KISSADAN
HİSSE (B)
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
şöyle anlatmıştır: "Hak yolda ilerleyip, günahlardan arınmağa ve olgunlaşmağa
çalıştığım günlerde, bir gün yolum bir kumarhâneye uğradı. İnsanların kumar
oynadıklarını gördüm. Bunlardan iki kişi kumara öylesine dalmışlardı ki, hiçbir
şeyin farkında değildiler. Böylece bir müddet devâm ettiler. Nihâyet birisi
kaybettikçe kaybetti. Neyi varsa ortaya koydu, onları da kaybetti. Dünyâlık neyi
varsa hepsi bitti. Buna rağmen, kumar oynadığı kimseye şöyle diyordu: "Bu kadar
kaybıma rağmen, bu oyunda başımı dahî versem oyundan vazgeçmem." Kumarbazın,
kumar oynayıp bu kadar zarar ve ziyân görmesine rağmen, o oyuna olan hırsı bana
ibret oldu. Hak yolunda yürüyüp daha da olgunlaşabilmek için, bende öyle bir
gayret hâsıl oldu ki, o günden îtibâren Hak yolunda talebim her gün biraz daha
arttı."
Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin talebelerinden Şeyh Ömer Taşkendî şöyle anlatmıştır: "Benim,
Behâeddîn Buhârî'ye muhabbetim ve talebe olmam şöyledir: Önce Taşkend'de
talebelerinden bir kısmını tanımıştım. Onlar ile sohbet eder, hizmetlerinde
bulunurdum. Sohbet sırasında bana, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin fazîletini,
hâllerini anlatırlardı. Böylece görmediğim hâlde ona karşı içimde bir muhabbet
hâsıl oldu. Bir gün Taşkend'deki talebelerinden birinin evine gittim. Hocasını
hatırlıyor ve ona râbıta ediyordu. Bir müddet oturduktan sonra yemek getirdi. O
anda Behâeddîn Buhârî hazretleri gözüme göründü ve kulağıma; "Senin Horasan'a
gitmen gerekir." diye söyledi. Yemekten sonra Horasan'a gitmek üzere yola
çıktım. Horasan'a, oradan da Beheâddîn Buhârî'nin yakın talebelerinden Mevlânâ
Celâleddîn'in bulunduğu yere gittim. Evine varıp kapıda durdum, kendisi
tarafından çağrılmamı bekledim. Bir saat sonra evinden bir cemâat çıktı. Beni
çağırıp huzûruna kabûl ettiler ve; "Sen geldiğin sırada, gelişinden haberim var
idi. Fakat seninle başbaşa görüşmek istedim. Onun için beklettim." dedi. Bundan
sonra hâlimi ona anlattım ve çok ağladım, yardımcı olmasını istedim. Yemîn
ederek dedi ki: "Behâeddîn Buhârî sana kâfidir, teveccühüne kavuşursun." Sonra
onun fazîletinden, menkıbelerinden bahsedip, huzûruna kavuşmak için hemen yola
çıkmamı söyledi.
Yolculukta başıma bâzı
hâdiselerin geleceğini de işâret etti. Derhâl Nesef tarafına doğru yola çıktım.
Oradan da Horasan'a hareket etmek üzere bir gemiye bindim. Gemi bir müddet yol
aldıktan sonra sabah namazının vakti girdi. Gemide bir ezân okudum. Hiç bir
yolcu namaza kalkmadı. Bu duruma üzülüp, onlara nasîhat ettim. Fakat bana
kızdılar. Bu durum karşısında bende öyle bir hâl oldu ki, kendimi suya atmak
istedim. Ayaklarımı suya uzatıp gemiden ayrıldım, fakat batmadım. Öyle bir hâl
oldu ki, suyun üzerinde yürümeye başladım. Gemidekiler bu hâlimi görünce
ağlamaya başladılar. "Biz yanlış bir iş yaptık, yaptığımıza tövbe ettik. Gemiye
gel, sen ne dersen onu yapacağız." dediler. Bunun üzerine tekrar bindim. Sabah
namazını, gemideki yolcular ile cemâat olup kıldık. Bir müddet yolculuktan sonra
Âmûre kalesine vardık. Orada da acâib hâdiseler oldu. Behâeddîn Buhârî
hazretlerine ilticâ edip, sığındım. Şîrmüşter denilen bir dergâha vardım. Yola
devâm ederken bir kervana rastladım. Bana;
"Bu çöle dalma, çok büyük
bir çöldür, yolunu şaşırırsın. Burada dur, şâyet yola devâm edecek olursan sağ
tarafa yönel, sol tarafdan gidersen sonunu bulamazsın ve helâk olursun."
dediler. Kervan geçip gittikten sonra, kendi kendime; "Ben, Behâeddîn Buharî
hazretlerinin huzûruna gitmek üzere yola çıkmış bulunuyorum. Ona tâbi olup, hak
yola gireceğim için bana tehlike gelmez." dedim. Çöle dalıp yürümeye başladım.
Bir müddet yürüdükten sonra aç olduğumu hatırladım. Kendi kendime bâzı nefis
yemekleri düşünerek; "Âh o yiyecekler olsa da yesem!" dedim. Ben böyle
düşünürken, o anda önüme birdenbire bir sofra geldi, üzerinde aklımdan geçen
yemekler vardı. Bu durum karşısında hâlim değişti. Ağlamaya başladım. "Ey
Allah'ım, senin rızânı arayan kimseye her ne lâzım olursa ihsân ediyorsun. Ben
de senin rızândan başka bir şey aslâ taleb etmeyeceğim." dedim. O yemekleri
yiyip, çölde yola devâm ettim. Yolda karşıma bir ceylan sürüsü çıktı. Beni
görünce sağa sola kaçışmaya başladılar. "Eğer bu yoldaki arzum ve isteğimde
samîmî isem, ceylanlar benden kaçmazlar" dedim. Böyle der demez, ceylanlar
yanıma toplanıp bana yüzlerini sürmeye başladılar. Bu durum karşısında da hâlim
değişti ve çok ağladım. Behâeddîn Buhârî hazretlerine karşı muhabbetim o kadar
arttı ki, huzûruna bir an evvel kavuşmak için can atıyordum. Ehan denilen yere
vardığımda, yine Behâeddîn Buhârî hazretlerinin bereketi ile acâib hâllere
kavuştum. Oradan Serahs'a vardım. Kendi kendime;
"Her yerde Allahü teâlânın
dostları, sevgili kulları bulunur. Bu civarda da vardır. Onlardan müsâade
almadıkça bu şehre girmeyeyim." dedim. Böyle düşünürken, karşıma dîvâne hâlde
bir kimse çıktı. Halk onu görünce; "Divâne Dâvûd geliyor." dediler. Benim yanıma
yaklaşınca, onu karşılayıp, selâmün aleyküm diyerek selâm verdim. "Ve
aleykesselâm." deyip selâmımı aldı. "Hoş geldin Türkistanlı derviş!" dedi. Beni
yanına yaklaştırıp koynundan bir ekmek çıkardı. Ekmeği parçalayıp yarısını bana
verdi, ve;
"Ey derviş, bu ekmeğin
yarısını sana verdiğim gibi, bu mülkün yarısını da sana verdim!" dedi. Bu
hâdiseden sonra Serahs şehrine girdim. Çarşıya girince, bir başka divâne gördüm.
Çocuklar taşa tutuyorlardı. "Bu divânenin adı nedir?" diye sordum."Câvadâr'dır.
Bu beldenin divânelerindendir." dediler. Kendi kendime; "Bundan da izin alayım."
dedim. Bir tarafdan da çocuklar onu taşa tutuyorlardı. Bana bakıp; "Ey
Türkistanlı derviş, söz divâne Dâvûd'un söylediği gibidir!" diyerek ilk
karşılaştığım kimse ile görüşüp kavuştuğumuz şeylere işâret etti. Bundan sonra
bende güzel bir hâl, cem'iyyet hâsıl oldu. Yemek arzu ettim ve;
"Her hâlde bu şehirde
Behâeddîn Buhârî hazretlerinin sevenlerinden bir kimse bulunur ve ilk lokmayı
onun elinden yerim." dedim. Bu sırada yanıma biri gelip; "Ben Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin hizmetçilerindenim. Evime buyur." dedi. Beni evine götürdü. Üç
çeşit yemek getirdi. Sonra bana; "Behâeddîn Buhârî hazretleri Behrâb denilen
yere gitmişler, oradan burayı teşrif edecekler. Burayı teşrif edinceye kadar sen
bizde kalacaksın, senin yerin burasıdır." dedi. Birkaç gün sonra Behâeddîn
Buhârî hazretlerinin orayı teşrif etmek üzere oldukları haberini aldık.
Karşılamak üzere derhâl dışarı çıktık. Behâeddîn Buhârî hazretleri bir merkeb
üzerinde ve etrâfında talebeleri olduğu hâlde teşrif ettiler. Bir mezarlığa
yöneldiler. Ziyâretinde o kadar insan toplanmıştı ki, kalabalıktan yanlarına
yaklaşmak mümkün olmadı. Kendi kendime;
"Çok uzaklardan geldim. Çok
zahmetlere katlandım. Acabâ bana neden hiç iltifât etmediler? Artık ben kendi
başıma kaldım." diye düşündüm. Bu düşünceler hatırımdan geçtiği sırada,
Behâeddîn Buhârî hazretleri merkebden indiler ve yanına yaklaşmamı istediler.
Bana;
"Hoş geldin ey Taşkendli
Derviş Ömer, yanlış anlama, daha sen buraya geldiğin saatte haberdâr oldum.
Şimdi şu gördüğün kalabalık ile bir müddet meşgûlüm." buyurdu. Sonra eve
gittiler ve kalabalık da dağıldı. Beni huzûruna kabûl edip;
"Başından geçen hâdiselerin
hepsini bilmekteyiz. Gemide iken denize inince sana biz yardım ettik. Çölde
önüne sofra bizim tasarrufumuzla geldi. Ceylanların sana yaklaşması ve iki
divâne ile karşılaşman ve vukû bulan diğer hâdiseler hep bizim teveccühümüz ile
oldu." buyurdu. Bu sohbeti sırasında bana öyle teveccüh ve tasarrufda bulundular
ki, bambaşka bir hâle girip, çok ağladım. "Niçin ağlıyorsun?" diye sordu. Ben
de; "Şimdiye kadar geçen ömrü zâyi etmişim." dedim. "Öyle söyleme; yalnız bundan
evvel bunu bilmiş olsaydım diyebilirsin. Şu andaki müşâheden ve teslimiyetin
ondan daha büyüktür." buyurdu. Sonra; "Şimdi sen, bulunduğun hâli mi, yoksa
geçen hâlini mi istersin?" diye sordu. Ben de; "Bu hâlimi isterim." dedim. "Bu
iş tâbi olmadan olmaz." buyurdu. "Ne işâret buyurursanız, ne emrederseniz yerine
getiririm. dedim. Ben böyle deyince; "Huyunuz mübârek olsun!" buyurdu."
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn
Buhârî hazretlerinin talebelerinden birisi şöyle anlatmıştır: "Bir gün Hâce
hazretlerinin sohbetlerine kavuşma arzusu içime doğdu. O arzu ile Taşkend
vilâyetinden Buhârâ'ya hareket ettim. Hanımım bir mikdâr altın getirip bana
verdi ve; "Bu altınları Hâce hazretlerine ver!" dedi. Niçin gönderiyor diye
merak edip sordum, fakat söylemedi. Hazret-i Hâce'nin sohbeti ile şereflendiğim
zaman, o altınları önüne koydum. Görünce, tebessüm ederek buyurdu ki: "Bu
altınlardan çocuk kokusu geliyor. Ümid ederim ki, cenâb-ı Hak sana bir çocuk
verecektir." Hâce hazretlerinin bereket ve himmetlerinden Hak sübhânehu ve teâlâ
hazretleri bana bir sâlih oğul ihsân etti."
HER KOYUN
KENDİ BACAĞINDAN
Behlül Dânâ
şehirde, dolaşıp ara
sıra,
Nasîhat ediyordu, bir kısım
insanlara.
Ve eğer görür ise, bâzı
yanlış işleri,
Derhal îkâz ederdi, gidip o
kişileri.
Bu durumdan rahatsız olan
bâzı kişi de,
Şikâyet eylediler, onu Hârûn
Reşîd'e.
Dediler ki: "Behlül'e,
söyleyin de ey sultan,
Yaptığımız işlere,
karışmasın her zaman.
Bizim günahımızla, ne derdi
var ki onun,
Hem kendi bacağından,
asılmaz mı her koyun?"
Çağırdı Hârûn Reşîd,
Behlül'ü sarayına,
Halkın şikâyetini, söyledi
aynen ona.
O, terk etti sarayı, hiç bir
cevap vermeden,
Ve bir kaç koyun alıp,
onları kesti hemen.
Her sokağın başına, o kesik
koyunları,
Kendi bacaklarından,
asıverdi onları.
İnsanlar bunu görüp,
dediler: "Ne olacak,
Delinin yapacağı, nihâyet
budur ancak."
Lâkin günler geçtikçe, o
etler kokuyordu,
Bundan bütün mahalle,
rahatsız oluyordu.
Artık durulmaz oldu, bu
kokudan nihâyet,
Halk gidip halîfeye,
eylediler şikâyet.
Dediler: "Ey halîfe,
Behlül'e söyleyiniz,
Astığı koyunlardan, bîzar
olduk hepimiz."
.
Hârûn Reşîd, Behlül'ü
çağırıp sordu hemen,
O ise şöyle dedi, halîfeye
cevâben:
"Kendi bacaklarından, astım
ben her koyunu,
Ne için şikâyete, geldiler
size bunu?
Demek ki bu şekilde, asılsa
da her koyun,
Kokunca, her insana, zararı
varmış onun.
Anlatmak istedim ki, onlara
ben bu halle,
"Bir kötünün şerrini, çeker
bütün mahalle."
Evliyânın meşhûrlarıdan
Bekr bin Ömer Fersânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şâhid olduğu bir hâdiseyi
şöyle anlatmıştır: "Bulunduğumuz yerde garib biri vardı. Bu kimse başını bir
örtüyle devamlı örter, kimseye göstermezdi. Bir gün bu kimse bir yerde uyumuş
başı da açılmıştı. Onu uyur hâlde ve başı açık vaziyette gördüm. Başında saç ve
deri yoktu. Bu hâline çok şaştım. Bu sırada uyandı ve telâşa kapıldı.
Telaşlanmamasını ve başının görülmesinden dolayı endişe etmemesini söyledim.
Sonra bu hâlinin sebebini sorunca şöyle anlattı:
"Ben kabirleri açan ve kefen
soyan biri idim. Bir gün bir tüccarın kızının öldüğünü ve kıymetli kefene
sarıldığını duydum. Gece gizlice gidip kabrini açtım. Tam kefenini alacağım
zaman kabirden bir el çıktı, başımın derisini sıyırıp aldı. Ben dehşet içinde;
"Yâsîn, Yâsîn." dedim ve Allahü teâlâya sığındım. Bu arada; "Ey bedbaht insan!
Allah'tan korkup tövbe edeceğin zaman gelmedi mi?" diyen bir ses işittim.
Kimseyi görmüyordum. Tövbe ettim, dedim. "Eğer gerçek tövbe ettinse zarar
görmezsin." diye bir ses daha işittim. O günden sonra başımın bu hâlini âilemden
ve diğer insanlardan hep gizledim." diye anlattı."
Evliyânın büyüklerinden
fıkıh âlimi Bekrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında
"Hüseyin Paşa, Bahîra vâlisi Ömer bin Îsâ'ya bir işinden dolayı kızdı.
Adamlarını gönderip yanına getirmelerini emretti. Ömer bin Îsâ'yı getirdikleri
vakit öldürecekti. Vâli yolda, Hüseyin Paşanın adamlarından, kendisini önce
Muhammed Bekrî'ye götürmelerini ricâ etti. Hüseyin Paşanın adamları bu isteği
kabûl ettiler. Muhammed Bekrî'nin evine vardıkları zaman, onun husûsî odasında
yalnız başına olduğunu söylediler. Muhammed Bekrî bu sırada kimse ile
görüşmezdi. Bunun üzerine Vâli, Muhammed Bekrî'nin talebelerinden Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî'nin yanına götürülmesini istedi. Hüseyin Paşanın adamları bu isteği de
kabûl ettiler. Oraya varınca, Vâli, Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'den, Hüseyin Paşanın
yanında kendisine şefâatçi olmasını istedi. O da Vâliye:
"Hüseyin Paşa ile hiç
görüşmemiz yoktur. Fakat ben Muhammed Bekrî'ye gidip, senin için Paşanın
huzûrunda şefâatçi olmasını isterim." dedi. Sonra hemen Muhammed Bekrî'nin
huzûruna gitti. Durumu Muhammed Bekrî'ye arzetti. O sâdece;
"Vâliye dayısını tavsiye
ederim." buyurdu. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî onun bu sözünün mânâsını anlayamadı.
Vâli Ömer bin Îsâ'nın annesi, oğlunun bu hâlde götürüldüğünü öğrenince, Hüseyin
Paşanın hanımlarının yanına gitti. Oğlunun durumunu onlara anlattı. Vâlinin
annesinin bu husus için geldiği haberi Hüseyin Paşaya ulaşınca, hazırlanıp
makâmına gitti. Vâlinin annesi onunla görüştürüldü ve oğlunun durumu hakkında
Hüseyin Paşa ile konuşmaya başladı. Hüseyin Paşa, Vâlinin annesine nereli
olduğunu sordu. O da, memleketini ve âilesinin kimlerden olduğunu açıkladı.
Hüseyin Paşa, kadına:
"Senin hiç kardeşin var mı?"
diye sordu. Kadıncağız; "Evet, filan isimli bir kardeşim var." dedi. Bunun
üzerine Hüseyin Paşa, o kadının kendi kardeşi olduğunu anladı ve; "Ben senin
kardeşinim." dedi. Böylece Muhammed Bekrî'nin; "Ona dayısını tavsiye ederim."
sözünün mânâsı anlaşıldı. Hüseyin Paşa, yeğeni olan Îsâ bin Ömer'i derhâl
huzûruna çağırdı. Durumu ona anlattı ve eski vazîfesine onu tekrar tâyin etti.
Vâli huzurdan ayrıldı. Doğruca Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin yanına gitti. Durumu
ona anlattı. O da, bu durumun Muhammed Bekrî'nin bereketiyle olduğunu; gidip ona
teşekkür etmesini söyledi. Vâli derhâl Muhammed Bekrî'nin huzûruna giderek elini
öptü ve hayır duâsını aldı."
Anadolu evliyâsından
Beyzâde Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sene hacca gitmeye karar
verdi. Arkadaşları ile anlaşıp, para biriktirmeye başladı. Hanımı o sene hâmile
idi. Bir gün hanımı yatakta yatarken dışarıdan et kokusu gelir. Canı bu etten
yemek ister ve Beyzâde Efendiye; "Efendi! Şu kızarmış et kimlerde pişiyorsa git
benim hatırım için bir parça isteyiver. Canım çekti." deyince, Beyzâde Efendi;
"Heey hâtun hey!.. Bu kadar
zenginliğimiz boşunaymış meğer. İstediğin et olsun, kebâb olsun. Hemen çarşıya
gidip, en âlâsından sana kebap getiririm." cevâbını verdi. Hanımının ısrarla bu
kızaran etten istemesi üzerine, Beyzâde Efendi üzgün bir şekilde dışarı çıktı.
Bu kokunun fakir bir komşularının evinden geldiğini anladı. Utanarak kapıyı
çaldı ve ayak üstü mevzuyu söyledi. Kapıyı açan kadıncağız; "Olmaz efendim!
Pişirdiğim et size lâyık değildir." dedi. Beyzâde Efendinin ısrârı üzerine kadın
gerçeği söylemek mecbûriyetinde kaldı ve;
"Efendim! Üç günden beri
çoluk-çocuk açız. Çocukların ağlamalarına fazla dayanamadığım için, sokakta bir
köpek yakalayıp kestim. İşte kızaran et budur. Çocuklarımın seslerinin kesilmesi
için kızartıyorum. Onları oyalıyorum." dedi. Bu durum karşısında gözleri yaşaran
Beyzâde Efendi, hemen evine dönerek hac için ayırdığı paranın büyük kısmını
kadına verdi. Geri kalanını çevresindeki fakirlere dağıttı ve hacca gitmekten
vaz geçti.
Arkadaşları ile
kararlaştırdıkları gün gelince, Beyzâde Efendi arkadaşlarına hacca
gidemeyeceğini söyledi. Sebebini öğrenmek istedilerse de, Beyzâde Efendi
söylemedi. Bunun üzerine arkadaşları yola koyuldu. Uzun ve zahmetli bir
yolculuktan sonra Mekke'ye varan arkadaşları hayret içinde kaldılar. Çünkü
Beyzâde Efendi kendilerinden önce gelmişti. Bâzıları; "Eğer bizden sonra yola
çıkmış olsaydı, mutlaka bizi gelip geçerdi. Biz de onu görürdük. Ama böyle bir
şey olmadı." dediler. Kâbe'nin tavâfı esnâsında, namaz kılarken, Arafat'a
çıkarken hep en ön saflarda Beyzâde Efendiyi gördüler. Harput'a döndüklerinde
Beyzâde Efendiye bu durumun hikmetini sordular. O da; "Hayır ve hasenât
yüzünden. Siz Kâbe'ye yürümekle mi varıldığını sanırsınız?" dedikten sonra,
olanların hepsini anlattı. Bundan sonra Harput'ta fakirler hiç bir zaman muhtaç
duruma düşmedi. Zenginler fakir aramak için yarıştılar.
Peygamber efendimizin
arkadaşlarının yetiştirdiği âlim ve velîlerden Bilâl bin Sa'd (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin bir oğlu gazâda şehîd oldu. Bir kimse gelip; "Vefât
eden oğlunuzda 20 dînâr alacağım vardı." dedi. Gelen kimseye; "Buna dâir bir
şâhidiniz veya elinizde bir yazınız var mı?" diye sordu. O kimse; "Yok." dedi.
"Peki bunun için yemin eder misiniz?" buyurdu. O kimse; "Yemin ederim." deyince,
yemin etmesini istemeden 20 dînârı verdi ve; "Eğer doğru söylüyorsan oğlumun
borcunu ödemiş olurum; yalan söylüyorsan sadakam olur." buyurdu.
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin bir gün eşyâsını çaldılar.
Ağlamaya başladı. "Mal için ağlanır mı?" denilince; "Mal için değil, hırsızın
günah işlediğini, kıyâmet gününde bunun azâbını çekeceğini düşünüp ağlıyorum."
dedi.
Büyüklerden bir zât anlatır:
Bişr-i Hâfî'nin yanında idim. Hava çok soğuk idi. Gâyet ince giymiş, titriyordu.
Yâ Ebâ Nasr bu havada çok kalın giyerler, siz giydiklerinizi çıkardınız dedim.
"Fakirleri hatırladım. Malım, param yok ki onlara yardım edeyim. İstedim ki, ben
de onlar gibi olup, sıkıntılarını çekeyim." dedi.
Âlimleri seven ve iyi bir
kişi olan Cünd vâlisi bir gün âlim ve velîlerden Câfer bin Abdürrahîm Kilâî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine haber gönderip insanlara ilim ve
irfânıyla, fetvâlarıyla yol göstermesini ricâ etti. Câfer Kilâî bunun üzerine
vâliye bâzı şartlar ileri sürdü. Kendisine hâkimlik teklif etmemesini ve evine
dâvet etmemesini bildirdi. Vâli bunları kabûl edince Câfer Kilâî Cünd'e gelip
yerleşti ve insanlara ilim öğretmeye başladı.
Bir zaman sonra Süleyhî
adında biri şehre vâli tâyin edildi. Süleyhî şehre gelince burada en büyük
âlimin kim olduğunu sordu. Ona; "Burada en büyük âlim Ebû Abdullah Câfer'dir."
dediler ve herkesin ona mürâcaat ettiğini bildirdiler. Vâli, Câfer Kilâî'yi
çağırtıp; "Bu şehrin kâdısı, hâkimi sen olacaksın." dedi. Ebû Abdullah Câfer;
"Ben bu vazîfeye lâyık değilim ve o vazîfe de bana uygun bir iş değildir."
diyerek kabûl etmedi. Teklifini kabûl etmemesi, vâli Süleyhî'yi kızdırdı. Ebû
Abdullah Câfer de oradan ayrılıp köyünün yolunu tuttu. Çok geçmeden Süleyhî, Ebû
Abdullah Câfer'in nereye gittiğini öğrenip adamlarıyla peşine düştü. Yolda
yetişip ona hücum ettiler, kılıçlarıyla vurdular. Allahü teâlânın hikmeti
kılıçları kesmedi. Lâkin onlar bunun farkına varmadılar. Ebû Abdullah Câfer bu
darbelerden bayıldı. Süleyhî ve adamları öldü zannedip geri döndüler. Oradan
geçmekte olan birisi Ebû Abdullah Câfer hazretlerini tanıyıp köyüne götürdü.
Başına gelenden sordular. O da başından geçenleri anlattı ve; "O sırada Yâsîn-i
şerîf sûresini okuyordum. Vurdukları kılıçlar hiç bir yerimi kesmedi." buyurdu.
Daha sonra durumunu Süleyhî'ye haber verdiler. Süleyhî yaptıklarından pişman
olup af diledi ve Ebû Abdullah Câfer hazretlerine hürmet etmeye başladı. |