CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

KISSADAN HİSSE (K - M)

Derin ilim, güzel ahlâk ve yüksek mânevî dereceler sâhibi olan Şeyh Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) birçok kerâmetler gösterdi. Bir gün talebeleri ve sevenleriyle sohbet ediyorlardı. Bu sohbette âlim biri vardı. Kâzerûnî hazretleri pekçok şey anlattı, vâz ve nasîhatte bulundu. Sohbet bittikten sonra ayrılacakları sırada âlim zât Ebû İshâk hazretlerinin ellerine, ayaklarına kapandı. Ebû İshâk hazretleri adama sordu: "Sana ne oldu da böyle hareket etmek ihtiyâcını duydun?" Âlim anlattı: "Siz mecliste konuşurken benim içimden şöyle bir fikir geçti:

Benim ilmim onunkinden ziyâdedir, buna rağmen ben rızkımı çalışıp çabalayarak kazanıyorum, bir lokmayı zahmet ile elde ediyorum. Bu ise bunca nüfûz ve îtibâra sâhip, elinden hadsiz hesapsız mal geçmektedir. Acabâ bundaki hikmet nedir, diye düşünüyordum. Tam ben böyle düşünüyorken, siz yağ kandiline bakıp şöyle bir îzâhatta bulundunuz.

Kandildeki su ile yağ birbiriyle öğünme yarışına girerler. (Bilindiği gibi su ile yağ birbiriyle karışmazlar, yağ hafif olduğundan suyun üstünde durur.) Su yağa der ki: "Ben senden daha aziz ve daha fazîletliyim. Senin ve bütün canlıların hayâtı benim sâyemdedir. Hâl böyleyken sen niçin benim üzerimde bulunuyorsun?" Yağ, suya şu cevâbı verir: "Çünkü ben çok eziyet çektim. Beni kırdılar, hasad ettiler, dövdüler, saçtılar, cenderelerde sıktılar.

Sen böylesine meşakkatlere mâruz kalmış değilsin. Bütün bu saydıklarım yetişmemiş gibi bir de yanıyor ve etrâfı aydınlatıyorum. Sen ise istediğin yerlerde akıp duruyorsun. Üzerine bir şey atacak olsalar feryâdı basıyor ve ortalığı karıştırıyorsun. İşte bundan dolayıdır ki tepene çıkıp oturuyorum." Bunu dinleyince kalblerden geçenleri bilen bir zât olduğunuzu anladım."

Anadolu'da yetişen evliyâdan Lütfullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir Cumâ günü Tire'deki Zinciriye Câmiinde müslümanlara vâz ve nasîhatte bulunuyordu. Fakat insanlar gâfil oldukları için onun vâzından fazla istifâde edemediler. Kürsünün önünde büyük bir taş vardı. Lütfullah Efendi cemâate; "Benim sözlerim size tesir etmedi. Fakat şu taşa tesir etti." buyurdu. Hakîkaten baktıklarında, bu büyük taş parça parça oldu. Lütfullah Efendinin bu kerâmetine şâhid olan insanlar, halsiz ve perişan oldular.

Evliyânın büyüklerinden Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) yanına bir köpek gelip oturduğu zaman ona bir şey yapmaz ve kovalamazdı. "Neden kovalamazsın?" denildikte, o; "Bu köpek, kötü arkadaştan daha iyidir; kişinin iyi insanları yanında bulup da doğru yola gitmemesi, kötülük olarak kendisine yetişir." buyurdular.

Mâlik bin Dînâr anlatır: Hacca gitmek üzere yola çıktım. Çölde giderken ağzında bir parça ekmek olan bir karga gördüm. Bunda bir iş var, deyip takip ettim. Bir mağara önünde durdu. İçeri girdi. Ben de öyle yaptım. İçeride elleri ayakları bağlı sırt üzerine yatmış birisi vardı. Karga getirdiği ekmekten parça parça gagasıyla onun ağzına veriyordu. Daha sonra uçup gitti. Bir daha da dönmedi. Adama bu ne hal, dedim. O da; "Hacca gidiyordum. Hırsızlar yolumuzu kesti ve bütün malımızı aldılar sonra gördüğünüz gibi bağladılar ve bu mağaraya attılar. Beş gün aç susuz bu halde kaldım. Sonra Rabbime duâ ettim. Bana bu kargayı gönderdi. Her gün yedirip içiriyordu." dedi. Sonra adamcağızın bağlarını çözdüm. Yola koyulduk. Yolda çok susadık. Yanımızda su yoktu. Çölde bir kuyu gördük. Orada ceylanlar vardı. Allahü teâlâya hamd ettik ve işte bir kuyu bulduk diye sevindik. Yaklaşınca, bu sırada kuyunun suyu dibe çöktü. Ceylanlar da uzaklaştılar. Yanımızda ip ve kova yoktu. Biz; "Yâ Rabbî! Ceylanlara ihsan ettin. Biz yüz zira' uzunluğunda ipe ve kovaya muhtacız." dedik. O zaman bir ses duyuldu; "Ey Mâlik! Ceylanlar bize tevekkül etmiştir. Biz onları sularız. Siz ise ipe ve kovaya tevekkül etmişsiniz. Siz de onunla su içersiniz" buyruldu.

Mâlik bin Dînâr bir yıl hacca gitti. Haccını tamamladığı gece rüyâsında bir ses işitti; "Yâ Mâlik! Hacca gidenlerden Muhammed oğlu Abdurrahmân affedilmedi." dedi. Sabahleyin çevresinde Muhammed oğlu Abdurrahmân'ı aramaya başladı. Sordukları kimse ona: "Aradığın kimse Kur'ân ehlidir. Her yıl hacca gelir." dediler. Araya araya onu bir köşede Kur'ân okurken buldu. Abdurrahmân onu görünce bir âh çekip bayıldı. Daha sonra şöyle dedi: "Beni rüyânda gördün. Bana, Allahü teâlânın beni affetmediğini söylemeğe geldin değil mi?" Mâlik bin Dînâr hazretleri çok şaşırdı. Ona hayret edip sordu: "Sâlihlerden birine benziyorsun. Çok merak ettim. Acaba, Allahü teâlâ seni niçin affetmiyor. Ne günâh işledin?" "Bir Ramazan ayının ilk gecesi idi. İçki içip sarhoş olmuştum. Bu sırada babam beni aramış ve bir yerde yatar bulmuş. Beni çekince ben de sarhoşluktan ona vurup bir gözünü çıkarmışım. O da bana bedduâ etmiş. Ertesi günü ayılınca neler yaptığımı büyük bir üzüntü ile öğrendim. Bütün içki küplerini yok ettim. Kölelerimi âzât ettim. Yaptıklarıma pişman olup, doğru yola girdim. Her yıl böyle hacca gelir duâ ederim. Fakat, her seferinde sizin gibi birisi rüyâmda: "Allah seni affetmedi." diye söyler."

Tekrar ağlamaya başladı. Onun bu hâline Mâlik bin Dînâr acıdı, babasını sorup yerini öğrenerek onun yanına gitti. Babası o büyük âlimi görünce şöyle karşıladı: "Hoşgeldin yâ Mâlik!" "Beni nasıl tanıdın?" "Bugün Allahü teâlâya duâ edip, seni görmeği dilemiştim." "Seni ziyâretimin bir sebebi var." "Buyurun bir isteğiniz varsa hemen yerine getiririm." "Farzet ki kıyâmet kopmuş, oğlun Abdurrahmân'ı tutup Cehennem'e götürüyorlar. Onu bu hâlde görsen üzülmez misin?" Bunu duyunca babası ağlamaya başladı. Daha sonra kendine gelip dedi ki: "Sen şâhit ol ki, oğlumun kusurunu affettim ve ona hakkımı helâl ettim."

Daha sonra Mâlik bin Dînâr, ondan izin alarak oğlunun yanına gidip müjdeyi verdi: "Baban senin suçunu bağışladı. Biraz sonra seni görmeye gelecek." Bunu duyunca Abdurrahmân ağlayarak tekrar bayıldı. Bu sırada babası geldi. Mâlik bin Dînâr'a ricâ etti. "Oğlumu affettim. Öbür âleme yakın zamanda göçeceğini zannediyorum. Şehâdet getirip rûhunu teslim etsin." Mâlik hazretleri, şehâdeti telkin etmeğe başladı. Fakat Abdurrahmân cevap vermiyordu. Nihâyet gözlerini açıp, karşısında babasını görünce ona yalvaran bir sesle dedi ki: "Babacığım ne olur, gel sende benim gözümü çıkar ki, kıyâmete kalmasın!" Babası; "Ey gözümün nûru! Ben suçunu bağışladım. Senden râzı oldum." dedi

Bu sırada Abdurrahmân iki defâ şehâdet getirdi. Mâlik bin Dînâr ona sordu: "Hâlin nasıldır?"

"Baygın halde iken başucumda elinde topuz olan bir melek durup bana: "Baban senden râzı değil! Bu topuzla senin başına vuracağım" dedi. Az sonra, başka bir melek gelip yeşil bir mendille gözlerimin yaşını sildi ve dedi ki: "Şehâdet getir! Baban ve Allahü teâlâ senden râzı oldu." dedi.

Bunları söyler söylemez rûhunu teslim etti.

Büyük velîlerden Mansûr el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtı yaklaşınca hanımı; "Oğluna vasiyet et, onu yerine vekil bırak." dedi. "Hayır, kızkardeşimin oğlu Ahmed Rıfâî'yi vekil bırakacağım. " buyurdu. Hanımı bu hususta ısrâr edince, oğlunu ve kızkardeşinin oğlu Ahmed'i yanına çağırıp; "Gidin bana biraz çiçek toplayıp getirin." dedi. Gittiler, sonra oğlu bir demet çiçek getirdi. Kızkardeşinin oğlu Ahmed Rıfâî ise eli boş döndü. "Neden toplamadın?" diye sorunca; "Elimi uzattığım her çiçek Allahü teâlâyı tesbih ediyordu. Koparmaya kıyamadım." dedi. Hanımı bu hâli görünce, onun kerâmetini ve Ahmed Rıfâî'nin üstünlüğünü anlayıp ısrarından vazgeçti.

Gümüşhânevî Dergâhı şeyhi Mehmed Zâhid Kotku (rahmetullahi teâlâ aleyh) müslümanların birlik ve berâberlik içinde bulunmaları gerektiğini açıklarken şöyle buyurdu: "Görmez misin ki, yağmur ne kadar çok yağarsa yağsın, tânecikleri hemen birleşir, toplanırlar. Derken dereler, nehirler meydana gelir. Netîcede bunlar barajları doldurur. Enerji santrallerini işletir, arâziyi sular, şehirlerin elektriğini temin ederler. Bu nîmet sâyesinde insanlar rahata kavuşur, işleri kolaylaşır. Bu ne büyük bahtiyarlıktır. Bundan ibret almalı, birlik ve berâberliğimizi temine çalışmalıyız. Tek tek hareket edersek, hepimiz helâk oluruz. Ne kadar dindâr olursan ol, birlik ve berâberliği her işin üstünde tutmadıkça, herkes kendi başına buyruk hareket ettikçe bir yere varılmaz." diyerek müslümanların her iş ve hareketlerinde tek yürek, tek kuvvet olması gerektiğine işâret etti.

İstanbul'da yetişen büyük velîlerden Merkez Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara vâz ve nasîhat verirken gözlerini kapayarak anlatırdı. Fakat orada olanları kalb gözü ile görürdü. Merkez Efendi Balıkesir'e gittiğinde, bir Cumâ günü namazdan sonra kürsiye çıkıp vâz etti. Halk, Merkez Efendiyi tanımadıkları için, pek iltifât etmediler. Vâzı dinlemeyip, teker teker câmiden çıkarak gittiler. Ve birbirlerine; "Halvetî yolunun büyüklerindenmiş." diyorlardı. Herkes çıktıktan sonra, müezzin efendi elinde kapının anahtarı olduğu hâlde kürsînin yanına varıp, gözü kapalı olarak konuşan Merkez Efendiye; "Hoca efendi! Giderken câmiyi açık bırakma. Anahtarları buraya bırakıyorum. Çıkarken kitlemeyi unutma!" dedi. Merkez Efendi gözünü açmadan; "Müezzin efendi, sen de işine gidebilirsin. Bizim sohbetimizi siz dinlemiyorsunuz, fakat melâike-i kirâm dinlemektedirler." buyurdu ve vâzına devâm etti. Biraz sonra câmiden gidenlerin hepsi geriye döndüler. O kadar çok insan toplandı ki, cemâati câmi almaz oldu.

Merkez Efendi çocuklara karşı çok şefkatliydi. Cebinde şeker, yemiş gibi şeyler bulundurur, çocukları gördüğü yerde dağıtarak onları sevindirirdi. Çocuklara buyururdu ki: "Benim için hayr duâ ediniz. Siz günâhsız, mâsumsunuz. Sizin duâlarınızı Cenâb-ı Hak da kabûl eder. Bu yüzü kara, sakalı ak ihtiyâr için duâ ediniz ki, kıyâmette yüzü ak olsun." Çocuklar duâ edince de; "Yâ Rabbî! Bu mâsumların duâlarını red eyleme." diye Allahü teâlâya yalvarırdı. Bütün hayvanlara karşı da çok merhametliydi. Merkebe suyunu verir, tavuklara yem atardı.

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim el-Metbûlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün, çok ibâdet eden, çok hayır ve hasenâtta bulunan, herkesin hâlini övdüğü bir talebesine; “Evlâdım, çok ibâdet etmene rağmen dereceni düşük olarak görüyorum. Umulur ki, baban senden râzı değildir.” buyurdu. Talebe de; “Evet efendim, babam benden râzı değildir.” dedi. Bunun üzerine Metbûlî; “Babanın mezarını tanıyorsan, kalk oraya gidelim, ziyâret edelim. Belki senden râzı ve hoşnûd olur da, ameline uygun yüksek mertebelere çıkmış olursun.” buyurdu. Gencin; “Peki efendim.” demesi üzerine, berâberce kabristana gittiler. Bundan sonrasını, Yûsuf el-Kürdî şöyle anlatır: “Allahü teâlâya yemîn ederim ki, kabristana gidip o gencin babasının mezarını ziyâret ettiğimizde, babası başını kabirden çıkardı ve başındaki toprakları sağa sola saçtı, sonra doğruldu. O zaman Metbûlî; “Ey Allahü teâlânın kulu! Bu sâlih kimseler, oğlun hakkında, senin hakkını helâl etmeni istemek için geldiler. Tâ ki o, kavuşamadığı mânevî derecelere yükselsin.” buyurunca, babası; “Siz şâhid olunuz ki, ben ondan râzı oldum ve hakkımı helâl ettim.” dedi. Metbûlî de; “Şimdi siz, rahatça mezarınıza giriniz.” buyurdu. O gencin babası, kabrine girip uzandı. Bu kabir, Hüseyniyye’deki Şerefüddîn Câmiinin yakınındaydı.”

Mevlânâ Seyyid Hasan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri küçük bir çocukken babası onu Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin sohbetine götürdü. Küçük Hasan odaya girdiğinde, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın yanında duran balı görünce hemen ona koştu ve yemeye başladı. Hâce Ubeydullah gülümseyerek durumu seyretti ve Küçük Hasan'a; "Yavrum senin ismin ne?" diye sordu. Bal yemekle meşgûl olan Mevlânâ Hasan; "Bal." Cevâbını verdi. Hâce Ubeydullah bu cevaptan çok hoşlandı ve; "Kâbiliyeti, yeteneği çok kuvvetli. Zîrâ küçücük bir bal lezzetini almakla ona kendisini öyle verdi ki, onun sevgisinde eridi ve kendisini o zannetti. Başka bir şey tadınca, onda da öyle olacak." buyurdu.

Ubeydullah-ı Ahrâr, babasından küçük Hasan'ı istedi. Kendi terbiyesi altına aldı. Mektebe gönderdi. Kur'ân-ı kerîmi hatmettikten sonra, ona ilim tahsîl etmesini emretti. İlim tahsîli yanında, Ubeydullah-ı Ahrâr'ın sohbetlerinde de bulunarak, kemâle ulaştı.

Mevlânâ Seyyid Hasan hazretlerinin hocası Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Keşmir'e gitmişti. Semerkand sultanı ve ileri gelenleri Hâce Ubeydullah'ı ziyâret ettiler. Ziyâretler sebebiyle talebeler üç gün Hâce Ubeydullah'ın sohbetlerinden uzak kaldı. Talebeler keşke hocamız sultanlar ve emirlerle görüşmekten uzak durup, talebelerini terbiye ile meşgûl olsaydı diyorlardı. Talebelerinden Mevlânâ Ali bin Hüseyin bu düşünce ile Seyyid Hasan'ın yanına gitti. Mevlânâ Hasan, İhyâu-Ulûmiddîn adlı eseri mütâlaa ediyordu. Onu görünce mütâlaayı bırakıp, bir müddet durdu, sonra Mevlânâ Ali'ye şöyle dedi: Bir âlim şöyle anlattı: Bir kere Hâce Ubeydullah hazretlerinin huzurlarına vardım. Hatırımdan; "Hace Ubeydullah, sultanlar ve zâlimlerin gelip gitmesi ile kendilerini rahatsız ediyor. Bunun yerine bir mikdar talebe ile meşgul olup, onları yetiştirse." diye geçti. Huzurlarına varıp oturduğumda, bana yönelip buyurdular ki: "Benim bir müşkil meselem vardır. Sizden ona cevap isterim. Meselem şudur: Bir kimse var. İdâreciler ve zâlim kimseler onun sözünü dinleyip, onun ricâsı ile müslümanlar, zulümden kurtulurlar. O şahıs zâlimlerin zulmüne mâni olur. Acabâ; mazlumları, zâlimlerin eline bırakıp, bir dağ köşesine çekilip tâat, ibâdet ve talebeleri terbiye ile meşgûl olması câiz olur mu? Bu iki işin hangisi ile meşgul olmak daha iyidir?" dedi. Ben de; "Bu durumda uzleti, yalnızlığı bırakıp zâlimler ile berâber olması evlâ değil, belki farzdır. Müslümanları zâlimlerin elinde bırakıp, uzlet ve ibâdeti tercih etmek günahtır." dedim. Bunun üzerine Ubeydullah-ı Ahrâr tebessüm edip; "Bak şimdi kendin fetvâ verdin. Ya niçin îtirâz edersin." buyurdu.

Bunu dinleyen talebe hemen aklından geçen düşüncelere tövbe etti.

Oniki imâmın dokuzuncusu, tanınmış büyük velîlerden Muhammed Cevâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak şöyle anlatılır: Bir gün halîfe Me'mûn ava çıkarken, çocukların oynadığı sokaktan geçti. O esnada, bütün çocuklar sokaktan kaçtı. Muhammed Cevâd da orada çocukların yanında duruyordu. Yalnız o olduğu yerden ayrılmadı. Bunun üzerine halîfe Me'mûn ona yaklaşarak: "Ey çocuk! Bütün çocuklar kaçtığı halde, sen neden kaçmadın?" diye sorunca, İmâm-ı Takî: "Ey Emîr-ül-Müminîn, yol dar değil ki, kenara çekilip genişleteyim. Suçum yok ki, senden korkup kaçayım. Senin suçsuz kişileri incitmeyeceğine inanıyorum." diye cevap verdi. Bu güzel yüzün ve tatlı sözlerin sâhibi olan çocuk halifenin hoşuna gitti. Ona; "Sen kimin oğlusun?" diye sorunca, "İmâm-ı Ali Rızâ'nın oğluyum." cevâbını verdi. Halîfe, İmâm-ı Ali Rızâ'yı rahmetle andı. Muhammed Cevad o sırada dokuz yaşındaydı.

Büyük velîlerden Muhammed Karsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ömrünü Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirdi. Çocukları da sâlih kimseler idiler. Vefâtlarından yedi yıl kadar geçtikte oğullarından biri vefât etti. Onu babalarının kabri yanına defnetmek istediler. Kabri açtıklarında, toprak çöktü ve Muhammed Karsî hazretlerinin mübârek vücûdu taptâze ortaya çıktı.Yalnız mübârek beyni biraz çökmüş bir haldeydi. O günlerde zamânın evliyâsından biri rüyâsında Muhammed Karsî hazretlerini gördü ve ona kabir hâlinden sordu. Muhammed Karsî hazretleri de ona; "İlk talebe olduğum yıllardaydı. Bir gün sokaklardan birinde giderken güzel bir kadınla karşılaştım. İnsanlık icâbı ona baktım. O kadın yanımdan geçerken de güzel kokular saçmıştı. O zaman içimden; "Bunun hakîkî güzelliği kimbilir nasıldır?" diye geçirdim. Daha sonra pişman oldum, tövbe ve istiğfâr ettim. Kabrimde beynimin çökmüş olması, onun cezâsıdır." buyurdu.

Evliyanın büyüklerinden Muhammed Rûcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri anlatır: Mescidde îtikâf yapıyordum. Üç gün geçtiği hâlde, yiyecek getiren kimse olmamıştı. Hâlsiz bir hâlde kalkıp yiyecek bir şeyler bulmak için mescidden çıkmak istedim. Sol ayağımı mescidin dışına koymuş, sağ ayağım mescidin içinde iken; "Ekmek için bizimle berâber olmayı bırakıyor musun?" diye ilâhî bir düşünce kalbime geldi. Bunun üzerine dışarı çıkardığım ayağımı tekrar içeri soktum. Elim ile yüzüme bir tokat vurdum. Tokat izi uzun müddet yüzümden çıkmadı. Kendi kendime; "Bir daha kendime yemek aramak için aslâ çıkmayacağım." dedim. Bunun üzerine büyüklere kuvvetli bir bağlılık hâsıl oldu. Bir ara, daha önce görmediğim ve tanımadığım birisi gelip, önüme bir mikdâr şeker koydu. Sonra konuşmadan gitti. O zâtın konuşmadan dönmesi ve ibâdetimden alıkoymaması, o şekeri getirmesinden daha çok sevindirdi.

Mısır'da yetişen büyük velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok pahalı elbiseler giyerdi. Evliyânın hâlleri hakkında bilgi sâhibi olmayanlardan birisi, bundan dolayı ona kızdı ve; "Evliyânın, sultanlara yakışacak böyle elbiseler giymekten uzak durması lâzımdır. Eğer bu zât gerçekten velî ise, onu bana verir; ben de satar, parasını çoluk çocuğuma harcarım." dedi. Muhammed Şâzilî toplantıdan ayrılınca, elbiseyi çıkardı ve; "Bunu filân kimseye verin. Satsın ve parasını çoluk-çocuğuna harcasın." buyurdu. Adam onu aldı, sattı ve; "Bu, Allah için verilen yardımdır." dedi. İkinci toplantıya gelişinde, o elbiseyi yine Muhammed Şâzilî'nin üzerinde gördü. Elbiseyi, onu sevenlerden birisi satın almıştı. O zaman adam şöyle dedi: "Bu (elbise), Muhammed Şâzilî'den başkasına yakışmaz." Bunun üzerine Muhammed Şâzilî, elbiseyi yine aynı adama hediye etti.

Muhammed Şâzilî hazretlerine bir adam geldi ve; "Ey efendim! Ben çoluk-çocuk sâhibi, fakir hâlli biriyim. Bana kimyâyı öğret." dedi. Bunun üzerine; "Şu şartla: Yanımızda tam bir sene kalırsın. Her abdest bozduğunda, mutlaka abdest almalı ve iki rekat namaz kılmalısın." buyurdu. Adam, kabûl edip bu şartlarda sebât gösterdi. Müddetin bitimine bir gün kalınca, Muhammed Şâzilî'nin yanına gitti. O da; "Yarın, hâcetinizi yerine getiririz" buyurdu. Ertesi günü olunca, Muhammed Şâzilî ona: "Kalk! Abdest için kuyudan su doldur." buyurdu. Kuyudan bir kova doldurdu. Kovanın altınla dolu olduğunu görünce; "Ey Efendim! Şu ânda bir tek kuruş dahî isteğim kalmadı." dedi. Muhammed Şâzilî; "Onu yerine dök ve memleketine git. Gerçekten sen, her hâlinle kimyâ oldun." buyurdu. Memleketine döndü. İnsanları Allahü teâlâya dâvet etti. Bu hareketiyle büyük nîmetlere kavuştu.

Bir defâsında, gece yarısında Muhammed Şâzilî'ye bir kişi geldi. Kapıda durdu. Muhammed Şâzilî ona; "Kimsin?" diye sordu. "Bir harâmiyim." dedi. Muhammed Şâzilî; "Ne çalarsın, ne iş yaparsın? Meşgalen nedir?" diye sordu. Dedi ki: "Ey Efendim! Allahü teâlâya tövbe etmiştim. Günah işleyerek tövbemi bozdum." Muhammed Şâzilî ona; "İçeri gel. Sana korku yoktur." buyurdu. O kişi, tövbe etti ve tövbesi makbûl oldu. Ölünceye kadar Muhammed Şâzilî'nin dergâhına devâm etti.

Evliyânın büyüklerinden Muhammed Şüveymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin yanına biri gelerek, sıkıntıda olduğunu, bunun için kendisine yardımcı olmasını istedi ve çok yalvardı. Bu kimse, bir kadınla evlenmek istiyordu. O kadın ise bunu kabûl etmiyordu. Gelen kimsenin derdini dinleyen Şüveymî, ona ıssız bir odayı göstererek “Buraya gir. Kapıyı kapat. Devamlı olarak o kadının ismini söyle!” buyurdu. Orada bulunanlar, ilk bakışta bir mânâ veremediler ise de, onun sözlerinde mutlakâ hikmet bulunacağını düşünüp, netîceyi beklemeye başladılar.

O kimse, o kapalı odada gece-gündüz sevdiği kadının ismini tekrar etmeye devâm ederken, bir müddet geçtikten sonra kapı vuruldu. O kimse bu işin netîcesinin ne olacağını hiç bilmiyordu. Kapıya kulak verdiğinde, kendisi için odaya girdiği kadın şöyle diyordu: “Ben filan kadınım. Senin için geldim. Kapıyı aç!” Adam bu kadının önceki hâlini, bir de şimdiki hâlini düşündü. Birden kalbi değişti. “Mâdem ki iş böyledir. Mâdem ki sevdiğine, ismini çok anmakla kavuşuluyor. O hâlde ben niye başka şeyler ile meşgûl oluyorum. Rabbimin ismini zikretmekle meşgûl olur, O’na ulaşmayı tercih ederim” diye düşündü. Kadını geri gönderip, kendisi Allahü teâlânın ismini zikretmekle meşgûl olmaya başladı. Böyle beş gün devâm ettikten sonra kalb gözü açıldı ve evliyâlık yolunda ilerlemeye başladı.

Bu hâli görenler, Muhammed Şüveymî’nin o kimseyi, o ıssız odaya koymasının hikmetini böylece anlamış oldular.