|
KISSADAN
HİSSE (C - D)
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ezân-ı şerîf
okunmaya başladığı zaman, ya ayakta durur veya dizi üstüne oturarak huşû içinde
dinlerdi. Bitince de ezân-ı şerîf duâsını okuyup, salevât-ı şerîfe söylerdi.
Sonra namaza kalkar, talebelerine, namazı vaktinde kılmalarını tavsiye ederdi.
Buyururdu ki: Belh şehrinde bir kimse vardı. Her ne zaman ezân okunmaya başlasa
bütün işini bırakır, iki dizi üstüne gelerek otururdu. Ezânı, mütevâzî bir hâlde
dinler, bitince salevât-ı şerîfe getirir, ezân duâsını okurdu. Sonra araya bir
iş karıştırmadan hemen namazını kılardı. Bu kimse devamlı böyle yapar, hiç bu
âdetini bozmazdı. Nihâyet bir gün vefât etti. Cenâzesini teneşirde yıkarken
ezân-ı şerîf okunmaya başladı. Cenâze birden doğruldu, ezân bitinceye kadar diz
üstü oturarak hareketsiz bekledi. Sonra tekrar yattı. Cenâzeyi kabre
koyduklarında, suâl melekleri geldiler. Bu sırada onlara Allahü teâlâdan; "O
kulum, ismim anıldığı zaman, ismimi aziz tutarak hürmetle beklerdi. Siz de onu
ziyâret edip aziz tutun." hitâbı geldi.
Deyr-i Eflâtun yâni Eflâtun
Kilisesinde bir kimse vardı. Üzerine râhip elbisesi giyer, kiliseye gelenlere
İslâmiyetin üstünlüğünü anlatır, konuştuğu kimselerin müslüman olmasına vesîle
olmaya çalışırdı. Bu arada Mevlânâ hazretlerinin talebelerine de çok saygılı
davranırdı. Bir gün kendisine; "Senin, Mevlânâ'nın yakınlarına bu kadar hürmetli
olmanın, iltifât göstermenin sebebi nedir?" diye sordular. O da cevap olarak;
"Biz Mevlânâ'nın pekçok kerâmetlerini gördük. İsterseniz size içlerinden birini
anlatayım. Bir gün biz kırk papaz, cümlemiz Mevlânâ'ya bir suâl sormak için
giderken, kendisiyle bir fırının önünde karşılaştık. İçimizden biri; "Kur'ân-ı
kerîmde, Meryem sûresinin yetmiş birinci âyet-i kerîmesinin meâlinde;
"İçinizden, hiçbiri istisnâ edilmemek üzere, mutlaka Cehennem'e varacaktır. Bu,
Rabbinin katında kesinleşmiş bir hükümdür." Buyruluyor. Bu âyet-i kerîmeye göre,
müslüman olsun kâfir olsun, herkesin Cehennem'den geçeceği bildiriliyor. Mâdem
ki herkes Cehennem'e girecek, o zaman İslâmiyetin üstünlüğü nereden belli
olacaktır?" dedi. Mevlânâ; "Evet. Âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, herkes
Cehennem'e uğrayacaktır. Müminler Cehennem'e uğradığında, Cehennem'in ateşi ona
tesir etmiyecektir. Hattâ Cehennem; "Ey mümin, çabuk geç, nûrun ateşimi
söndürüyor." diyecektir. Aynı ateş, Allahü teâlânın emriyle kâfiri yakacaktır.
Ateş, aynı ateştir. İsterseniz deneyelim ve şimdi size bunu göstereyim." dedi.
Bizden, üzerimize giydiğimiz gömlekleri çıkarmamızı istedi. Çıkarıp, kendisine
verdik. O da hırkasını çıkarıp, bizimkilerin içine sardı. Öylece fırının içine
attı. Biraz sonra fırının kapağını açıp, elini alevlerin içine soktu. Biz
hayretle hâdiseyi tâkib ediyorduk. Sonra içerden hırkayı alıp önümüze koydu.
Hırkada en ufak bir yanık izi yoktu. İçini açtığında, bizim gömleklerimizin
hepsinin yanıp kül olduğunu gözlerimizle gördük. Sonra Mevlânâ bize dönerek; "Ey
râhipler! İşte gördüğünüz gibi, biz ateşe böyle uğrarız. Siz de böyle
uğrarsınız." deyince, hepimiz insâf edip, Kelime-i şehâdeti getirerek müslüman
olduk. Her birimiz de, bun dansonra İslâmiyetin yayılması için çalışacağımıza,
hıristiyanların doğru yola gelmesi için uğraşacağımıza söz verdik. İşte benim
Mevlânâ'nın talebelerine hürmet ve iltifât etmemin sebebi budur."
Mevlânâ Celâleddîn Muhammed
Rûmî hazretlerinin talebelerinden biri, incir getirmişti. Mevlânâ hazretleri
inciri aldı ve; "Hayli güzel incir, fakat kemiği var." buyurdu ve yere bıraktı.
Talebe; "İncirin nasıl kemiği olur?" diye hayret etti ve yavaşça incirleri alıp
gitti. Bir zaman sonra tekrar bir sepet incirle dönüp geldi ve sepeti Mevlânâ
hazretlerinin önüne koydu. Mevlânâ hazretleri bir tane alıp yedi ve; "Bu incirin
kemiği hiç yoktur." buyurdular ve incirleri orada bulunanlara dağıtmasını
emrettiler.
Herkes bu duruma şaşakaldı.
O talebe dışarı çıktığında oradakiler ona gidip inciri nereden topladığını
sordular. O da; "Vallahi bir dostum vardı. Onun bahçesine uğradım. Bahçıvanı
bağda bulamadım. İzni olmaksızın bir sepet toplayıp Mevlânâ hazretlerine
getirdim. Fakat niyetim bahçıvanı gördüğümde topladığım incirlerin bedelini
ödemekti. Mevlânâ hazretleri velîlik nûru ile bunu anladı ve yemedi. İşte
incirin kemiği buydu. Bu defâ doğruca o dostun bağına vardım. Ondan iyi incir
satın alıp bedelini ödedim ve helâllaştım. O da kabûl etti. İşte Mevlânâ
hazretleri bunu kabûl edip iltifâtlarda bulundu.
Moğolların Anadolu umûmî
vâlisi Baycu Noyan, Konya'yı muhâsara etti. Konyalılar gâyet sıkıntılı ve
ızdıraplı günler yaşadı. Muhasaranın kaldırılması için Mevlânâ hazretlerinin
huzûruna çıkıp; "Efendim! Bize merhamet ediniz. Baycu Noyan, bildiğiniz gibi
Konya'yı muhasara etti. Çoluk-çocuğumuzla gâyet sıkıntıya düştük. Korku içinde
yaşıyoruz. Şâyet bize yardım etmezseniz, sonumuz felâket olur. Çünkü Baycu Noyan,
hangi şehri fethettiyse halkı kılıçtan geçirip, mallarını yağmaladı. Bu işe bir
tedbir istirhâm ediyoruz." dediler. Mevlânâ;
"Siz, Allahü teâlâya
tevekkül edin. Doğru bir îtikâd ile cenâb-ı Hakk'ın evliyâsını vesîle ederek duâ
edin. İnşâallah sıkıntınız def olur." buyurdu. Sonra şehirden dışarı çıkıp
meydanın ortasında durdu. Kıbleye dönerek namaz kılmaya başladı. Etrafta
binlerce Moğol askeri vardı. Baycu Noyan'a kocaman bir çadır kurmuşlardı.
Askerler hemen komutanlarına koşup;
"Şehirden yaşlı bir kimse
çıktı. Mâvi kaftanlı, sarıklı, heybetli bir kimse... Meydanda namaz kılmaya
başladı. Ne bir korku, ne bir heyecânı var. Askerlerden hiçbiri yanına
yaklaşmaya cesâret edemiyor...." dediler. Baycu Noyan, askerlerine; "Ok
yağmuruna tutarak derhal öldürün!" dedi. Bu emir üzerine, okçular ellerini
sadaklarına atmak için davrandıklarında, herbirinin kolları yerinden kalkmaz
hâle geldi. Hiçbirisi ok atamıyordu. Bu durumu gören Baycu Noyan, süvârilere;
"Atlara binip kılıçla üzerine saldırın!" emrini verdi. Süvâriler hemen ata binip
sürmek istediler, fakat atların ayakları toprağa battı. Atlar, üzerindeki askeri
götüremez hâle geldi. Bunu da hayretle gören Baycu Noyan'ın canı sıkıldı.
Kendisi okunu çekip yayını gerdi. Nişan alarak Mevlânâ'ya fırlattı. Attığı üç ok
da hedefe değil, Baycu'nun önüne düştü. Bu hâli de gören vâli Noyan, iyice
öfkelenip atını getirmelerini emretti. Ata bindiyse de, atı bir türlü hareket
ettiremedi. Hiddeti ziyâdeleşen Baycu, attan inip yaya olarak hücûm etmek
istedi. Fakat ayakları tutulup yüzüstü yere düştü. Yüzü yaralanan Baycu, ne
yapacağını şaşırdı. Olanları şehirden tâkib eden halk, hayretten hayrete
düştüler, hep bir ağızdan tekbîr getirdiler. Nihâyet Baycu Noyan hiçbir şey
yapmaya kâdir olamayacağını ve Mevlânâ karşısında âcizliğini anlayınca;
"Bu kimse, şimdiye kadar
karşılaştığım insanların hiçbirine benzemiyor. Bunun, Allahü teâlânın himâyesi
altında olan kimselerden olduğu anlaşılıyor. Bu kadar askerî gücümle, değil
kendisiyle mücâdele etmek, üzerine doğru bir adım bile atamadık. Dolayısıyle
bununla iyi geçinmekte, anlaşma yapmakta fayda vardır." diyerek, askerini
toplayıp muhâsaradan vaz geçti.
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yedi yaşında iken, mektepten
gelince babasının ağladığını görüp, sebebini sordu: "Zekât olarak dayın Sırrî-yi
Sekâtî'ye birkaç gümüş göndermiştim, almamış. Kıymetli ömrümü, Allah
adamlarının, beğenip almadığı gümüşler için geçirmiş olduğuma ağlıyorum." dedi.
Cüneyd-i Bağdâdî; "Babacığım, parayı ver ben götüreyim." deyip dayısının evine
gitti. Kapıyı çaldı. Dayısı, kim olduğunu sorunca; "Ben Cüneyd'im dayıcığım.
Kapıyı aç ve babamın zekâtı olan bu gümüşleri al!" dedi. Dayısı; "Almam!"
deyince, Cüneyd-i Bağdâdî; "Adl edip babama emreden ve ihsân edip, seni serbest
bırakan Allahü teâlâ için al!" dedi. Dayısı; "Allahü teâlâ babana ne emretti ve
bana ne ihsân etti?" dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Babamı zengin yapıp, zekât
vermesini emretmekle adâlet eyledi. Seni de fakir yapıp, zekâtı kabûl etmek ve
etmemek arasında serbest bırakmakla ihsân eyledi." dedi. Bu söz Sırrî-yi
Sekatî'nin çok hoşuna gidip; "Oğlum! Gümüşleri kabûl etmeden önce seni kabûl
ettim." dedi ve kapıyı açıp parayı aldı.
Evliyânın büyüklerinden
Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün pazara çıktı. Tâze hurmaları
gördü. Almak istedi, fakat parası yoktu. Hurma satıcısına; "Bana, parasını yarın
vermek üzere bir dirhemlik hurma ver." dedi. Hurmacı da "Veresiye hurma
satmıyorum." cevâbını verdi. Biraz sonra satıcı, bu kimsenin, Dâvûd-i Tâî
hazretleri olduğunu öğrendi. Çok üzüldü. Hemen Dâvûd-i Tâî'nin bulunduğu yeri
öğrenip, yanına geldi. İçinde yüz dirhem olan bir kese uzatarak; "Kusurumu
bağışlayınız. Biraz önce ben sizi tanıyamadım. Bir dirhemlik hurma istediniz,
vermemiştim. Şimdi ise size, yüz dirhem hediye ediyorum, ihtiyâcınıza
harcarsınız, lütfen kabûl buyurunuz." deyince, Dâvûd-i Tâî hazretleri; "Benim
bunlara ihtiyâcım yoktur. Nefsimin istekleri yerine gelecek mi diye tecrübe için
yapmıştım. Elhamdülillah, nefsimin isteği yerine gelmedi ve bu dünyâda bir
dirhemlik bile îtibârının olmadığını gördü." buyurdu. Dâvûd-i Tâî hazretleri bir
kabrin yanından geçiyordu. Bir ses işitti: "Ben zekât vermedim mi? Namaz
kılmadım mı? Oruç tutmadım mı? Falan falan hayırlı işleri yapmadım mı?" diyordu.
Bir ses ona cevap verip; "Evet yaptın ey Allahü teâlânın düşmanı! Fakat yalnız
kalınca, Allahü teâlâya karşı geldin. Allahü teâlânın seni gördüğünü düşünüp
O'ndan korkmadın." diyordu.
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Demirtaş Muhammedî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri Sultan
Kayıtbay'ın yanında çalışıyordu. Onun adamlarından idi. Bir defâsında Sultan
Kayıtbay, içinde dinârlar (paralar) bulunan bir keseyi Demirtaş'a verdi ve bu
keseyi o zamânın evliyâsından olan Ahmed bin Akabe el-Hadramî hazretlerine
götürüp vermesini söyledi. O da keseyi alıp o zâtın yanına geldi. O zât parayı
kabûl etmek istemeyince, keseyi kabûl etmesi için üsteledi. Hattâ bıktırıncaya
ve usandırıncaya kadar ısrâr etti. O da nihâyet keseyi eline aldı ve sıktı.
Bunun üzerine, kesenin alt kısmından kan sızmaya başladı. Demirtaş Muhammedî'nin
hayret dolu bakışları arasında, Ahmed bin Akabe el-Hadramî keseyi sıktıkca,
altından kan sızıyordu. Sonra Demirtaş'a hitâben; "İşte sizin altınınız!"
buyurdu. Demirtaş, bu dehşet verici hâl karşısında dona kaldı. O büyük velînin
açık bir kerâmetini görünce, tuhaf oldu. Âdetâ aklı başından gitmişti. Getirdiği
paranın uygun olmayan bir yoldan kazanılmış olabileceğini düşünerek tövbe etti.
Artık dünyâ işleriyle uğraşmamaya karar verdi. Sonra Sultan Kayıtbay'ın yanına
döndü ve sultandan, kendisini serbest bırakmasını isteyip, istifâ ettiğini
bildirdi ve bu isteğinde çok ısrâr etti. Bunun üzerine Sultan, kendisini serbest
bıraktı ve dilediği yere gidip, dilediği işle meşgûl olabileceğini bildirdi.
Sultanın yanından
ayrıldıktan sonra, tekrar Ahmed bin Akabe el-Hadramî'nin yanına dönen Demirtaş
Muhammedî, artık o zâtın talebesi oldu ve o vefât edinceye kadar sohbet ve
hizmetinden ayrılmadı. Ahmed bin Akabe'nin vefâtından sonra, tekrar böyle bir
zât bulmak ve ona teslim olup, feyz ve bereketlerinden istifâde edebilmek için
seyâhate çıktı. Halvetiyye yolunun büyüklerinden olan Dede Ömer Rûşenî
hazretlerinin yanına varıp, onun talebeleri arasına girdi. O büyük zâtın sohbet
ve hizmetinde bulunmakla ve çok gayret etmekle, üstün derecelere, yüksek
mertebelere ve kıymetli hâllere kavuştu. Dede Ömer Rûşenî'nin yanında, zâhirî ve
bâtınî ilimleri tahsîl edip, kemâlâta ve yüksek olgunluklara kavuştuktan sonra,
talebelere ders okutmaya, insanlara, iki cihan saâdetine kavuşmaları için lâzım
olan bilgileri anlatmaya başladı. |
|