KISSADAN
HİSSE (F)
Meşhur tefsîr âlimi ve velî
İmâm-ı Fahreddîn-i Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerin Herat'a
gittiği zaman, orada bulunan âlimler, sâlihler ve devlet ileri gelenleri, onun
ziyâretine geldiler. Kendisine pekçok hürmette bulundular. İmâm, bir gün acabâ
görüşmediğimiz kimse kaldı mı? diye sordu.Yanında bulunanlar, evet sâlih bir zât
var, o gelmedi, dediler. Ben müslümanların imâmı olayım, herkesin bana hürmeti
vâcib olsun da, o beni niçin ziyâret etmesin, diye belirtti.
Bu durumu, o sâlih zâta
ulaştırdılar. Fakat o zât hiç cevap vermedi. Şehrin ileri gelenlerinden birisi,
Fahreddîn-i Râzî ile o sâlih zâtı bir yemeğe dâvet etti. Her ikisi de bu dâveti
kabûl ettiler. Ziyâfet bir bahçede verildi. Orada İmâm, o sâlih zâta:
"Niçin ziyâretime
gelmediniz?" diye sorunca: "Ben fakîr bir kimseyim. Bu sebeple, ziyâretinize
gelip gelmemem, sizin şerefinizi ne arttırır, ne de ondan bir şey eksiltir."
Bunun üzerine İmâm; "Bu söz
edeb sâhiplerinin yâni ehl-i tasavvufun sözüdür. İşin iç yüzünü bana anlat da
merâkım gitsin." dedi. O sâlih zât; "Seni ziyâret hangi bakımdan vâcibdir?"
dedi. İmâm; "Ben müslümanların hürmet etmeleri lâzım olan birisiyim." dedi.
Bunun üzerine o sâlih zât; "Mademki, ilimle iftihâr ediyorsun, ilmin neticesi,
mârifetullahdır. Şimdi sana soruyorum:
"Allahü teâlâyı nasıl
tanıdın ve matlûbuna nasıl yol buldun?" dedi. İmâm:
"Yüz bürhân ve delîl ile
ilim ve yakîn elde ettim." dedi. O zaman o zât:
"Bürhân, şüpheyi gidermek
içindir. Allahü teâlâ benim kalbime öyle bir nûr verdi ki, onun olduğu yerde
şüphe bulunmaz. Nerede kaldı ki, bürhân ve hüccete ihtiyaç duyulsun." buyurdu.
Bu söz, İmâm'a çok tesir
etti. O mecliste, herkesin gözü önünde, o sâlih zâtın elini öpüp tövbe etti. O
zâta tâbi oldu. Çok yüksek mertebelere ulaştı. Ondan sonra Tefsîr-i Kebîr adlı
eserini te'lif eyledi. Bu büyük zât, Necmüddîn-i Kübrâ hazretleriydi. Fahreddîn-i
Râzî, Necmüddîn-i Kübrâ hazretlerinin sohbetlerinde bulundu. Ondan çok istifâde
etti.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) kırk sekiz
yaşında olduğu 1702 senesi Şâban ayının ilk Cumâ gecesiydi. Akşam namazından
sonra komşularından birine tâziyeye gitmişti. Yatsı olmadan câmiye gitmek için
ayrılan İsmâil Fakîrullah hazretleri karanlıkta evin avlusuna çıktı. Avluda,
içinde su olmayan on beş metre derinliğinde içi boş ve ağzı açık bir kuyu vardı.
İsmâil Fakîrullah, karanlıkta bu kuyuyu takdîr-i ilâhî fark edemeyerek içine
düştü. Fakat Allahü teâlânın koruması ile bir şey olmadı ve incinmedi. Sâdece
sol kaşının üzerinde ince bir sıyrık vardı. Burada kendisini Allahü teâlânın
celâl sıfatıyla imtihân ettiğini anlayan İsmâil Fakîrullah, bu kadar yüksekten
bir sıyrık ile kurtulmasına hamd ederek Allahü teâlâya secdeye kapandı, hulûs-ı
kalp ile rabbine sığındı.
O anda etrâfında mânevî bir
meclis kuruldu. Hızır aleyhisselâm Abdülkâdir Geylânî, Cüneyd-i Bağdâdî
hazretleri gibi pekçok velînin rûhları orada hazır oldular. Kuyunun içi
genişleyip yemyeşil bir nûra gark oldu. Evliyâlıkta Gavs makâmı denilen
derecelere kavuştuğu müjdelendi. Kendisine muhabbet şerbeti içirdiler. Böylece
zamânın velîlerinin sultânı oldu.
O, bu hâldeyken saatler
geçti. Câmide yatsı namazını kılmak için bekleyen cemâat, İsmâil Fakîrullah
hazretlerinin gelmediğini görünce evinden ve komşularından soruşturdular.
Bulamayınca da aramaya başladılar. Dokumacılık yapan bir usta, kuyunun içinden
tatlı bir sesin geldiğini fark edince komşularına haber verdi. Herkes kuyunun
başına mumlarla birikti ve kuyuya inerek İsmâil Fakîrullah'ı çıkardılar.
İsmâil Fakîrullah, kuyuda
içtiği muhabbet şerbetinin tesiriyle sekiz sene istigrâk hâlinde, dünyâyı
unutarak kendinden geçip, devamlı mest olup, kaldı. İnsanlardan tamâmen uzlet
edip, hanım ve evlâdından bile ayrı kalmaya başladı. Sâdece büyük oğlu
Abdülkâdir Efendi huzûruna girip hizmetiyle şereflendi.
İsmâil Fakîrullah, bu
istigrâk hâlindeyken söylediği bir kasîdede kuyuda olanları şöyle anlattı:
"Allahü teâlânın aşkı ile
kendimden geçmiş bir haldeyken, duvarı mermer taşlarla örülmüş kuyuya düştüm.
On beş metre kadar derin
olduğu hâlde, kendimi bir karış yerden düşmüş gibi hissettim.
Düştüğüm an, kuyudan ilâhî
yeşil bir nûr yükseldi. Öyle ki, verdiği aydınlığı birçok nûrlar veremezdi.
O gece, benim için Kadr
gecesi kadar kıymetlidir. Çünkü, Allahü teâlâ bana orada pekçok lütuf ve
ihsânlarda bulundu.
Bu lütfun bereketiyle
okyanusların dibinde ve semâvâtta bulunan her şey gözlerimin önüne getirilerek
gösterildi.
Allahü teâlâ bana o gece öyle
büyük nîmetler ihsân etti ki, onu, daha önce yaşıyan evliyâsının çoğuna vermedi.
Bir anda etrâfımda kurulan
mânevî mecliste, Hızır ve İlyas aleyhimesselâm, Abdülkâdir Geylânî, Ahmed Rıfâî
ve Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri bana çok ikrâmlarda bulundular ve müjdeler
verdiler.
Şeyh Hamza Kebîr hazretleri
elinde yeşil âsâsıyla, arkasında da ona mensûb olanların hepsi geldi ve hâlimin
güzelliğine hayrân kaldı. Yanında yıldız gibi parlayan oğlu Şeyh Mücâhid, Şeyh
Mûsâ ve Şeyh Muhammed Radî de vardı.
Çok sevdiklerimden ve
makamları yüksek olan Şeyh Bürhân, Şeyh Alemeyn ve Halil Ferd dahî yanıma
gelerek bu meclisin sonuna kadar bana izzet ve ikrâmlarda bulundular. Önlerinde
Şeyh Hasan'ın bulunduğu Fatîriyyûnlar da ziyâretime geldi. Hepsi cübbelerini
giymişlerdi.
Ayrıca Veysel Karânî
hazretleri, Şeyh Hasan Hutvî, Şeyh Mustafa Kürdî ve Şeyh Neccâr bin Neccârî de
hazır oldular.
Hâlid bin Velîd hazretleri
elinde demir bir âsâ ile teşrîf buyurdu. Hepsi de bana ihsân edilen nîmetlere
hayrân oldular.
Etrafıma saf saf dizilip
ellerinde ilâhî şerbetle dolu kadehler tutuyorlardı. Ben ise, onların ortasında
ve bakışları altında olduğum hâlde, Allahü teâlânın zikri ile meşgûl olup
tefekkür ediyordum. Hepsi de, ellerindeki şerbeti içmemi bekliyorlardı."
İsmâil Fakîrullah
hazretleri, istigrâk hâlini bıraktıktan sonra dostlarıyla görüşmeğe başladı.
Onlara, Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin yoluna çok benziyen kendine mahsûs "Üveysiyye"
yolunun âdâbını öğretmeye başladı.
Tillo kasabasının kuzey
tarafında dört saatlik mesafede bir kale vardı. Şirvan Beyi bu kaleyi müdâfaa
ediyordu. Van Paşası itâatsizliği sebebiyle Şirvan Beyine cezâ vermek için bin
kadar askerle kaleyi kuşattı. Topa tutmak istiyordu. Şirvan Beyi durumu hazret-i
Fakîrullah'a bildirerek Paşaya mâni olmasını istirhâm etti ve duâ talebinde
bulundu. Bunun üzerine Fakîrullah hazretleri paşaya bir mektup gönderdi.
Mektupta:
"Ümmet-i Muhammed'in
fukarâsına merhamet edesin. Bağlarını yağma etmeden çekip gidesin. O âsî olan
beyin cezâsını âhirete bırakasın." yazıyordu.
Mektup paşaya ulaştığında
kuşluk vaktiydi. Paşa mektubu okudu, fakat İsmâil Fakîrullah'ın ricâsına aldırış
etmeyip:
"Ben buraya sultânın emriyle
gelmişim. Kaleyi, bu âsî beyin başına yıkmalıyım." diyerek söz tutmadı.
Paşa, topçularına ateş emri
verdi. Atılan toplardan bir tânesi kale duvarına çarpınca parçalandı.
Parçalardan biri geri teperek paşanın atına isâbet etti. O anda altındaki at
öldü. Arkasından gökyüzünde bulutlar toplanmaya, kısa bir müddet sonra da
şiddetli ve iri iri dolu yağmaya başladı. İki saat aralıksız yağan dolu, kale
dışında ne kadar insan varsa perişan etti. Doludan hayvanlar kaçacak, sığınacak
yer aramaya başladılar. Askerler, kaçan atlarını yakalamak için peşinden koştu.
Bu sırada kabarıp büyüyen seller askerlerin çadırlarını söküp götürdü.
Bu hâdiselerden sonra
paşanın aklı başına geldi. Yakaladıkları atlardan birine binip yanına sekiz
asker alarak Tillo'nun yolunu tuttu. Maksadı Fakîrullah hazretlerinin huzûruna
kavuşmaktı. Akşama doğru kasabaya giren Paşa, Molla Osman ile Fakîrullah
hazretlerinin huzûruna çıktı. Paşa kan ter içinde, perişan bir haldeydi. Boynu
bükük bir vaziyette İsmâil Fakîrullah'tan özür dilemeye başladı, fakat hiç
iltifât görmedi. Sâdece; "Ey zâlim! Sen Allahü teâlâdan korkmaz mısın?" buyurdu.
Paşa sıtmaya tutulmuş gibi
titremeye başladı ve Molla Osman'ın işâreti ile geldiği gibi perişan bir halde
huzurdan çıktı. O gece Molla Osman'ın hücresinde kaldı. Sabaha kadar hiç
uyumadılar. Bir ara Paşa dedi ki: "Ben, Sultan Ahmed Hanın sohbetinde bulunur,
hizmetiyle şereflenirdim. Yemin ederim ki, sizin hocanız gibi heybetli bir zât
görmedim."
"Bir musîbet, bin nasîhattan
daha tesirlidir." sözüne uygun olarak sabahleyin geldiği gibi geri gitti.
Hocamızın himmeti ve duâları bereketiyle Şirvan Beyi, bu kuşatmadan kurtuldu.
Paşa da, Allahü teâlânın sevdiği bir velî kulunun sözünü dinlememenin cezâsını
fazlasıyla çekti.
Doğu Anadolu'da yetişen
büyük velîlerden Seyyid Fehim-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin ilim tahsîline ara verdiği günlerdeydi. Bir bayram günü Şırnak'ta
îmâl edilen meşhûr tiftik yününden yapılmış bir elbise giymişti. Kendi
güzelliğiyle, elbisenin hoşluğu birbirine eklenmiş, fevkalâde bir güzellikle
dikkatleri üzerine çekiyordu. Arvas'a yakın bir köyde oturan, akıllı ve olgun,
Arvâsîlere çok bağlı Şeyhu diye anılan bir zât, Arvas Câmiinin karşısındaki
damda duruyordu. Onu görünce; "Bir zamanlar Arvas'tan meşhur âlimler çıkardı.
Şimdi ise güzel ve yakışıklı gençler çıkıyor. Ah, "çok yazık" diye inledi. Bu
sözü işiten Seyyid Fehim; "Bu sözü niçin söyledin?" diye sorunca; "Hiç, içimden
öyle geldi." dedi. Seyyid Fehim; "Bu sözü söylemenizin bir sebebi vardır
muhakkak, söyleyiniz." dedi. Şeyhu; "Medrese âlimsiz, müderrissiz kaldı. Biz
inşâallah filan efendimiz yetişir diyorduk. Şimdi bakıyorum da, o efendimiz
giyinmeye, süslenmeye başlamış." cevâbını verdi. Bu sözlerin kendisine
söylendiğini anlayan Seyyid Fehim hemen eve gidip güzel elbiselerini çıkardı.
Kitaplarını çantasına yerleştirip gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra yeniden
ilim tahsîline çıktı.
Mısır'da yetişen velîlerden
Ferec Meczûb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında, Şeyhülislam
Zekeriyyâ el-Ensârî'nin oğlu Şeyh Cemâleddîn anlatır: Bir zaman gusül abdesti
için hamama gitmiştim. Orada Ferec Meczûb da vardı. Yanıma geldi. Bana;
"Yanında olandan ver." dedi. Ben de onun hâlini bildiğim için yanımdaki
gümüşlerden bir mikdâr verdim. "Yine ver." dedi. Bir mikdar daha verdim. Tekrar
istedi, tekrar verdim. Benden aldığı paranın toplamı otuz dokuz adet gümüş para
oldu. Sonra yine istedi. Ben de dayanamayıp; "Ey Ferec yanımda sâdece bir tâne
kaldı. Onu da hamamcıya vereceğim." dedim. Bunun üzerine bana baktı ve; "Yahûdî
Şamuel'e yazdım. O gelip seni görecek." dedi. Sonra hamamdan çıkıp gitti. Çok
geçmeden hakîkaten bir yahûdî geldi. Bana otuz dokuz altın verdi. Ona; "Bunlar
nedir, neden veriyorsun?" dedim. Yahûdî; "Baban bana bunları borç vermişti. Uzun
zamandır ödeyemedim. Ancak şimdi ödeme imkânım oldu. Hemen hazırlayıp onun
vârisi olarak sana getirdim. Lâkin bu hâdiseyi baban ile benden başka bilen
yoktur." dedi.
Daha sonraları Ferec Meczûb
ile karşılaştık. Lâkin bu karşılaşmalarımızda benden hiçbir şey istemedi. Onu
her görüşümde içimden; "Allahü teâlânın sevgili bir kulu benden az bir şey
istedi, ben ise onu vermekten kaçındım diyerek hâdiseyi hatırlayıp üzülür ve
tövbe ederdim."
Evliyânın büyüklerinden
Ferîdüddîn-i Attâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Moğol istilâsında, bir Moğol
askerinin eline esir düştü. O asker onu öldürmek istediğinde, askere halk; "Bu
ihtiyarı öldürmekten vazgeçersen, kanına bedel olarak bin altın akçe veririz."
dediler. Moğol askeri onu bu fiata satmak istedi. Fakat Ferîdüddîn-i Attâr ona;
"Sakın beni bu fiata satma. Çünkü sana kanım için daha fazla fiat verirler."
deyince, asker satmaktan vazgeçti.
Bir süre sonra başka bir
şahıs gelerek askere; "Bu yaşlı zâtı öldürmekten vazgeç. Onun kanına karşılık
sana bir torba saman vereyim." deyince, Ferîdüddîn-i Attâr; "İşte beni şimdi
sat. Çünkü esas fiatımı, ve kanımın değerini buldum. Bundan fazla para etmem."
dedi.
Bunun üzerine sinirlenen
Moğol askeri onu şehîd etti. Şehâdet şerbetini içen Ferîdüddîn-i Attâr, kesik
başını elleri arasına alarak yarım fersahlık (3 km'lik) bir mesâfeyi koşarak kat
etti. Şimdi türbesinin bulunduğu yere varınca, rûhunu teslim etti ve oraya
düştü.
Anadolu'da yetişen evliyâdan
Fethullah-ı Verkânisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocasının izni ve emri
üzerine insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatmak üzere köy köy
dolaşıyor ve bir taraftan da talebe yetiştiriyordu. Hattâ kışın karda kızağına
binip köylere irşâd için giderken Muhammed Ziyâüddîn-i Nurşînî'ye kendi kızağını
çekmesini emretti. Onun hocasının oğluna böyle muâmele etmesine, Abdurrahmân
Tâhî'nin diğer talebeleri îtirâz ettiler. "Muhammed Ziyâüddîn, şeyhinin oğludur,
onun için hâtırını hoş tutması, onu incitmemesi, ona hürmet etmesi lâzım olduğu
halde, nasıl olur da o kızağa binip keyif sürerken şeyhinin oğlu zahmet ve
meşakkatla kızağını çekiyor." dediler. Onların bu îtirâzlarına Fethullah-ı
Verkânisî; "Üstâdım Seydâ (Abdurrahmân Tâhî) oğlunu bana teslim etti ve ben de
böyle hareket etmeyi uygun görüyorum. Yok eğer size teslim etmişse bildiğiniz
gibi hareket etmekte serbestsiniz." şeklinde cevap verdi.
Şeyh Fethullah-ı Verkânisî,
Şeyhinin oğluna hürmet etmesi, önünden kalkıp arkası sıra gitmesi gerektiğini
biliyordu. Fakat hocasının oğlunun kendisine hizmet edip mânevî derece kazanması
için böyle yapıyordu.
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden birinin vefâtı
yaklaşınca, onun yanına giderek Yâsîn-i şerîf okumaya başladı. Talebe; "Ey
hocam! Bunu bana okuma." deyince, Fudayl hazretleri sustu. Sonra o talebeye
kelime-i tevhîdi telkîn etti. Talebe; "Ben o mübârek sözü söyleyemiyorum. Çünkü
ondan uzağım." dedi ve vefât etti. Fudayl bin İyâd hazretleri evine dönerek
evden çıkmaksızın bir müddet mahzûn oldu, ağladı. Sonra rüyâsında talebeyi
Cehennem'e götürürlerken gördü ve; "Ey oğul! Sen talebelerimin en
iyilerindendin. Neden Allahü teâlâ senden mârifet nûrunu aldı?" diye sordu.
Talebe; "Üç şey sebebiyle Allahü teâlâ benden mârifet nûrunu aldı. Birincisi,
nemîme. Çünkü ben size başka, arkadaşlarıma başka söyler, söz taşırdım. İkincisi
hased. Ben arkadaşlarıma hased ederdim. Üçüncüsü, içki. Bir defâsında
hastalanmıştım. Hastalığımı tedâvî ettirmek için hekîme gittim. Hekim bana; "Her
sene bir kadeh şarap içeceksin, yoksa iyi olmazsın." dedi. Ben de böylece alışıp
gittim." dedi. |