|
KISSADAN
HİSSE (K - M)
Derin ilim, güzel ahlâk ve
yüksek mânevî dereceler sâhibi olan Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) birçok kerâmetler gösterdi. Bir gün talebeleri ve sevenleriyle
sohbet ediyorlardı. Bu sohbette âlim biri vardı. Kâzerûnî hazretleri pekçok şey
anlattı, vâz ve nasîhatte bulundu. Sohbet bittikten sonra ayrılacakları sırada
âlim zât Ebû İshâk hazretlerinin ellerine, ayaklarına kapandı. Ebû İshâk
hazretleri adama sordu: "Sana ne oldu da böyle hareket etmek ihtiyâcını duydun?"
Âlim anlattı: "Siz mecliste konuşurken benim içimden şöyle bir fikir geçti:
Benim ilmim onunkinden
ziyâdedir, buna rağmen ben rızkımı çalışıp çabalayarak kazanıyorum, bir lokmayı
zahmet ile elde ediyorum. Bu ise bunca nüfûz ve îtibâra sâhip, elinden hadsiz
hesapsız mal geçmektedir. Acabâ bundaki hikmet nedir, diye düşünüyordum. Tam ben
böyle düşünüyorken, siz yağ kandiline bakıp şöyle bir îzâhatta bulundunuz.
Kandildeki su ile yağ
birbiriyle öğünme yarışına girerler. (Bilindiği gibi su ile yağ birbiriyle
karışmazlar, yağ hafif olduğundan suyun üstünde durur.) Su yağa der ki: "Ben
senden daha aziz ve daha fazîletliyim. Senin ve bütün canlıların hayâtı benim
sâyemdedir. Hâl böyleyken sen niçin benim üzerimde bulunuyorsun?" Yağ, suya şu
cevâbı verir: "Çünkü ben çok eziyet çektim. Beni kırdılar, hasad ettiler,
dövdüler, saçtılar, cenderelerde sıktılar.
Sen böylesine meşakkatlere
mâruz kalmış değilsin. Bütün bu saydıklarım yetişmemiş gibi bir de yanıyor ve
etrâfı aydınlatıyorum. Sen ise istediğin yerlerde akıp duruyorsun. Üzerine bir
şey atacak olsalar feryâdı basıyor ve ortalığı karıştırıyorsun. İşte bundan
dolayıdır ki tepene çıkıp oturuyorum." Bunu dinleyince kalblerden geçenleri
bilen bir zât olduğunuzu anladım."
Anadolu'da yetişen evliyâdan
Lütfullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir Cumâ günü Tire'deki
Zinciriye Câmiinde müslümanlara vâz ve nasîhatte bulunuyordu. Fakat insanlar
gâfil oldukları için onun vâzından fazla istifâde edemediler. Kürsünün önünde
büyük bir taş vardı. Lütfullah Efendi cemâate; "Benim sözlerim size tesir
etmedi. Fakat şu taşa tesir etti." buyurdu. Hakîkaten baktıklarında, bu büyük
taş parça parça oldu. Lütfullah Efendinin bu kerâmetine şâhid olan insanlar,
halsiz ve perişan oldular.
Evliyânın büyüklerinden
Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) yanına bir köpek gelip oturduğu
zaman ona bir şey yapmaz ve kovalamazdı. "Neden kovalamazsın?" denildikte, o;
"Bu köpek, kötü arkadaştan daha iyidir; kişinin iyi insanları yanında bulup da
doğru yola gitmemesi, kötülük olarak kendisine yetişir." buyurdular.
Mâlik bin Dînâr
anlatır: Hacca gitmek üzere yola çıktım. Çölde giderken ağzında bir parça ekmek
olan bir karga gördüm. Bunda bir iş var, deyip takip ettim. Bir mağara önünde
durdu. İçeri girdi. Ben de öyle yaptım. İçeride elleri ayakları bağlı sırt
üzerine yatmış birisi vardı. Karga getirdiği ekmekten parça parça gagasıyla onun
ağzına veriyordu. Daha sonra uçup gitti. Bir daha da dönmedi. Adama bu ne hal,
dedim. O da; "Hacca gidiyordum. Hırsızlar yolumuzu kesti ve bütün malımızı
aldılar sonra gördüğünüz gibi bağladılar ve bu mağaraya attılar. Beş gün aç
susuz bu halde kaldım. Sonra Rabbime duâ ettim. Bana bu kargayı gönderdi. Her
gün yedirip içiriyordu." dedi. Sonra adamcağızın bağlarını çözdüm. Yola
koyulduk. Yolda çok susadık. Yanımızda su yoktu. Çölde bir kuyu gördük. Orada
ceylanlar vardı. Allahü teâlâya hamd ettik ve işte bir kuyu bulduk diye
sevindik. Yaklaşınca, bu sırada kuyunun suyu dibe çöktü. Ceylanlar da
uzaklaştılar. Yanımızda ip ve kova yoktu. Biz; "Yâ Rabbî! Ceylanlara ihsan
ettin. Biz yüz zira' uzunluğunda ipe ve kovaya muhtacız." dedik. O zaman bir ses
duyuldu; "Ey Mâlik! Ceylanlar bize tevekkül etmiştir. Biz onları sularız. Siz
ise ipe ve kovaya tevekkül etmişsiniz. Siz de onunla su içersiniz" buyruldu.
Mâlik bin Dînâr bir
yıl hacca gitti. Haccını tamamladığı gece rüyâsında bir ses işitti; "Yâ Mâlik!
Hacca gidenlerden Muhammed oğlu Abdurrahmân affedilmedi." dedi. Sabahleyin
çevresinde Muhammed oğlu Abdurrahmân'ı aramaya başladı. Sordukları kimse ona:
"Aradığın kimse Kur'ân ehlidir. Her yıl hacca gelir." dediler. Araya araya onu
bir köşede Kur'ân okurken buldu. Abdurrahmân onu görünce bir âh çekip bayıldı.
Daha sonra şöyle dedi: "Beni rüyânda gördün. Bana, Allahü teâlânın beni
affetmediğini söylemeğe geldin değil mi?" Mâlik bin Dînâr hazretleri çok
şaşırdı. Ona hayret edip sordu: "Sâlihlerden birine benziyorsun. Çok merak
ettim. Acaba, Allahü teâlâ seni niçin affetmiyor. Ne günâh işledin?" "Bir
Ramazan ayının ilk gecesi idi. İçki içip sarhoş olmuştum. Bu sırada babam beni
aramış ve bir yerde yatar bulmuş. Beni çekince ben de sarhoşluktan ona vurup bir
gözünü çıkarmışım. O da bana bedduâ etmiş. Ertesi günü ayılınca neler yaptığımı
büyük bir üzüntü ile öğrendim. Bütün içki küplerini yok ettim. Kölelerimi âzât
ettim. Yaptıklarıma pişman olup, doğru yola girdim. Her yıl böyle hacca gelir
duâ ederim. Fakat, her seferinde sizin gibi birisi rüyâmda: "Allah seni
affetmedi." diye söyler."
Tekrar ağlamaya başladı.
Onun bu hâline Mâlik bin Dînâr acıdı, babasını sorup yerini öğrenerek onun
yanına gitti. Babası o büyük âlimi görünce şöyle karşıladı: "Hoşgeldin yâ
Mâlik!" "Beni nasıl tanıdın?" "Bugün Allahü teâlâya duâ edip, seni görmeği
dilemiştim." "Seni ziyâretimin bir sebebi var." "Buyurun bir isteğiniz varsa
hemen yerine getiririm." "Farzet ki kıyâmet kopmuş, oğlun Abdurrahmân'ı tutup
Cehennem'e götürüyorlar. Onu bu hâlde görsen üzülmez misin?" Bunu duyunca babası
ağlamaya başladı. Daha sonra kendine gelip dedi ki: "Sen şâhit ol ki, oğlumun
kusurunu affettim ve ona hakkımı helâl ettim."
Daha sonra Mâlik bin Dînâr,
ondan izin alarak oğlunun yanına gidip müjdeyi verdi: "Baban senin suçunu
bağışladı. Biraz sonra seni görmeye gelecek." Bunu duyunca Abdurrahmân ağlayarak
tekrar bayıldı. Bu sırada babası geldi. Mâlik bin Dînâr'a ricâ etti. "Oğlumu
affettim. Öbür âleme yakın zamanda göçeceğini zannediyorum. Şehâdet getirip
rûhunu teslim etsin." Mâlik hazretleri, şehâdeti telkin etmeğe başladı. Fakat
Abdurrahmân cevap vermiyordu. Nihâyet gözlerini açıp, karşısında babasını
görünce ona yalvaran bir sesle dedi ki: "Babacığım ne olur, gel sende benim
gözümü çıkar ki, kıyâmete kalmasın!" Babası; "Ey gözümün nûru! Ben suçunu
bağışladım. Senden râzı oldum." dedi
Bu sırada Abdurrahmân iki
defâ şehâdet getirdi. Mâlik bin Dînâr ona sordu: "Hâlin nasıldır?"
"Baygın halde iken başucumda
elinde topuz olan bir melek durup bana: "Baban senden râzı değil! Bu topuzla
senin başına vuracağım" dedi. Az sonra, başka bir melek gelip yeşil bir mendille
gözlerimin yaşını sildi ve dedi ki: "Şehâdet getir! Baban ve Allahü teâlâ senden
râzı oldu." dedi.
Bunları söyler söylemez
rûhunu teslim etti.
Büyük velîlerden Mansûr
el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtı yaklaşınca
hanımı; "Oğluna vasiyet et, onu yerine vekil bırak." dedi. "Hayır, kızkardeşimin
oğlu Ahmed Rıfâî'yi vekil bırakacağım. " buyurdu. Hanımı bu hususta ısrâr
edince, oğlunu ve kızkardeşinin oğlu Ahmed'i yanına çağırıp; "Gidin bana biraz
çiçek toplayıp getirin." dedi. Gittiler, sonra oğlu bir demet çiçek getirdi.
Kızkardeşinin oğlu Ahmed Rıfâî ise eli boş döndü. "Neden toplamadın?" diye
sorunca; "Elimi uzattığım her çiçek Allahü teâlâyı tesbih ediyordu. Koparmaya
kıyamadım." dedi. Hanımı bu hâli görünce, onun kerâmetini ve Ahmed Rıfâî'nin
üstünlüğünü anlayıp ısrarından vazgeçti.
Gümüşhânevî Dergâhı şeyhi
Mehmed Zâhid Kotku (rahmetullahi teâlâ aleyh) müslümanların birlik ve
berâberlik içinde bulunmaları gerektiğini açıklarken şöyle buyurdu: "Görmez
misin ki, yağmur ne kadar çok yağarsa yağsın, tânecikleri hemen birleşir,
toplanırlar. Derken dereler, nehirler meydana gelir. Netîcede bunlar barajları
doldurur. Enerji santrallerini işletir, arâziyi sular, şehirlerin elektriğini
temin ederler. Bu nîmet sâyesinde insanlar rahata kavuşur, işleri kolaylaşır. Bu
ne büyük bahtiyarlıktır. Bundan ibret almalı, birlik ve berâberliğimizi temine
çalışmalıyız. Tek tek hareket edersek, hepimiz helâk oluruz. Ne kadar dindâr
olursan ol, birlik ve berâberliği her işin üstünde tutmadıkça, herkes kendi
başına buyruk hareket ettikçe bir yere varılmaz." diyerek müslümanların her iş
ve hareketlerinde tek yürek, tek kuvvet olması gerektiğine işâret etti.
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Merkez Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara vâz ve
nasîhat verirken gözlerini kapayarak anlatırdı. Fakat orada olanları kalb gözü
ile görürdü. Merkez Efendi Balıkesir'e gittiğinde, bir Cumâ günü namazdan sonra
kürsiye çıkıp vâz etti. Halk, Merkez Efendiyi tanımadıkları için, pek iltifât
etmediler. Vâzı dinlemeyip, teker teker câmiden çıkarak gittiler. Ve
birbirlerine; "Halvetî yolunun büyüklerindenmiş." diyorlardı. Herkes çıktıktan
sonra, müezzin efendi elinde kapının anahtarı olduğu hâlde kürsînin yanına
varıp, gözü kapalı olarak konuşan Merkez Efendiye; "Hoca efendi! Giderken câmiyi
açık bırakma. Anahtarları buraya bırakıyorum. Çıkarken kitlemeyi unutma!" dedi.
Merkez Efendi gözünü açmadan; "Müezzin efendi, sen de işine gidebilirsin. Bizim
sohbetimizi siz dinlemiyorsunuz, fakat melâike-i kirâm dinlemektedirler."
buyurdu ve vâzına devâm etti. Biraz sonra câmiden gidenlerin hepsi geriye
döndüler. O kadar çok insan toplandı ki, cemâati câmi almaz oldu.
Merkez Efendi
çocuklara karşı çok şefkatliydi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur,
çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki:
"Benim için hayr duâ ediniz. Siz günâhsız, mâsumsunuz. Sizin duâlarınızı Cenâb-ı
Hak da kabûl eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyâr için duâ ediniz ki, kıyâmette
yüzü ak olsun." Çocuklar duâ edince de; "Yâ Rabbî! Bu mâsumların duâlarını red
eyleme." diye Allahü teâlâya yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok
merhametliydi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı.
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim el-Metbûlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün, çok ibâdet eden,
çok hayır ve hasenâtta bulunan, herkesin hâlini övdüğü bir talebesine; “Evlâdım,
çok ibâdet etmene rağmen dereceni düşük olarak görüyorum. Umulur ki, baban
senden râzı değildir.” buyurdu. Talebe de; “Evet efendim, babam benden râzı
değildir.” dedi. Bunun üzerine Metbûlî; “Babanın mezarını tanıyorsan, kalk oraya
gidelim, ziyâret edelim. Belki senden râzı ve hoşnûd olur da, ameline uygun
yüksek mertebelere çıkmış olursun.” buyurdu. Gencin; “Peki efendim.” demesi
üzerine, berâberce kabristana gittiler. Bundan sonrasını, Yûsuf el-Kürdî şöyle
anlatır: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kabristana gidip o gencin babasının
mezarını ziyâret ettiğimizde, babası başını kabirden çıkardı ve başındaki
toprakları sağa sola saçtı, sonra doğruldu. O zaman Metbûlî; “Ey Allahü teâlânın
kulu! Bu sâlih kimseler, oğlun hakkında, senin hakkını helâl etmeni istemek için
geldiler. Tâ ki o, kavuşamadığı mânevî derecelere yükselsin.” buyurunca, babası;
“Siz şâhid olunuz ki, ben ondan râzı oldum ve hakkımı helâl ettim.” dedi.
Metbûlî de; “Şimdi siz, rahatça mezarınıza giriniz.” buyurdu. O gencin babası,
kabrine girip uzandı. Bu kabir, Hüseyniyye’deki Şerefüddîn Câmiinin
yakınındaydı.”
Mevlânâ Seyyid Hasan
(rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri küçük bir çocukken babası onu Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin sohbetine götürdü. Küçük Hasan odaya girdiğinde, Ubeydullah-ı
Ahrâr'ın yanında duran balı görünce hemen ona koştu ve yemeye başladı. Hâce
Ubeydullah gülümseyerek durumu seyretti ve Küçük Hasan'a; "Yavrum senin ismin
ne?" diye sordu. Bal yemekle meşgûl olan Mevlânâ Hasan; "Bal." Cevâbını verdi.
Hâce Ubeydullah bu cevaptan çok hoşlandı ve; "Kâbiliyeti, yeteneği çok kuvvetli.
Zîrâ küçücük bir bal lezzetini almakla ona kendisini öyle verdi ki, onun
sevgisinde eridi ve kendisini o zannetti. Başka bir şey tadınca, onda da öyle
olacak." buyurdu.
Ubeydullah-ı Ahrâr,
babasından küçük Hasan'ı istedi. Kendi terbiyesi altına aldı. Mektebe gönderdi.
Kur'ân-ı kerîmi hatmettikten sonra, ona ilim tahsîl etmesini emretti. İlim
tahsîli yanında, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetlerinde de bulunarak, kemâle
ulaştı.
Mevlânâ Seyyid Hasan
hazretlerinin hocası Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh)
bir gün Keşmir'e gitmişti. Semerkand sultanı ve ileri gelenleri Hâce
Ubeydullah'ı ziyâret ettiler. Ziyâretler sebebiyle talebeler üç gün Hâce
Ubeydullah'ın sohbetlerinden uzak kaldı. Talebeler keşke hocamız sultanlar ve
emirlerle görüşmekten uzak durup, talebelerini terbiye ile meşgûl olsaydı
diyorlardı. Talebelerinden Mevlânâ Ali bin Hüseyin bu düşünce ile Seyyid
Hasan'ın yanına gitti. Mevlânâ Hasan, İhyâu-Ulûmiddîn adlı eseri mütâlaa
ediyordu. Onu görünce mütâlaayı bırakıp, bir müddet durdu, sonra Mevlânâ Ali'ye
şöyle dedi: Bir âlim şöyle anlattı: Bir kere Hâce Ubeydullah hazretlerinin
huzurlarına vardım. Hatırımdan; "Hace Ubeydullah, sultanlar ve zâlimlerin gelip
gitmesi ile kendilerini rahatsız ediyor. Bunun yerine bir mikdar talebe ile
meşgul olup, onları yetiştirse." diye geçti. Huzurlarına varıp oturduğumda, bana
yönelip buyurdular ki: "Benim bir müşkil meselem vardır. Sizden ona cevap
isterim. Meselem şudur: Bir kimse var. İdâreciler ve zâlim kimseler onun sözünü
dinleyip, onun ricâsı ile müslümanlar, zulümden kurtulurlar. O şahıs zâlimlerin
zulmüne mâni olur. Acabâ; mazlumları, zâlimlerin eline bırakıp, bir dağ köşesine
çekilip tâat, ibâdet ve talebeleri terbiye ile meşgûl olması câiz olur mu? Bu
iki işin hangisi ile meşgul olmak daha iyidir?" dedi. Ben de; "Bu durumda
uzleti, yalnızlığı bırakıp zâlimler ile berâber olması evlâ değil, belki
farzdır. Müslümanları zâlimlerin elinde bırakıp, uzlet ve ibâdeti tercih etmek
günahtır." dedim. Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm edip; "Bak şimdi
kendin fetvâ verdin. Ya niçin îtirâz edersin." buyurdu.
Bunu dinleyen talebe hemen
aklından geçen düşüncelere tövbe etti.
Oniki imâmın dokuzuncusu,
tanınmış büyük velîlerden Muhammed Cevâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile
ilgili olarak şöyle anlatılır: Bir gün halîfe Me'mûn ava çıkarken, çocukların
oynadığı sokaktan geçti. O esnada, bütün çocuklar sokaktan kaçtı. Muhammed Cevâd
da orada çocukların yanında duruyordu. Yalnız o olduğu yerden ayrılmadı. Bunun
üzerine halîfe Me'mûn ona yaklaşarak: "Ey çocuk! Bütün çocuklar kaçtığı halde,
sen neden kaçmadın?" diye sorunca, İmâm-ı Takî: "Ey Emîr-ül-Müminîn, yol dar
değil ki, kenara çekilip genişleteyim. Suçum yok ki, senden korkup kaçayım.
Senin suçsuz kişileri incitmeyeceğine inanıyorum." diye cevap verdi. Bu güzel
yüzün ve tatlı sözlerin sâhibi olan çocuk halifenin hoşuna gitti. Ona; "Sen
kimin oğlusun?" diye sorunca, "İmâm-ı Ali Rızâ'nın oğluyum." cevâbını verdi.
Halîfe, İmâm-ı Ali Rızâ'yı rahmetle andı. Muhammed Cevad o sırada dokuz
yaşındaydı.
Büyük velîlerden Muhammed
Karsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ömrünü Allahü teâlânın dînine hizmetle
geçirdi. Çocukları da sâlih kimseler idiler. Vefâtlarından yedi yıl kadar
geçtikte oğullarından biri vefât etti. Onu babalarının kabri yanına defnetmek
istediler. Kabri açtıklarında, toprak çöktü ve Muhammed Karsî hazretlerinin
mübârek vücûdu taptâze ortaya çıktı.Yalnız mübârek beyni biraz çökmüş bir
haldeydi. O günlerde zamânın evliyâsından biri rüyâsında Muhammed Karsî
hazretlerini gördü ve ona kabir hâlinden sordu. Muhammed Karsî hazretleri de
ona; "İlk talebe olduğum yıllardaydı. Bir gün sokaklardan birinde giderken güzel
bir kadınla karşılaştım. İnsanlık icâbı ona baktım. O kadın yanımdan geçerken de
güzel kokular saçmıştı. O zaman içimden; "Bunun hakîkî güzelliği kimbilir
nasıldır?" diye geçirdim. Daha sonra pişman oldum, tövbe ve istiğfâr ettim.
Kabrimde beynimin çökmüş olması, onun cezâsıdır." buyurdu.
Evliyanın büyüklerinden
Muhammed Rûcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır: Mescidde îtikâf
yapıyordum. Üç gün geçtiği hâlde, yiyecek getiren kimse olmamıştı. Hâlsiz bir
hâlde kalkıp yiyecek bir şeyler bulmak için mescidden çıkmak istedim. Sol
ayağımı mescidin dışına koymuş, sağ ayağım mescidin içinde iken; "Ekmek için
bizimle berâber olmayı bırakıyor musun?" diye ilâhî bir düşünce kalbime geldi.
Bunun üzerine dışarı çıkardığım ayağımı tekrar içeri soktum. Elim ile yüzüme bir
tokat vurdum. Tokat izi uzun müddet yüzümden çıkmadı. Kendi kendime; "Bir daha
kendime yemek aramak için aslâ çıkmayacağım." dedim. Bunun üzerine büyüklere
kuvvetli bir bağlılık hâsıl oldu. Bir ara, daha önce görmediğim ve tanımadığım
birisi gelip, önüme bir mikdâr şeker koydu. Sonra konuşmadan gitti. O zâtın
konuşmadan dönmesi ve ibâdetimden alıkoymaması, o şekeri getirmesinden daha çok
sevindirdi.
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok pahalı
elbiseler giyerdi. Evliyânın hâlleri hakkında bilgi sâhibi olmayanlardan birisi,
bundan dolayı ona kızdı ve; "Evliyânın, sultanlara yakışacak böyle elbiseler
giymekten uzak durması lâzımdır. Eğer bu zât gerçekten velî ise, onu bana verir;
ben de satar, parasını çoluk çocuğuma harcarım." dedi. Muhammed Şâzilî
toplantıdan ayrılınca, elbiseyi çıkardı ve; "Bunu filân kimseye verin. Satsın ve
parasını çoluk-çocuğuna harcasın." buyurdu. Adam onu aldı, sattı ve; "Bu, Allah
için verilen yardımdır." dedi. İkinci toplantıya gelişinde, o elbiseyi yine
Muhammed Şâzilî'nin üzerinde gördü. Elbiseyi, onu sevenlerden birisi satın
almıştı. O zaman adam şöyle dedi: "Bu (elbise), Muhammed Şâzilî'den başkasına
yakışmaz." Bunun üzerine Muhammed Şâzilî, elbiseyi yine aynı adama hediye etti.
Muhammed Şâzilî hazretlerine
bir adam geldi ve; "Ey efendim! Ben çoluk-çocuk sâhibi, fakir hâlli biriyim.
Bana kimyâyı öğret." dedi. Bunun üzerine; "Şu şartla: Yanımızda tam bir sene
kalırsın. Her abdest bozduğunda, mutlaka abdest almalı ve iki rekat namaz
kılmalısın." buyurdu. Adam, kabûl edip bu şartlarda sebât gösterdi. Müddetin
bitimine bir gün kalınca, Muhammed Şâzilî'nin yanına gitti. O da; "Yarın,
hâcetinizi yerine getiririz" buyurdu. Ertesi günü olunca, Muhammed Şâzilî ona:
"Kalk! Abdest için kuyudan su doldur." buyurdu. Kuyudan bir kova doldurdu.
Kovanın altınla dolu olduğunu görünce; "Ey Efendim! Şu ânda bir tek kuruş dahî
isteğim kalmadı." dedi. Muhammed Şâzilî; "Onu yerine dök ve memleketine git.
Gerçekten sen, her hâlinle kimyâ oldun." buyurdu. Memleketine döndü. İnsanları
Allahü teâlâya dâvet etti. Bu hareketiyle büyük nîmetlere kavuştu.
Bir defâsında, gece
yarısında Muhammed Şâzilî'ye bir kişi geldi. Kapıda durdu. Muhammed Şâzilî ona;
"Kimsin?" diye sordu. "Bir harâmiyim." dedi. Muhammed Şâzilî; "Ne çalarsın, ne
iş yaparsın? Meşgalen nedir?" diye sordu. Dedi ki: "Ey Efendim! Allahü teâlâya
tövbe etmiştim. Günah işleyerek tövbemi bozdum." Muhammed Şâzilî ona; "İçeri
gel. Sana korku yoktur." buyurdu. O kişi, tövbe etti ve tövbesi makbûl oldu.
Ölünceye kadar Muhammed Şâzilî'nin dergâhına devâm etti.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Şüveymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin yanına biri
gelerek, sıkıntıda olduğunu, bunun için kendisine yardımcı olmasını istedi ve
çok yalvardı. Bu kimse, bir kadınla evlenmek istiyordu. O kadın ise bunu kabûl
etmiyordu. Gelen kimsenin derdini dinleyen Şüveymî, ona ıssız bir odayı
göstererek “Buraya gir. Kapıyı kapat. Devamlı olarak o kadının ismini söyle!”
buyurdu. Orada bulunanlar, ilk bakışta bir mânâ veremediler ise de, onun
sözlerinde mutlakâ hikmet bulunacağını düşünüp, netîceyi beklemeye başladılar.
O kimse, o kapalı odada
gece-gündüz sevdiği kadının ismini tekrar etmeye devâm ederken, bir müddet
geçtikten sonra kapı vuruldu. O kimse bu işin netîcesinin ne olacağını hiç
bilmiyordu. Kapıya kulak verdiğinde, kendisi için odaya girdiği kadın şöyle
diyordu: “Ben filan kadınım. Senin için geldim. Kapıyı aç!” Adam bu kadının
önceki hâlini, bir de şimdiki hâlini düşündü. Birden kalbi değişti. “Mâdem ki iş
böyledir. Mâdem ki sevdiğine, ismini çok anmakla kavuşuluyor. O hâlde ben niye
başka şeyler ile meşgûl oluyorum. Rabbimin ismini zikretmekle meşgûl olur, O’na
ulaşmayı tercih ederim” diye düşündü. Kadını geri gönderip, kendisi Allahü
teâlânın ismini zikretmekle meşgûl olmaya başladı. Böyle beş gün devâm ettikten
sonra kalb gözü açıldı ve evliyâlık yolunda ilerlemeye başladı.
Bu hâli görenler, Muhammed
Şüveymî’nin o kimseyi, o ıssız odaya koymasının hikmetini böylece anlamış
oldular. |
|