CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

KISSADAN HİSSE (E)

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı: "Vezirin birisi bir gün pâdişâhın huzûrunda iken, orada bulunan hizmetçilerin birisinden bir ses duyup ona baktı. Pâdişâh vezirin kendisiyle ilgilenmeyip, başka bir yere baktığını gördü. Vezir, bunu anlayınca, o tarafa bakmasını, pâdişâhın yanlış anlamaması için bakmasına devâm etti. Bundan sonra bu vezir, pâdişâhın huzûrunda bulunurken, hep bir yere bakardı. Öyle ki, pâdişâh, bu vezirin tabiî hâlinin böyle olduğunu ve gözlerinde şaşılık bulunduğunu zannetti. Allahü teâlânın mahlûku olan bir kimsenin, kendisi gibi mahlûk olan başka bir kimse huzûrunda, bu derece dikkat ve riâyet ettiği, edeb ve korkunun, her şeyin yaratıcısı olan Allahü teâlânın huzûrunda nasıl olması icâb ettiğini iyi düşünmek lâzımdır."

Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir gün bir kimse misâfir gelmişti. Fakat o gün vefât etti. Kefenlenip namazı kılındıktan sonra mezara konuldu. Ebû Ali Rodbârî; "Aziz ve celîl olan Allah, bu kimseye garipliği sebebiyle rahmet etsin." diyerek yüzünü açarak toprağa koymak istedi. Bu sırada vefât eden kimse gözünü açtı ve; "Ey Ebû Ali! İkrâmına nâil olduğum zâtın huzûrunda bana ikrâm mı ediyorsun?" dedi. Ebû Ali Rodbârî; "Efendim ölümden sonra hayat manzarası mı görüyorum?" dedi. O kimse; "Evet ben hayattayım. Aziz ve Celîl olan Allahü teâlâya âşık olan her insan hayattadır, ölmez. Ey Rodbârî, elde ettiğim makamla yarın sana yardımcı olacağım." dedi.

Irak velîlerinden ve Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Bekr Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir hac mevsimi sonrası Mekke-i mükerremede uzun süre aç kaldı. Açlığını giderecek bir şey de bulamadı. Nihâyet bir gün ibrişim bir kese görüp aldı. Doğruca kaldığı eve gidip o ibrişim keseyi açtı. İçinde pırıl pırıl, benzeri bulunmayan, inciden bir gerdanlık olduğunu gördü. Bir ara bir ses duyup dışarı çıktı. İhtiyar bir kişi bağırarak;  "İçinde inci olan kaybolmuş keseyi bulup getirene, şu elbise ile beş yüz dinar vereceğim." diyordu. Onun yanına giderek, kendisini tâkib etmesini söyledi ve onu kaldığı yere götürdü. O ihtiyar kaybolan kesenin ve içindekilerin vasıflarını söyleyince, keseyi çıkarıp teslîm etti. O da vâd ettiği elbiseyi ve beş yüz dinarı verdi. Ebû Bekr Ensârî onun verdiklerini almak istemedi ve; "Benim onu size geri vermem uygundur. Bunun için bir karşılık istemem." dedi. O; "Mutlaka alman lâzım." diyerek ne kadar ısrar ettiyse de kabûl etmedi. O ihtiyar, nihâyet yanından ayrılıp gitti.

Bir süre sonra Ebû Bekr Ensârî Mekke-i mükerremeden ayrıldı. Bir sâhilden gemiye bindi. Gemi yola çıktıktan bir zaman sonra fırtına çıktı ve dalgalar gemiyi parçaladı. Gemide bulunanların çoğu boğuldu. Malları telef oldu. Ebû Bekr Ensârî büyükçe bir tahta parçasına tutunup bir müddet denizde kaldı. Sonra bayıldı, ancak dalgalar onu bilmediği bir yere sürükleyip kıyıya attı. Kendine gelince, sonra orasının bir ada olduğunu öğrendi. Oradaki insanlarla tanıştı. Mescidlerinden birinde Kur'ân-ı kerîm okudu. Oranın halkının büyük bir kısmı onu dinlemek için mescide koştu. Ondan, kendilerine ve çocuklarına Kur'ân-ı kerîmi öğretmesini isteyince, dileklerini yerine getirdi. Daha sonra ona; "Aramızda yetim bir kızcağız var. Onunla evlenmenizi isteriz." diyerek ısrar ettiler. O da ısrarlarına dayanamayarak evlendi. Akrabâları kızı, boynunda pırıl pırıl parlayan gerdanlık olduğu halde evine getirdiler. Bu gerdanlık, yolda bulduğu kesenin içindeki gerdanlığın aynısı idi. Ona dikkatle bakmaya başladı. Gerdanlığa dikkatle bakması, kızın akrabâlarının dikkatini çekti. Sebebini sorduklarında, onlara, Mekke-i mükerremede başından geçen gerdanlık hâdisesini anlattı. O zaman onlar, tehlîl ve tekbîr getirmeye başladılar. Onlara; "Siz niye böyle yapıyorsunuz?" diye sorduğunda; "Anlattığın hikâyedeki o gerdanlığın sâhibi olan ihtiyar, bu kızın babasıdır. O duâ eder ve senin için; "Ben, onun gibi müslüman görmedim. Ey Allah'ım! Onunla benim aramı birleştir. Kızımı da ona nikâh edeyim." derdi. İşte şimdi o durum hâsıl oldu. Siz onun kızıyla evlendiniz." dediler. Bu evlilikten iki çocuğu oldu. Daha sonra zevcesi vefât etti. Gerdanlık, çocuklarıyla ona kaldı. Sonra iki çocuğu da vefât edince, o gerdanlık ona intikâl edip elinde kaldı. O da onu sattı ve eline geçenleri Allah yoluna sarfetti.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Emîr-ül-müminîn hazret-i Ali'ye karşı, bende biraz soğukluk vardı. Bunun sebebi de; Resûlullah efendimiz; "Ali'den başka yiğit yoktur." buyurmuşlardır. Gerçi hazret-i Ali hak üzere idi. Fakat halîfeliği hazret-i Muâviye'ye bırakıp çekilseydi, bunca kan dökülmezdi. Asıl yiğitlik budur." diyordum.

Kendisi şöyle anlatır:

Safâ ile Merve arasında bir evim vardı. Resûlullah efendimizi rüyâmda gördüm. Eshâbıyla birlikte oturuyorlardı. Beni yanlarına çağırıp, hazret-i Ebû Bekr'e işâret ederek; "Bu kimdir?" buyurdu. Ben; "Hazret-i Ebû Bekr'dir." dedim. Sonra; hazret-i Ömer'e işâret ederek; "Bu kimdir?" buyurdu. "Hazret-i Ömer'dir." dedim. Sonra hazret-i Osman'a işâret ederek; "Bu kimdir?" buyurdu. Ben de; "Hazret-i Osman'dır." dedim. Sonra hazret-i Ali'yi işâret ederek; "Bu kimdir?" buyurunca, ona karşı kalbimde olan kırgınlık sebebiyle utandım. Peygamber efendimiz beni hazret-i Ali ile kardeş yaptılar. Sonra kucaklaştık ve Eshâb-ı kirâm dağıldılar. Hazret-i Ali ile başbaşa kaldık. Bana; "Ebû Kubeys Dağına çıkalım." deyince kabûl edip, bu dağın tepesine çıkıp oradan Mekke'yi seyretmeye başladık. Uyandığım zaman kendimi bu dağın başında buldum. Bu rüyâdan sonra hazret-i Ali ve hazret-i Muâviye'nin kıymetini daha iyi anladım."

Şöyle anlatır: "Gençliğimde hacca gitmek için annemden izin alıp yola çıkmıştım. Çölde giderken, üzerim kirlendi. Galiba şartlarına uygun olarak yola çıkmadım, diyerek geri döndüm. Eve gelince annemi kapının arkasında oturup bekler gördüm. "Anneciğim bana izin vermemiş miydin?" dedim. "Verdim fakat bu evi sensiz görmek gücüme gitti. Sen yola çıkalıdan beri oturuyorum. Dönüp gelmene kadar buradan kalkmamaya karar vermiştim." dedi.

"Biri benim sohbetime devâm ederdi. Ama onun sohbetimde bulunması bana ağır geliyordu. "Hediyeleşiniz, sevişirsiniz." hadîs-i şerîfine uyarak ona hediye verdim. Yine kalbimdeki duygu gitmedi. Nihâyet bu zâtı evime götürdüm; "Ayağını yüzüme bas." dedim, ama basmadı, ısrâr ederek ayağını yüzüme bastırdım. Kırgınlık gidip, kalbime sevgi yerleşene kadar ayağını yüzümden kaldırtmadım.

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) ömrü boyunca Hızır'la (aleyhisselâm) görüşmeyi murâd ederdi. Her gün kabristana gider gelir ve bu arada bir cüz Kur'ân-ı kerîm okurdu. Bir gün yine bu maksatla evinden çıkarken, kapıda nûrânî yüzlü bir ihtiyar kendisine selâm verip; "Benimle sohbet etmek ister misin?" diye sordu. O da "İsterim." deyince, berâberce konuşarak kabristana gidip geldiler. Evin kapısına gelince, o nûr yüzlü ihtiyar; "Bunca zamandır görmek istediğin Hızır benim. Benimle sohbet edeceğim derken bugün bir cüz Kur'ân-ı kerîm okumaktan mahrûm kaldın. Hızır'la sohbet etmenin sonucu bu olunca, diğer insanlarla konuşmanın netîcesi ne olur?" buyurdu.

Biricik oğlunu mektebe gönderdi. Birgün çocuğun benzinin sararıp bedeninin titrediğini gördü. Sebebini sorduğunda: "Hocam bana bir âyet-i kerîme öğretti. O âyette cenâb-ı Hak meâlen; "Eğer siz (dünyâda) küfrederseniz, çocukları aksaçlı ihtiyarlara çevirecek olan bir günde (kıyâmet gününün şiddet ve azâbından) kendinizi nasıl koruyabilirsiniz?" (Müzzemmil sûresi: 17) buyuruyordu. Bu âyetin şiddetinden böyle oldum." dedi. Çocuk hastalandı. Bir müddet sonra da vefât etti. Babası Ebû Bekr el-Verrâk oğlunun mezarının başında ağlayarak kendi kendine şöyle dedi: "Ey Ebû Bekr! Çocuğun bir âyet işitmekle hastalanıp can verdi. Bunca yıldır Kur'ân-ı kerîm okur hatmedersin, sana birşey olmuyor. Yoksa kalbin taş mıdır?"

Allahü teâlânın velî kullarından Ebû Câfer el-Meczûm (rahmetullahi teâlâ aleyh) cüzzamlı bir deri altına gizlenmiş, Allahü teâlânın sevgili bir kulu idi.

İbn-i Hafîf, Ebü'l-Hasan ed-Derrâc'ın başından geçip anlattığı şu hâdiseyi haber verdi: Şeyh Ebü'l-Hasan ed-Derrâc buyurdu ki: "Bir sene, arkadaşlarla gitmeyip, yalnız başıma hac yolculuğuna çıktım. Kadîsiye mescidine vardığımda, orada cüzzam hastası olan bir ihtiyar gördüm. Üzerinde büyük musîbet vardı. Beni görünce, selâm verdi ve: "Ey Ebü'l-Hasan! Hacca gitmek ister misin?" buyurdu. Ben onun bu hâlinden çekinerek; "Evet." dedim. "Benimle yol arkadaşı olmak ister misin?" buyurdu. O zaman kendi kendime; "Sağlam arkadaşları terkettim de, şimdi cüzzamlı bir ihtiyarın eline düştüm." dedim ve ona; "Yok istemem." diye cevap verdim. O; "Sana yol arkadaşı olayım." buyurdu. Ben "Allah hakkı için senin ile yol arkadaşı olmam." dedim. O; "Ey Ebü'l-Hasan! Allahü teâlâ öyle şeylere kâdirdir ki, zayıf bir kuluyla öyle bir iş yapar; güçlü kuvvetli kimse ona şaşırıp kalır." buyurdu. Ben; "Öyledir." dedim ve onun teklifini kabûl etmeyerek yoluma devâm ettim. Kuşluk vaktinde istirahat için bir yere uğramıştım. Onu orada, rahat bir şekilde oturmuş vaziyette gördüm. Bana daha önce söylediğini tekrarladı. "Ey Ebü'l-Hasan, Allahü teâlâ öyle şeylere kâdirdir ki, zayıf bir kuluyla öyle bir iş yapar; kuvvetli kimse buna şaşar kalır." buyurdu. Ben hiçbir şey söylemeden yoluma devâm ettim. Fakat onun hakkında bende şüphe ve tereddüt meydana geldi. Acele ile yoluma devâm ederek, sabah vakti bir köye ulaştım. Bir de ne göreyim; oradaki mescidde rahat bir şekilde oturuyordu. Bana: "Ey Ebü'l-Hasan, Allahü teâlâ öyle şeylere kâdirdir ki, zayıf olan kuluyla öyle bir iş yapar; kuvvetli kimse buna şaşar kalır." buyurdu. Önüne varıp, yüzümü önüne eğdim ve ona; "Allahü teâlâdan af ve senden özür dilerim." dedim. O; "Maksadın nedir?" buyurdu. Ben; "Hatâ ettim, sizinle yol arkadaşı olmak istiyorum." dedim. O; "Sen yol arkadaşı olmak istemedin ve yemin ettin. Senin yeminini bozup da, seni yalancı çıkarmak istemem." buyurdu. Ben; "Hiç değilse öyle ol ki, seni her istirahat ettiğim yerde göreyim." dedim. O; "Peki, dediğin gibi olsun." buyurdu. Bu sözünü duyunca bütün açlığım ve yol yorgunluğum kayboldu. Tek düşüncem ve arzum, çabucak bir sonraki menzile varıp onu görmek oldu. Mekke-i mükerremeye ulaştığım zaman, olanları oradaki büyük velîlere anlattım. Ebû Bekr el-Kettânî ve Ebü'l-Hasan el-Müzeyyen; "O anlattığın zât, Ebû Câfer el-Meczûm'dur. Biz dâimâ onu görmeye çalışıyoruz. Keşke onu bir defâ olsun görebilseydik." buyurdular. Sonra kalkıp tavâf etmeye gittim. Onu da tavâf eder gördüm. Tekrar yanlarına gelip, onu gördüğümü haber ettim. Onlar; "Eğer bir daha görürsen, iyi dikkat et ve bizi de çağır." buyurdular. Ben de "Peki." deyip ayrıldım. Arafat'a çıktım. Sonra Minâ'ya gittim. Onu orada aradım, fakat bulamadım. Minâ'da cemre atılması yâni şeytan taşlama sırasında birisi arkamdan; "Selâmün aleyküm ey Ebû Hasan!" dedi. Dönüp baktığım zaman Ebû Câfer el-Meczûm'u gördüm. Onun teveccühleri bereketiyle o anda bende değişik hâller meydana geldi. Vücûdumu bir titreme aldı, kendimden geçerek yere düştüm. Hîfe mescidine geldiğim zaman, olanları arkadaşlarıma anlattım. Vedâ gününde Makâm-ı İbrâhimin arkasına geçmiş, namaz kılıyordum. Birisi beni çekip; "Ey Ebü'l-Hasan! Daha fazla duâ etmek ister misin?" dedi. Ben de; "Kat'iyyen efendim, sadece bana duâ buyurun yeter." dedim. Buyurdu ki: "Ben duâ etmem. Fakat sen duâ et ben âmin diyeyim." Ben üç defâ duâ ettim. O, "Âmin" buyurdu. Duâlarımdan birisi şöyle idi:

"Yâ Rabbî! Kuvvetim günden güne artsın." Gerçekten de öyle oldu. Nice seneler vâki oldu ki, ben bir gecede ertesi günkü ihtiyaçlarımı topladım ve hiçbir ibâdette aslâ yorgunluk ve bıkkınlık duymadım. İkinci duâm: Allahü teâlânın kendine giden yolu ve dervişliği bana sevdirmesi için oldu. Ondan sonra dünyâda hiçbir şey bana Allahü teâlânın rızâsından daha tatlı gelmedi. Dünyâyı unutup Allahü teâlânın sevgi denizine daldım. Üçüncü duâmda da şu istekte bulundum: "Yâ Rabbî! Yarın mahşer gününde, insanları haşrederken, beni sevdiğin dostlarının (evliyâullahın) arasında bulundur ve bana yol ver! (Cehennem'den muhâfaza et.)”

"İnanıyor ve ümid ediyorum ki, inşâallah öyle olacaktır."

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün sokakta gözleri görmeyen birinin; "Eğer, yerde ne varsa hepsi ve onunla birlikte bir misli daha o zulmedenlerin olsaydı, kıyâmet gününde azâbın fenâlığından (kurtulmak için) elbette bunları fedâ ederlerdi. Halbuki o gün onlar için, Allah tarafından, hiç hesâba katmadıkları şeyler ortaya çıkmıştır (zulmedenlerin karşılarına çıkacak şeyler, ilâhî gazap ve azaptır. Çünkü bunları hiç zannetmiyor ve hatırlarına getirmiyorlardı)." (Zümer sûresi: 47) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuduğunu işitince, kendinden geçti. Elini ocağa sokup, kızgın demiri çıkarıp, örs üzerine koydu. Çıraklar hayret içinde; "Bu ne hâl usta!" diye bağrıştılar. Ebû Hafs-ı Haddâd; "Dövün!" buyurdu. Çıraklar; "Usta, bu dövülüp temizlenmiş!" dediler. Ebû Hafs, kendine gelince; "Yıllardır bu işi bırakmaya çalıştım, fakat başaramadım, ama meslek bizi bıraktı." buyurup işini terketti. Ebû Hafs hazretleri bundan sonra Rabbine ibâdete yönelip, halka karışmaz oldu. Kendilerine yakın bir yerde, hadîs-i şerîf okunur ve dinlenirdi. Ebû Hafs'a; "Sen niçin gelip de dinlemiyorsun?" dediklerinde; "Bir hadîs-i şerîf işitmiştim, otuz senedir bu hadîs-i şerîfe uygun hareket etmek istiyorum, fakat yapamıyorum. Diğer hadîs-i şerîfleri işittiğimde nasıl yaparım?" buyurduklarında, onlar; "O, hangi hadîs-i şerîftir?" dediler. Ebû Hafs; "Kişinin işine yaramayan şeyleri terketmesi, iyi bir müslüman oluşundandır." hadîs-i şerîfidir." diye cevap verdi.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebeleri, kendisine "Efendim, sizi üzen, unutamadığınız bir hâdise var mıdır?" diye sordular. Cevâbında buyurdu ki: "Bir gün ikindi namazında mescidimize, hâlinden garîb olduğu anlaşılan bir kimse geldi. Abdest alıp namaz kıldı ve namazdan sonra başını önüne eğip tefekküre başladı. O gün akşam yemeğinde, halîfe bizleri dâvet etmişti. Gideceğimiz zaman o kimsenin yanına yaklaşıp; "Biz dâvete gidiyoruz siz de bulunmak ister misiniz?" dedim. Başını kaldırdı. "Dâvete gitmeyeyim. Bir bulamaç aşı getirebilirseniz yerim. Yoksa siz bilirsiniz." dedi. Ben de, her halde bizim arkadaşlarla berâber olmak istemiyor diye düşünüp, kendisine fazla iltifât etmedim. O gece rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. Yanlarında yaşlıca iki zât ve arkalarında kendilerini tâkib eden birçok kimseyle geliyorlardı. Yanımdakilere, Peygamber efendimizin yanındaki iki zâtın kim olduklarını sordum. Birisi İbrâhim Halîlullah, diğeri Mûsâ Kelîmullah ve arkalarındakiler de binlerce nebîdir, dediler. İleri atılıp kendileri ile konuşmak istedim. Fakat, Peygamber efendimiz bana iltifât etmediler. "Yâ Resûlallah! Ne kabahatim var ki, mübârek yüzünüzü benden çeviriyorsunuz?" dedim. "Dostlarımızdan biri senden bulamaç aşı istedi. Sen ise vermekten çekindin." buyurdular. Ağlayarak uyandım. Hemen mescide koştum. O zât hâlâ başı önüne eğik olarak tefekkür ediyordu. Kendisine; "Ey efendim! Arzunuzu yerine getirebilmem için bir mikdâr bekleyiniz." dedim. Tebessüm edip; "Bir kimse bir ihtiyâcını size söylüyor. Siz de, yüz yirmi bin nebî şefâat etmedikçe onu yerine getirmiyorsunuz değil mi?" dedi ve çıkıp gitti. Bundan sonra ne kadar aradım ve sordum ise kendisini bulamadım. İşte kırk yıldır bu hâdisenin üzüntüsü bende devâm ediyor." buyurdu.

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası ile Sultan Gazneli Mahmûd birbirlerini çok severlerdi. Babası Meyhene'de bir köşk yaptırdı. Günümüzde Üç Şeyhin Sarayı diye meşhurdur. Sarayın duvarına Sultan Mahmûd'un komutanlarının, fillerinin ve gemilerinin isimlerini yazdırdı. Küçük bir çocuk olan Ebû Saîd, babasına; "Bu köşkte bana âid bir yer tahsis et." dedi. Babası sarayın üst katında ona bir yer yaptırdı. Tamamlanınca, Ebû Saîd oranın duvar ve tavanına hep Allahü teâlânın ism-i şerîfinin yazılmasını emretti. Bunu gören babası; "Oğlum! Böyle ne yapıyorsun?" diye sorunca; "Herkes kendi evinin duvarlarına kendi emirinin ismini yazıyor. Ben de Rabbimin ism-i şerîfini yazdırıyorum." dedi. Onun bu sözleri babasının çok hoşuna gitti. Hemen köşkün duvarlarına yazdırdıklarının hepsini sildirdi.

Hucvirî Keşf-ül-Mahcûb isimli eserinde şöyle anlatıyor: "Mihene şehrinde, Ebû Saîd-i Ebü'l-Hayr'ın türbesinde bulunuyordum. Türbenin üzerinde bir kumaş parçası vardı. Beyaz bir güvercin uçarak gelip o kumaşın altına girdi. Herhalde bir şeyden kaçıyordu. Onun için oraya gizlendi diye düşündüm. Biraz sonra merakım arttı. Kumaşı kaldırdığımda güvercin yoktu. Hayret ettim. Ertesi ve daha sonraki gün bu hâdise tekrar etti. Hikmeti nedir? diye düşünürken, bir gece rüyâmda Ebû Saîd'i gördüm. Gördüğüm hâdiseyi kendisine sordum. "O güvercin, amellerimin safâsıdır. Her gün kabrime gelip bana nedîm (sohbet arkadaşı) olur." buyurdu. Anladım ki, o büyük zâtın güzel amelleri, beyaz bir güvercin şeklinde kabrine geliyor ve kendisi ile tatlı tatlı sohbet ediyorlar."

Tasavvuf büyüklerinden Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Bir gün Kâbe-i muazzamayı tavâf eden tek gözlü birisini gördüm; "Allah'ım senden sana sığınırım." diyordu. Ona; "Bu nasıl duâdır?" diye sorduğumda bana şöyle cevap verdi: "Ben elli seneden beri buradayım. Bir gün bir kadın gördüm. Çok beğendim, ondan lezzet aldım. Bu sırada gözümün üzerine bir tokat indi. O anda gözüm yanağımın üzerine aktı. Ben, ah, dedim. Bir ses; "Bir bakış, bir tokat karşılığındadır. Ne kadar bakarsan, o kadar tokat atarız." dedi.

Mekke'de iken bir fakir, elinde bir dînarla yanıma geldi. "Ben yarın öleceğim. Bu paranın yarısı ile beni techiz ve tekfin et. Diğer yarısı ile de mezarımı kazdır." dedi. Gâlibâ bu genç delidir diye düşündüm. Ertesi gün tavâf sırasında o genci gördüm. Bir kenara çekildi ve yere uzanıverdi. Gâlibâ ölmüş gibi gözükmek istiyor dedim. Yanına yaklaştım. Bir de baktım, gerçekten vefât etmiş. Vasiyet ettiği gibi defnettim.

En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ali bin Îsâ el-Kummî anlatır: "Ev ihtiyâçları ile meşgul olduğunu tahmin ettiğim bir vakitte İmâm-ı Ebû Yûsuf  hazretlerinin yanına gittim. Benimle görüşeceğini hiç tahmin etmiyordum. Fakat düşündüğüm gibi çıkmadı. Kapıyı çaldığımda dışarı çıktı. Beni içeri buyur etti. Evde yalnız imiş. Oturduğu yerin dört bir yanı kitap doluydu. Onları mütâlaa ediyordu. Bana; "Bu gördüğün kitaplar, verdiğim hükümlerdir. Yarın kıyâmet gününde niçin böyle hüküm verdin denildiğinde, ne cevap vereceğim. Şimdi onları hazırlamakla meşgûlüm." buyurdu.

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Emîr Hüsrev Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin hocası Hâce Nizâmüddîn hazretleri'nin, her tarafa yayılan cömertliğini duyan fakir bir adam, Hindistan'ın uzak bir yerinden yola çıkıp, mâlî sıkıntısını halletmek için, ondan çok mikdarda yardım almak ümîdiyle Dehli'ye geldi. Fakat o gün hazret-i Hâce'nin, bir çift eski ayakkabısından başka verebilecek birşeyi yoktu. Zavallı adam, bu yüce şahsiyetten aslâ böyle bir hediye beklemiyordu; fakat onu reddetmeye de cesâret edemedi. Bununla berâber, içinden, çok rahatsız oldu ve bu büyük zâttan böyle kıymetsiz bir hediye aldığı için, büyük bir hayâl kırıklığına uğradı. Aşırı bir kederle ve bu mevzu üzerinde düşünceye dalarak ayrıldı. Geri dönüşünde, yol üstünde gece dinlenmek için bir handa kaldı. Yine aynı gece Emîr Hüsrev, Bengal'den bir iş gezisinden, Dehli'ye dönüyordu. İhtişamlı maiyet, hizmetçiler ve zenginliklerle oraya varıp, aynı handa kaldı. Emîr Hüsrev, mücevher ve kıymetli taşların ticâretini yapıyor ve Dehli'nin en zengini biliniyordu. Ertesi sabah Emîr Hüsrev kalktığında, hayret edip; "Şeyhimin kokusunu duyuyorum." diye bağırdı. Han didik didik arandı ve sonunda tenhâ bir köşede, geceleyin Dehli'den gelen fakir bir yolcu bulundu. Dehli'de kaldığı zaman hazret-i Nizâmüddîn-i Evliyâ'nın yanına gidip gitmediği sorulduğunda, adam üzüntülü bir şekilde; "Evet, hakîkatte ben bu uzun seyâhati, sâdece o büyük velîyi görmek ve sıkıntılarımı halletmek ve onun cömertlik ve ihsânından faydalanmak için yaptım. Eski ayakkabıları göstererek; fakat beni sadece kendisinin bu kıymetsiz ayakkabıları ile gönderdiği için üzgünüm" diye cevaplandırdı. Aşk ve muhabbetle yanan Hüsrev, derhâl adamdan; bütün bu büyük servet, köleler ve sâhib olduğu her şey karşılığında ayakkabıları kendisine vermesini istedi. Nakledildiğine göre, o zaman Emîr Hüsrev, diğer kıymetli eşyâlarından başka 500.000 gümüş para taşıyordu. Zavallı adam, bunu bir şaka kabûl etti. Fakat Hüsrev, üzerinde durarak, yeminle teklîfini tekrarladı ve hemen, sevgili hocasının ayakkabıları karşılığında bütün servetini vererek pazarlığı bitirdi.

Fakir adamın nasıl memnun olduğunu uzun uzun anlatmaya lüzum olmadığı açıkça bellidir. O, hazret-i Nizâmüddîn'in hayırseverliğinden hayâl ettiğinin yüzlerce katını, yine onun hürmetine başka biri vâsıtasıyla almıştı.

Emîr Hüsrev, Dehli'ye vâsıl olduğunda, hocasının ayakkabılarını, büyük bir hürmetle el üstünde taşıyarak, hazret-i Nizâmüddîn'in huzûruna çıktığında, yolda olan hâdiseyi kendisine arzedip ayakkabıları satın aldığını söyledi. Hazret-i Hâce; "Ona ne kadar para verdin?" dedi. O da; "Benim bir şeye yaramaz servetimin hepsini." diye cevap verdi. Hâce hazretleri tebessüm edip; "Onları ucuza almışsın." buyurunca, Emîr Hüsrev; "Efendim, çok şükür ki, onlara sâhip olan adam, yalnız servetimi teklif etmekle tatmin oldu. Hürriyetimi de isteseydi, benim sevgili hocamın bu mukaddes ve paha biçilmez hâtırasına sâhib olmak için memnûniyetle onu da verirdim." dedi.

Hüsrev, çok para kazandıran bir mesleğe sâhib olmasına rağmen, sâdık bir sûfî olarak, ilâhî bir ihsânla, böyle bir imtihânı en iyi şekilde başardı. Hocasının muhabbeti uğruna zenginliğini fedâ etti.