CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

KISSADAN HİSSE (H - İ)

Bağdât'ta yaşayan büyük velîlerden ve Tâbiînden Habîb-i Râî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini evliyâdan birisi ziyârete gitmişti. Habîb-i Râî hazretleri namaz kılıyordu. Koyunlarını ise kurtlar otlatıyordu. Namazını bitirdikten sonra o zât, Habîb-i Râî'ye selâm verdi. Habîb-i Râî selâma cevap verdikten sonra o zâta; "Ey oğul! Ne için geldin?" diye sordu. O da; "Efendim ziyâretinize geldim. Allahü teâlâ size hayırlar versin. Kurtlarla koyunları bir arada görüyorum." dedi. Habîb-i Râî hazretleri; "Koyunları güden Hak'la berâberdir de onun için böyledir." buyurdular.

İstanbul'u, Fâtih Sultan Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî Hacı Bayram-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ankara'nın Kanlıgöl mevkiinde bir çadır kurdu ve; "Bize intisâb edenler, talebe olanlar burada toplansın." diye ilân etti. Hacı Bayram-ı Velî'nin talebesi olduğunu söyleyen herkes, akın akın gelip meydanı doldurdu. Hacı Bayram-ı Velî; "Dervişlerim, müridlerim! Bana intisâb eden talebelerimi bugün burada kurban etmem emrolundu. Canını, malını bana feda eden, çadıra girsin." buyurdu. Bütün talebeleri bir korku aldı. Bir uğultu yükseldi. Vergiden kaçmak için talebe görünenler; "Bu ne biçim mürşit; bu nasıl müritlik." diye söylenip duruyorlardı. Hacı Bayram-ı Velî de, eline keskin bir bıçak ile çadırın kapısında beklemeye başladı. Bu sırada topluluktan, bir erkek ile bir kadın kalabalığı yararak doğruca çadırın içine girdiler. Arkalarından Hacı Bayram-ı Velî de girdi. Daha önceden çadıra koyduğu koyunu içeride hemen kesti. Kırmızı bir kan, çadırdan dışarı çıktı. Kanı gören herkes hemen kaçtı. Meydanda kimse kalmadı. Daha sonra dışarı çıkan Hacı Bayram-ı Velî; "Anladık ki, bu kadar talebemiz varmış. Bunlardan başka herkes, vergi vermek ve asrelik yapmak sûretiyle, devlete olan borcunu ödemelidir." buyurdu.

Hacı Bayram-ı Velî, ömrünün sonuna kadar İslâmiyeti yaymak için uğraştı. Talebelerine ve sohbete gelen herkese, Allahü teâlânın emirlerini bildirip, yasaklarından kaçınmanın şart olduğunu anlattı. Hayâtı, hep verâ ve takvâ üzere, haramlardan şiddetle kaçıp, şüpheli korkusuyla mübahların fazlasını terk etmekle geçti.

Meşhûr velîlerden Hakîm Senâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin sultanları medhetmeye ve onların yanına gidip gelmemeye yemin etmesinin sebebi şu hâdise oldu: Sultan Mahmûd Sebüktekin (Gazneli Mahmûd), Hindistan taraflarını fethetmek için sefere hazırlanıyor ve asker topluyordu. Hakîm Senâî de Sultan Mahmûd'a yazdığı bir kasîdeyi götürüyordu. Yolda bir meyhânenin kapısı önünden geçerken içerden bir takım konuşmalar işitti. Lay-Har adlı bir dîvâne kendisine şarap dolduran birine; "Bir kadeh daha doldur. Sultan Mahmûd'un körlüğü için içeyim!" dedi. Sâkî; "Bu sözü doğru söylemedin. Yiğit ve büyük pâdişâh için neden böyle söylüyorsun?" diye cevap verdi. O zaman dîvâne adam; "Çünkü o, Allah'ın verdiklerine şükretmiyor. Bunca devlete sâhipken, bir memleket daha istiyor!" dedi. Dîvâne tekrar bir kadeh daha istedi ve; "Bir kadeh de Hakîm Senâî'nin körlüğü için doldur!" dedi. Sâkî müdâhale etti ve; "Hakîm Senâî iyi huylu, bilgili, fazîletli tanınmış bir şâirdir. Neden böyle dersin?" diye karşılık verdi. O zaman dîvâne adam; "Eğer o, bilgili, yiğit bir kişi olsaydı, dünyâda ve âhirette faydası olan bir işle uğraşırdı. O hergün bir şeyler alırım ümidiyle Sultanın yanına gidiyor. Saçma sapan sözler toplamış, ona şiir adını vermiş. Bir aptalın yanına gidip yaltaklık ediyor. O, işe yaramaz bir takım kâğıtlar doldurup ömrünü ziyân ediyor. Akıllı ve bilgili olan ömrünü ziyân eder mi? Belki neden yaratıldığını düşünürdü. Eğer kıyâmet gününde ondan; "Ey Senâî! Bizim huzûrumuza ne getirdin?" diye sorsalar acaba ne mâzeret beyân edecek." dedi. Hakîm Senâî bu sözleri işittiğinde kendinden geçti ve gönlü dünyâdan soğudu. Sultanların medhi için yazdığı kasîdeleri toplayan Dîvân'ı suya attı. Hak yoluna girip, ibâdetle meşgûl oldu. Dünyâ ve dünyâlıkla ilgili şeylerden uzak durdu. Mubahları da zarûret miktarı kullandı ve böyle bir hayat sürdü. Bu husustaki duygu ve düşüncelerini şiirlerle ifâde etti. Öyle bir hâle ulaştı ki, Gazne'de yalınayak dolaşırdı. Dostları akrabâları onun bu hâlini görünce üzülür ve kendisi için ağlarlardı. Senâî akrabâsına; "Benim bu hâlime üzülmeyin. Bilâkis sevinin." derdi.

Hakîm Senâî hazretleri nasihat olarak; körlerin hakikatleri göremeyeceklerine dâir şöyle bir misâl anlatmıştır: Vaktiyle küçük bir şehrin sâkinlerinin ekserisi âmâ olup görmezdi. O belde sultanı büyüklüğünü göstermek için büyük bir fil beslemişti. Günün birinde şehir sâkinlerinin içinde herkesin dillerinde dolaşan bu fili görmek arzusu uyandı. Bu sebeple tanımadıkları bu yaratığı görmek ve kendilerine haber getirmek için bir heyet seçtiler. Her biri âmâ olan heyet, incelemelerini yapmak için filin bulunduğu yere gitti ve filin bir tarafına dokunarak tanımaya çalıştı. Neticede fili tanımış olmanın sevinciyle şehirlerine döndüler. Herkes büyük bir merakla etrafını sarıp onları soru yağmuruna tuttular ve kalbinin nasıl olduğunu sordular. Bunun üzerine üyelerden sadece filin kulağına dokunmuş olan; "Korkunç, halı gibi sert yassı ve geniştir." dedi. Ancak filin hortumunu ellemiş olan ise buna îtirâz etti ve; "Hayır! Hayır! Hiç de değil. Bir su hortumu gibidir. Ben doğruyu söylüyorum. İçi boş, öldürücü ve tahrif edici." dedi. Bir başka üye ise sâdece filin ayaklarını yoklamıştı. O da buna îtirâz etti ve; "Hayır! Ey insanlar! Biliniz ki o öyle değildir. O yukarı doğru genişleyen bir kolon, bir sütun gibidir." dedi. Her birisi filin bir parçasını tanımıştı. Lâkin tamâmen tanımamışlardı. Bu sebepten büyük hatâlara düştüler.

Türkistan evliyâsının büyüklerinden Hakîm Süleymân Ata (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında bir Kurban bayramı günü, Ahmed Yesevî hazretlerinin dergâhında bütün sevenleri toplandı. Hoca Ahmed Yesevî imâm oldu. Namaza başladılar. Cemâatte, Hakîm Ata ile Sûfî Muhammed Dânişmend de vardı. Namaz esnâsında Hoca'dan bir ses çıktı. Cemâat; "İmâmın abdesti bozuldu." diyerek namazı terk etti. Hakîm Ata hiç çekinmeden namazına devâm etti. Sûfî Muhammed Dânişmend de, Hakîm Ata'ya bakarak devâm etti. Hoca selâm verince; "Ben sizin bu yoldaki derecenizi anlamak istedim. O ses benden değil, belime soktuğum ağaç parçasından çıktı. Sizin bu halinizden, benim bir tek mürîdim, bir de yarım mürîdim olduğu anlaşıldı." deyip, Hakîm Ata'ya; "Yarın seher vakti sana bir deve gelecek, ona bin, nerede durursa orada inersin." buyurdu. Ertesi sabah seher vaktinde bir deve geldi. Hakîm Ata, deveye binip yularını salıverdi. Deve bildiği gibi gitti. Harezm taraflarında bir yerde çöktü. Kaldırmak istedi, kalkmadı ve bağırdı. Bundan dolayı oraya Bağırgan, Hakîm Ata'ya da Süleymân Bağırganî dediler.

Hakîm Ata, devesinden indi. Orası Buğra Hânın at sürülerinin otladığı bir yerdi. At sürücüleri, onu buradan kovmak istediler. O da; "Ben bir garîb dervişim, başka bir yere gitmem!" dedi. Onlar da, ellerindeki şeylerle onun üstüne saldırdılar. Hakîm Ata, ağaçlara seslenip onları tutmalarını istedi. Ağaçlar, Hakîm Ata'nın üstüne saldıranları dallarıyla sardılar. İki tânesi kaçıp, hâli Buğra Hana anlattılar. Buğra Han, velîleri seven sâlih bir kimseydi. Bu habere çok memnun oldu. "Üç gündür erenlerin mübârek kokularını alıyordum. Demek, memleketimizi bir Allah dostu şereflendirmiş." deyip, durumu öğrenmek için adamlarından birini gönderdi. O kimse Hakîm Ata'ya gelip hâlini öğrendi.

Bu sırada ağaçlardan; "Allah dostlarına saldıranlar böyle olur!" diye bir ses gelip, at sürücüleri serbest bırakıldı. Buğra Han da hâle vâkıf olunca, Hakîm Ata'nın gönlünü almak ve Allahü teâlânın rızâsına yakın olmak için kızını ona verdi. Kızının adı Anber olup, çok güzeldi. Çeyiz olarak da birçok deve, koyun ve at verdi. Hakîm Ata kabûl etti. Buğra Han ve yardımcıları ona mürîd, talebe oldular. O da Bağırgan'a yerleşti. Çok meşhûr olup, o beldeleri yıllarca nûruyla aydınlattı. Eline geçen malı da Allah yolunda harcadı. Burada, Anber Ana'dan; Muhammed Hoca, Asgar Hoca, Hubbî Hoca adlarında evlâtları oldu. Birçok talebe yetiştirdi. Halîfeleri arasında Zengi Ata meşhûr oldu. 1186 yılında vefât eden Hakîm Ata Harezm'de Bağırgan'a (Akkurgan) defnedildi.

Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr (rahmetullahi teâlâ aleyh) idâm edilmeden önce halk taş atmaya başladı. Atılan taşlara hiç ses çıkarmıyor, hattâ tebessüm ediyordu. Bir dostu, taş yerine gül attı. O zaman Mansûr hazretleri inledi. Sebebi sorulduğunda; "Taş atanlar beni yakînen tanımayanlardır. Tabiîdir ki halden anlamazlar. Halden anlayanların bir gülü bile beni incitti." cevâbını verdi.

Bu arada kendisinden nasîhat istemek için gelen hizmetçisine; "Nefsi, yapması gereken bir şeyle, ibâdetle meşgul et! Yoksa o seni yapılmaması gereken bir şeyle, haramlarla meşgul eder." dedi.

Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Kâbe-i muazzamayı ziyâret ederken bir zâtın, arkasında bir zenbille tavâf ettiğini gördü. Hasan-ı Basrî hazretleri o kimseye; "Kardeşim arkandaki yükü koyup öyle tavâf etsen daha iyi olmaz mı?" buyurdu. O kimse; "Bu arkamdaki yük değil babamdır. Bunu Şam'dan yedi kere sırtımda getirip hac yaptırdım. Çünkü bana dînimi, îmânımı o öğretti. Beni İslâm ahlâkı ile yetiştirdi." cevabını verdi. Sonra; Hasan-ı Basrî hazretleri; "Kıyâmet gününe kadar böylece arkanda getirip, tavâf eylesen, bir kere kalbini kırmakla bu yaptığın hizmet boşa gider ve yine bir defâ gönlünü yapsan bu kadar hizmete mukâbil olur." buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çok güzel on erkek evlâdı vardı. Bir gün onlarla berâber sefere çıkmıştı. Yolda eşkıyâlar çevirdi. Eşkıyâların reisi, İbn-i Atâ'nın gözü önünde çocuklarını sırayla öldürdü. Çocuklarının her birinin öldürülüşünde, başını semâya kaldırarak, gülümsüyordu. Sıra sonuncu çocuğa geldiğinde, çocuk babasına dönerek: "Sen ne kadar şefkatsiz bir babasın. Dokuz yavrunu öldürdükleri hâlde, hiç sesini çıkarmıyorsun ve gülüyorsun." dedi. İbn-i Atâ oğluna dönerek: "Babasının ciğerpâresi! Bunu yapan zâta bir şey söylenmez ki! Aslında O, biliyor ve görüyor. Dilerse hepsini korumaya da kâdirdir." dedi. Bunun üzerine eşkıyâ reisinde bir hâl hâsıl oldu ve İbn-i Atâ'ya: "Şâyet bu sözlerini önceden söyleseydin, çocuklardan hiçbirini öldürmezdik." dedi ve oğlunu serbest bıraktı. İbn-i Atâ bunun üzerine: "Takdir böyle imiş, söyleseydim bile bir şey değişmezdi." dedi.

İbn-i Atâ, çölde yolunu şaşıran bir talebesinin başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatır: "O çölde yolunu şaşırdı. Dolaşırken kendisini bir su başında buldu. Pınarbaşında çok güzel bir kız gördü. Kızın karşısında durdu. Kız ona; "Benden uzak ol." deyince, "Sen bütün varlığınla benim ol." dedi. Kız; "Şurada, öyle güzel bir kız var ki, ben ona hizmetçi bile olamam." dedi. O talebe dönüp o tarafa baktı. Kimseyi göremedi. Tekrâr kıza dönünce, kız ona: "Doğruluk ne kadar güzel, yalan ne kadar kötü, bütün varlığınla bana bağlı olduğunu iddia ediyorsun. Halbuki, benim yanımda, bir başkasına bakmak istiyorsun." dedi. Talebe utancından başını önüne eğdi. Başını kaldırdığında, karşısında kimseyi göremedi."

İbn-i Atâ'nın vefâtı şöyle anlatılır: Hallâc-ı Mansûr'u öldüren vezir, İbn-i Atâ'ya "Hallâc-ı Mansûr hakkında ne dersin?" diye sordu. İbn-i Atâ bu soru üzerine; "Sen kendi işlerine bak, evliyâ ile uğraşma." dedi. Vezir, Hallâc-ı Mansûr hakkında kötü sözler söylemeye başlayınca, İbn-i Atâ ona, "Sâkin ol! Doğru konuş!" dedi. Buna sinirlenen vezir, İbn-i Atâ'nın dişlerinin sökülmesini ve bunların, başına çakılması için emir verdi. İbn-i Atâ, bu eziyetin tesiriyle vefât etti.

Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatır: "Tasavvufta ilerlediğim ilk sıralarda hacca gitmek için yola çıktım. O zaman kendimi bir başka görüyordum. Bağdât'a geldiğimde, Cüneyd-i Bağdâdî'yi bile ziyâret etmedim. Çöl yoluna çıktığımda çok susamıştım, yanımda bir ip ve su kovası vardı. Bir kuyu gördüm. Bir ceylan bu kuyudan su içiyordu. Kuyunun başına geldim ve suyun dibe çekildiğini gördüm. Susuzluğa dayanamayarak; "Yâ Rabbî! Bu kulunun şu ceylan kadar da mı değeri yoktur?" dedim. Sonra bir ses duydum. "O ceylanın yanında, ipi ve kovası yoktu. O bize güveniyordu." Bunun üzerine ipi ve kovayı attım ve yoluma devâm ettim. Bir süre gittikten sonra yine bir ses; "Ey İbn-i Hafîf! Biz seni nasıl sabredeceksin diye imtihan ettik. Şimdi geri dön ve suyunu iç!" dedi. Geri döndüğümde, kuyunun ağzına kadar dolu olduğunu gördüm ve suyumu içip abdest aldım. Medîne'ye varıncaya kadar hiç susamadım. Mekke'den geri dönüşümde Bağdât'a uğradım. Cumâ günü câmiye gittiğimde Cüneyd-i Bağdâdî'yi gördüm. Bana; "Eğer sabretseydin, su, ayaklarının altından fışkıracak ve arkandan akacaktı." dedi.

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim Gülşenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında bir gün şehzâdelerden biri, düşman olduğu birisinin zarar görmesini istedi. Bu niyet ile İbrâhim Gülşenî hazretlerine gelip, o zâtın zarar görmesi için yazı yazmasını istedi. İbrâhim Gülşenî de; "İşi Hak teâlâya havâle etmek iyidir. Kin tutarak, öfkelenerek bir müslümana zarar vermeye kalkmak, hattâ uğradığı bir zarara sevinmek câiz değildir." buyurdu.

İbrâhim Gülşenî'den bu yazıyı alamayacağını anlayan şehzâde atına bindi, başka birinden böyle bir yazı almak kasdıyla yola çıktı. Yolda at şahlanarak, iki ayağı üzerine doğruldu. Şehzâde, atın arkasına düştü ve kendinden geçip bayıldı. Görenler yetişip, bu hâliyle evine getirdiler. Şehzâde ayılıp kendine gelince; "İbrâhim Gülşenî'ye gidin, ben tövbe ettim, pişmân oldum. Beni affetsin." diye haber gönderdi. İyi olup ayağa kalkınca, hemen İbrâhim Gülşenî'nin yanına gitti. Huzûrlarında tekrar tövbe etti ve Sâdık talebelerinden oldu.

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) nehrin kenarında hurmalıkların olduğu bir yerde oturup, hurma liflerinden zenbil örüp, gayri ihtiyârî elinde olmadığı halde nehre atıyordu. Bu hâl dört gün devam etti. Sonunda bu işin hikmeti nedir? Ben niçin böyle yaptım? diyerek nehrin akıntısına doğru yürümeye başladı. Derken nehrin kenarında oturup ağlayan yaşlı bir kadına rastladı. Kadına "Vâlide, niçin ağlıyorsunuz?" diye sorunca, kadın; "Evlâdım! Beş yetim çocuğum var. Onlara yedirecek hiçbir şeyimiz kalmadı. Dört gündür bu nehirden, yapılmış zenbiller akarak geliyordu. Bunları alıp satıyor geçimimizi sağlıyorduk. Bugün gelmedi." diye cevap verdi. Bunları işiten İbrâhim-i Havvâs hikmetini anladı ve kadına; "Şimdi sen müsterih ol. Evinizi bana gösteriniz, geçiminizi ben halledeceğim." buyurdu.

Tâbiînden, İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücûdunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri akrebi öldürmek isteyince; "Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadîs-i şerîfte; "Âlimlerin kanı zehirdir." buyrulan âlimlere dâhil miyim?" dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.