetlerinden elini çekti. Samîmi bir tövbe ile âhirete yöneldi. Allahü teâlâya olan tevekkülü son derece fazlalaştı. İbrâhim Edhem hazretlerinin sohbetlerine başladı. Ondan feyz alarak olgunlaştı.

Konya'ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile Mevlânâ hazretleri mehtaplı bir gecede medresenin damında oturmuş sohbet ediyorlardı. Bir ara Şems, etrâfına bir göz gezdirerek; "Hiçbir pencereden ışık görünmüyor, herkes ölü gibi yatıyor. Keşke uyanık olsalar da, âhiret için birazcık çalışıp, kıyâmet gününde güç durumda kalmasalar. Yoksa bu hâlleriyle ölüden farkları yok." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ hemen ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî! Şems-i Tebrîzî hazretlerinin hürmetine bu uykuda ölü gibi yatan kullarını uyandır!" diye duâ etti. Duânın akabinde, gökyüzünde bir anda bulutlar toplanmaya, şimşekler çakmaya ve gök gürlemeye başladı. Bu şiddetli gürültülerden uyuyan herkes uyandı. Yakın evlerden "Allah! Allah!" sesleri gelmeye başladı. Bir müddet bu sesleri dinlediler ve Şems; "İnsanların, Rabbimizin hıfz-u emânında (korumasında) olabilmeleri için, âlim, kâmil bir rehbere ihtiyaçları vardır. Ancak böyle bir rehbere kavuşanlar, yer ve gök âfetlerinden, maddî ve mânevî bütün zararlardan korunabilirler. Görüldü ki, şu insanların uykudan uyanıp "Allah! Allah!" demeleri, gök gürlemesinden dolayıdır. Onun gibi, bu insanların hakîkî uykudan uyanmaları, cenâb-ı Hakk'ın sevdiği bir âlimi veya velîsi sebebiyle olmaktadır." buyurdu.

Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün yolda giderken, buldukları bir ceviz için kavga eden iki çocuk gördü. Şiblî hazretleri cevizi alıp onlara; "Sabredin, bu cevizi size paylaştırayım." dedi. Sonra cevizi açınca, cevizin içi boş çıktı. Bu sırada şöyle bir ses duydu: "Eğer taksim yapan ve kısmet dağıtan biriysen, şimdi bunu da taksim etsene." Bunun üzerine Şiblî hazretleri, "Bütün bu kavga, içi boş bir ceviz için, taksim etmek ise bir hiç içinmiş!" dedi.