|
KISSADAN
HİSSE (A - 3)
Evliyânın büyüklerinden
Ali Müttekî el-Hindî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtından on
iki veya on dört sene sonra, kardeşinin oğlu Ahmed vefât etmişti. Onu, Ali
Müttekî hazretlerinin yanına defnetmek istediler. Bu sebeple Ali Müttekî
hazretlerinin kabrini açtıkları zaman, mübârek vücûdu çürümemiş, kefeniyle
tertemiz duruyor gördüler. Hâlbuki, Mekke toprağı ölüyü üç-dört ay içerisinde
çürütürdü.
Meşhûr velîlerden Ali
Müzeyyen (rahmetullahi teâlâ aleyh) başından geçen bir hâdiseyi şöyle
anlatmıştır: "Tebük Çölünde idim. Su almak için bir kuyunun başına gittim.
Kuyunun başında iken ayağım kayıp birdenbire kuyuya düştüm. Kuyunun içinde geniş
bir yer gördüm. Orada bir yeri düzeltip oturdum. Kendi kendime dedim ki: "Eğer
Allah indinde makbûl bir kul isem, bende bir şey varsa, burada, ölüp kalmam.
Suyun bozulup, insanlar için faydasız hâle gelmesine sebeb olmam. Böyle dedikten
sonra heyecânım gitti, sâkinleştim, kalbim rahatladı. Bu halde otururken
birdenbire bir hışırtı işittim. Merak edip etrafıma bakınırken kocaman bir
yılanın yukardan aşağıya doğru kuyuya indiğini gördüm. Hâlime bakıp, kendimi
kontrol ettim sâkindim, telâşım yoktu. Yılan kuyuya indi, etrafımda dolaşmaya
başladı. Ben son derece sâkindim. Hiç ürpermiyor, rahatsız olmuyordum. Yılan
etrâfımda dolaştıktan sonra kuyruğunu sıkıca vücûduma sardı. Sonra beni çekerek
kuyudan çıkardı. Dışarı çıkınca vücûduma doladığı kuyruğunu çözüp beni bıraktı
ve gözden kayboldu. Nereye gittiğini göremedim. Sanki yer yarıldı yere girdi
veya gökyüzüne uçup kayboldu!"
Ali Müzeyyen hazretleri
şöyle anlatmıştır: "Mekke'de idim. İçime bir yolculuğa çıkmak arzusu düştü. Yola
çıktım. Birr-i Meymun denilen yere vardığımda, ölmek üzere olan birini gördüm.
Yaklaşıp; "Lâ ilâhe illallah de!" dedim. Gözünü açıp şu beyti okudu:
Bulursa cân azığı gönlüm
muhabbet gibi doludur.
Âşıkların ölümü muhabbet
borcunun üzerine olur.
Sonra vefât etti. Lâzım olan
hazırlıkları yapıp namazını kıldırıp defnettim. Bu hâdiseden sonra içimden
yolculuk arzusu çıktı; Mekke'ye geri döndüm."
Anadolu velîlerinden Ali
Osman Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün Eksel
köyünde (yeni ismi Koçak) oturan Eksel şeyhi olarak bilinen Behrullah Efendinin
saati bozuldu. Talebelerine tâmir edilmesini söyleyince, onlar; "Efendim, karşı
Holay köyünden Ali Osman isminde birisi var ona tâmir ettirelim." dediler.
Talebelerinden biri Ali Osman Efendi ile Erbaa'da karşılaşınca, hocasının
saatinden bahsetti. Ali Osman Efendi de Eksel köyüne gitti. Saati tâmir edip
duvara astı. Behrullah Efendiye; "Tamam çalışıyor efendim." dedi. Behrullah
Efendi saate bakınca çalışan saat durdu. Ali Osman Efendi tekrar yapıp duvara
astı. Behrullah Efendi saate bakınca, saat yine durdu. Ali Efendi hayretler
içinde tekrar yaptı. Yine Behrullah Efendi saate bakınca, saat durdu. O zaman
Ali Osman Efendi kendi kendine; "Bu zât evliyâ bir zâttır. Şu an kalbimin
saatini tâmir edecek kalp ustasının huzûrundayım." dedi ve Behrullah Efendiye
talebe oldu. Arapça, Farsça ve kalp ilimleri de dâhil bütün ilimleri Behrullah
Efendiden öğrendi. Behrullah Efendi vefâtına yakın; "Bende ne varsa Ali Osman
Efendi aldı götürdü. Bende bir şey bırakmadı." buyurdu.
Yine bir gün talebeleri ile
Ladik'e ders vermek için gidiyordu. Talebelerinden birinin kalbine vesvese gelip
hocası için; "Bu da insan biz de insanız." gibi bir düşünce geldi. Yolları bir
ormandan geçiyordu. Bu sırada bir kurt, Ali Osman Efendinin önüne gelip iki ön
ayaklarını havaya kaldırıp, arka iki ayağı üzerine durunca; "Dağ ve taşlardaki
hayvanlar inandı da bâzıları hâlâ anlıyamadı." buyurdu. O talebe düşüncesinden
dolayı hemen tövbe etti.
Dînî vecîbeleri yerine
getirmenin yasak olduğu dönemde Ali Osman Efendi, Gümüşçakır köyünde sohbet
ederken jandarmalar köyü bastı. Ali Osman Efendi tutuklanarak önce Vezirköprü
daha sonra da Samsun cezâevine gönderildi. Ali Osman Efendi Samsun'da bir
hücreye kondu. Hücrede namaz kıldığını gördüklerinde, kılmaması için su
vermediler. Bir süre sonra su olmamasına rağmen, yine onu namaz kılarken
gördüler. Mahkeme esnâsında savcı, Ali Osman Efendiye akla gelmedik hakâretlerde
bulundu. Duruşmada Ali Efendi sâdece; "Savcı bey biz insanlara namaz kılın,
âhirete hazırlanın dedik. Söylediklerimizin hepsi bu kadar." dedi. Ertesi gün
savcı kalp krizinden öldü. Bir süre sonra mahkeme, Ali Osman Efendiyi serbest
bıraktı.
Ali Osman Efendi,
Erbaa zelzelesi olmadan önce atına binip, Erbaa'dan ayrıldı. O sırada herkesin
Deli Mehmed diye bildiği bir meczub arkasından; "Tutun, yakalayın! Erbaa
zelzelesini mühürledi gidiyor!" diye bağırdı. Deli diye kimse bu meczûbun
sözlerini dikkate almadı. Bir süre sonra Erbaa'da çok büyük zelzele oldu. Bu
zelzelede Ali Osman Efendinin 14 yaşındaki bir kızı da hayatını kaybetti.
Zelzeleden sonra Erbaa'ya dönen Ali Osman Efendiye kızının vefât ettiği
söylenince;
"Daha büyük belâ gelmemesi
için evladımızı kurban verdik. Halk, Deli Mehmed'in sözlerine deli zannettikleri
için inanmadılar." buyurdu.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin iki oğlu olup, ikisi de maddî ve mânevî ilimlerde söz
sâhibi idiler. Hâce Azîzân, vefâtından sonra bulunduğu yerdeki talebelerle
meşgûl olmayı küçük oğlu İbrâhim'e bıraktı. Büyük oğlu da maddî ve mânevî
ilimlerde çok ileri idi. İnsanlara doğru yolu gösterme vazîfesi, niye büyük
oğluna verilmedi? diye, bunları tanıyanlarda bir düşünce hâsıl oldu. Büyük âlim
Hâce Ali Râmitenî, bu düşünceleri anlayıp buyurdu ki: "Büyük oğlum bizden sonra
fazla yaşamaz. Kısa zamanda bize kavuşur." Gerçekten onun vefâtından on dokuz
gün sonra büyük oğlu da babasına kavuştu.
Ali Râmitenî hazretleri
ömrünün sonlarına doğru kalbine gelen ilâhî bir emirle Buhârâ'dan Harezm'e
göçtü. Harezm'e geldiği zaman sur kapısında konakladı ve o yerin pâdişâhına iki
talebesini gönderdi.
Talebelerine; "Sultâna
gidiniz. Fakir bir dokumacı, şehrinize gelmiştir. Müsâade ederseniz burada
kalacak, izin vermezseniz tekrar geri gidecektir, deyiniz. Şâyet izin verirse,
sultânın elinden mühürlü bir vesîka alınız." buyurdu. Talebeleri gidip sultâna
durumu arz ettiler. Sultan böyle bir isteği ilk defa duyduğu için tuhaf
karşıladı. Fakat gelen talebeleri de kırmayarak mühürlü bir vesîka verdi. Bu
vesîkayı talebeler hocalarına getirdiler. Azîzân hazretleri şehrin kenarında bir
semte yerleşti. Her gün işçilerin toplandığı pazara gidip, içlerinden birkaç
kişiyi alırdı. Onlara günlük yevmiyelerini sorduktan sonra; "Şimdi
abdestlerinizi alıp, ikindi namazına kadar sohbetimize katılınız. İkindiden
sonra da ücretlerinizi alıp evlerinize dönünüz." buyururdu. İşçiler, çalışmadan
oturmak sûretiyle, ibâdetlerini de yaparak hiç işitmedikleri şeyleri
öğreniyorlar, akşama doğru ise ücretlerini almayı ganîmet biliyorlardı. Ali
Râmitenî'nin sohbetine bir defâ katılan kimse, sohbetin lezzetine doyamayıp, bir
daha Azîzân hazretlerinden ayrılamıyordu. Bu durum, bütün şehre yayıldı. Herkes
Ali Râmitenî'nin talebesi olmak, câna can katan sözlerini işitmekle şereflenmek
için kapısına koştular. Her gün evi dolup dolup boşaldı, duâsını almak için
herkes birbiriyle yarıştı. Nihâyet bâzıları, durumu sultâna şöyle anlattılar:
"Şehirde bir hoca türedi, herkes akın akın ona koşuyor. Onun yolunda yürüyor,
bir dediği iki edilmiyor. Bir arzusunu, emirmiş gibi yapmak için yarış
ediyorlar. Bu gidişle şehirdekiler, onu başlarına sultan seçerler de
saltanatınızdan olursunuz. Şimdiden çâresine bakmazsanız, sonu iyi olmaz. Yine
de siz bilirsiniz..." Sultan, Ali Râmitenî'nin şehirden çıkması için bir ferman
yazdırıp adamlarıyla gönderdi. O da gelen adamlara; "Biz, koynumuzda şehre
girebileceğimize ve orada yerleşeceğimize dâir altı imzâlanmış, mühürlenmiş bir
ferman taşıyoruz. Sultan, eğer kendi imzâsını, mührünü ve müsâdelerini inkâr
ediyorsa, biz çıkıp gitmeye râzıyız." cevâbını verdi. Bu cevâbı sultâna
bildirdiler. Sultan, verdiği müsâdeyi geri almak küçüklüğüne düşmedi. Ayrıca Ali
Râmitenî hazretlerini ziyâret edip sohbetine katıldı. Onun sohbetindeki lezzeti,
nasîhatlerindeki inceliği iyi anlıyan sultan, onun en önde gelen talebelerinden
oldu.
On iki imâmın sekizincisi
İmâm-ı Ali Rızâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin babası İmâm-ı
Mûsâ Kâzım'ın üstün talebelerinden biri şöyle anlattı: "Bir gün İmâm-ı Mûsâ
Kâzım; "Mağrib (Fas) tüccarlarından gelen oldu mu?" diye sordu. "Bilmiyoruz."
dedik. O da; "Gelmiştir." buyurdu. Atlara binip gittik. Orada câriye satan bir
Mağribli vardı. Bize yedi câriye gösterdi. İmâm hazretleri hiçbirini kabûl
etmedi. Bir daha bulunduğunu fakat hasta olduğundan göstermediklerini öğrendik.
Hazret-i İmâm bana; "Yarın gel. Ne kadar ücret isterse kabûl edip o câriyeyi
al!" buyurdu. Ertesi gün Mağriblinin yanına vardım. "Dün isteyip de hasta olduğu
için göremediğimiz câriyeyi istiyorum." dedim. Yüksek bir fiat söyleyip; "Daha
aşağı olmaz." dedi. Ben de; "O fiyata kabûl ettim." dedim. Bana; "Bunu kimin
için alıyorsun?" diye sorunca; "Dünkü berâber geldiğimiz zât için." dedim.
Tüccar; "O kimlerdendir?" dedi. "Benî Hâşim'dendir." deyince, Magribli tüccar,
bu câriye hakkında şöyle anlattı: "Ben, bu câriyeyi Magrib'in en uzak
beldesinden aldım. Bir kadın bana; "Bu câriyeyi kimin için aldın?" dedi. Ben de;
"Kendim için aldım." diye söyleyince, o kadın; "Hayır! Bu senin olacak bir
câriye değildir! Bu câriye, yeryüzünün en kıymetli zâtınındır! Bunların bir
çocuğu olur. O büyüyüp yetişince, yeryüzünün en âlimi olacaktır." dedi. Daha
sonra câriyeyi Mûsâ Kâzım'a getirdim. Bu câriyeden İmâm-ı Ali Rızâ dünyâya
geldi.
Mûsâ Kâzım hazretlerinin
annesi Hamîde Hâtun, Peygamber efendimizi rüyâsında gördü. Ona buyurdu ki:
"Yakın zamanda, zamânın insanlarının en üstünü olan bir torunun olacaktır."
Ali Rızâ'nın annesi anlatır;
"Hâmile olduğum zaman hiçbir ağırlık duymazdım. Geceleri uykuda karnımda tesbih,
Sübhânallah ve tehlil, Lâ ilâhe illallah sesleri işitir, korkardım. Uyandığım
zaman hiç ses duymazdım. Oğlum doğduğu zaman ellerini yere koyup, bir söz
söyleyen veya münâcaat eden bir kimse gibi dudaklarını oynattı."
Huzâa kabîlesinden Da'bel
bin Ali ismindeki zât zamânının en meşhûr şâirlerinden ve güzel söz
söyleyenlerindendi. Şâir şöyle anlattı: "Ehl-i beyte muhabbeti anlatan Medâris-i
Âyât isimli kasîdeyi yazıp, İmâm-ı Ali Rızâ'ya arzettim. Çok beğendiler ve;
"Benden izinsiz hiç kimseye okuma!" buyurdular. Ben; "Peki!" deyip ayrıldım.
Halife Me'mûn, bu kasîdeyi yazdığımı duyup beni çağırdı. Hâl hatır sorduktan
sonra, yeni yazdığım kasîdeyi okumamı istedi. Ben özür dileyip hazret-i İmâm'ın
emrini bildirdim. Halîfe, hazret-i İmâm'ı çağırıp, kendisinden izin alınca, ben
de kasîdeyi okudum. Halîfe çok memnun olup bana elli bin akçe hediye etti.
İmâm-ı Ali Rızâ da o kadar ihsânda bulundu. Ben de; "Efendim! Ben giydiğiniz
elbiselerinizden istirhâm ediyorum. Bereketlenmek için yanımda bulundururum.
Öldüğüm zaman kefenim olur." dedim. İhsân edip, giydiklerinden bir gömlek ve çok
güzel bir havlu verip; "İnşâallah bunları saklarsın ve bunlarla belâlardan emin
olursun." buyurdular. Bir zaman Irak'a gidiyordum. Yolda eşkıyâ yolumuzu kesip,
neyimiz varsa hepsini almaya başladılar. Eşyâların alındığına değil de, İmâm
hazretlerinin hediyesi olan gömlek ve havlunun da alınacağından çok korktum. Bir
taraftan da hazret-i İmâm'ın; "Belâlardan emin olursun." sözlerini düşünüyordum.
Bu sırada haydutlardan birinin, benim atıma bindiğini ve benim yazdığım kasîdeyi
okuyup ağladığını gördüm. Haydudun Ehl-i beyte olan muhabbetine hayret ettim ve
dedim ki: "O kasîdeyi kim yazdı?" Eşkıyâ; "Bu kasîdeyi yazan, İmâm-ı Ali
Rızâ'nın şâiri, meşhûr Da'bel bin Ali'dir. Fakat sen onu tanımazsın." deyince; "Da'bel
bin Ali benim!" dedim, inanmadı. Kâfilede bulunanlar tasdik edince, eşkıyâ
kâfileden aldığı bütün malları sâhiplerine iâde etti. Bize de kılavuzluk edip
tehlikeli yerlerden selâmetle geçmemize vesîle oldu. Hazret-i İmâm'ın
hediyelerinin bereketiyle bütün kâfile belâdan kurtulduk."
Edirne evliyâsından Aşçı
Yahyâ Baba (rahmetullahi teâlâ aleyh) sâdece insanları değil, bütün
mahlûkâtı severdi. Her gün yemek dağıtımından sonra artan pilavı Tunca
balıklarına dökerdi. Bir süre sonra oranın anbar memuru; "Her gün pilavlar Tunca
Nehrine dökülüyor. Demek ki fazla geliyor. Verilen pirinç mikdârını azaltın."
diye emir verdi. Kilerci her gün artan pilav kadar az pirinç vermesine rağmen,
her zamanki kadar pilav arttı. Aşçı Yahyâ Baba yine bu pilavı kepçe kepçe Tunca
balıklarına serpti. Onlar yedikçe o doyuyordu. Her gün pirinç azaltılmasına
rağmen sonuç değişmedi. Öyle oldu ki, durum pâdişâha aks etti. Sultan da denemek
istedi. Kararlaştırılan günde bütün misâfirler yemeklerini yediler. Yemek
yiyenler her zamanki misâfirden fazla ve pirinç mikdârından az olmasına rağmen
pilav yetti ve arttı. Yahyâ Baba balıkların nasîbini nehre dökeceği sırada
Sultan Bâyezîd-i Velî'nin; "Yahyâ Baba! Bu yaptığın isrâf değil midir?" demesi
üzerine, binlerce balık başını sudan çıkarıp; "Sultânım! Devletin artığını bize
çok mu görüyorsun?.. Senin devletinin ikrâmı sâdece insanlara mıdır?" dedi. Aşçı
Yahyâ orada secdeye kapanarak rûhunu teslim etti. Onun büyüklüğünü
anlayamayanlar, yaptıklarına çok pişmân oldular. Muhteşem bir cenâze merâsimi
ile külliyesinin kuzey tarafındaki bahçeye defnedildi.
Büyük velîlerinden Atâ
el-Ezrak (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine hanımı, pazardan bâzı
ihtiyaçlarını temin etmesi için iki dirhem verdi. Atâ el-Ezrak pazara varınca,
ağlayan bir köle gördü. Ona niçin ağladığını sordu. Köle; "Efendim bana iki
dirhem vermişti. Onlarla pazardan bâzı ihtiyâçlarını alacaktım. Fakat iki
dirhemi kaybettim. Şimdi ben efendime ne cevap veririm, benim hâlim nasıl olur?"
dedi. Atâ el-Ezrak elinde bulunan iki dirhemi o şahsa verdi. Oradan ayrılarak
mescide gitti. Kendi kendine Allahü teâlâ bu müddet içerisinde bir kapı açar
dedi. Akşam olunca, akşam namazını kıldıktan sonra, tanıdığı bir marangoz
dostunun yanına gitti. Marangoz ona; "Şu talaşlardan al. Belki lâzım olur.
Onunla tandır yakarsınız. Başka size verip gönül alacak bir şeyim yok." dedi.
Atâ el-Ezrak da talaş ile torbasını doldurdu. Evine bırakıp, hanımına görünmeden
yatsı namazını kılmak için mescide gitti. Evdekiler uyuduktan sonra eve gitmeye
niyet etti. Çünkü hanımının verdiği iki dirhem ile evin ihtiyâcını görmemiş, bir
şahsı sevindirmişti. Bu yüzden de evde bir huzûrsuzluk çıkabilir, diye
düşünmüştü. Ev halkının uyuduklarını tahmin ettiği bir zamanda eve gitti.
Hanımının uyumadığını ve ekmek pişirmiş olduğunu gördü. Hanımına unu nereden
bulduğunu sorunca, hanımı; "Senin getirdiğin torbadan aldım. Ne de güzel unmuş,
bir daha hep bundan alın." dedi. Allahü teâlâ, onlara hiç ummadıkları bir
şekilde lütufta bulunmuştu.
Büyük velîlerden ve fıkıh
âlimi Ayn-ül-Kudât Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Halk arasında çok
sevilen, îtibâr edilen bir zât idi. Bu sebepten kendisini çekemeyenler, hased
edenler çıktı. Vezir Ebü'l-Kâsım, bunlardan biriydi. Fakat sultanın sevdiği,
devletin ileri gelenlerinden olan Azîz ise, Ayn-ül-Kudât'a çok hürmet eder,
muhabbetini izhâr ederdi. Bir ara Azîz, bir musîbete uğrayıp, bulunduğu mevkîden
ayrılınca, vezîr Ebü'l-Kâsım, Abdullah Ayn-ül-Kudât imzâsıyla, dînin emir ve
yasaklarına aykırı bir yazı hazırladı. Devrin âlimlerini toplayıp, bu yazıyı
okuttu ve; "Böyle söyleyen bir kimsenin dînimizdeki yeri nedir?" diye sordu.
Âlimler de; "Öldürülmesi lâzımdır." diye cevap verdiler. Böyle bir iftirâya
uğrayan Abdullah Ayn-ül-Kudât, Hemedan'da H.525 senesinde idâm edilerek şehîd
oldu. "Abdullah Ayn-ül-Kudât'ın öldürülme zamânı yaklaşıp, asılmak için
darağacına getirildiğinde, Şuarâ sûresinin son âyetini, meâlen; "Zâlimler
yakında nereye rücû edeceklerini (döneceklerini) bilecekler." okudu."
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Azîz Mahmûd Hüdâyî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
Sultan Ahmed Han'ın hocasıdır.
Sultan Ahmed Han, Peygamber
efendimizin mübârek Kadem-i şerîfinin izi bulunduğu bir taşı Mısır'da Kayıtbay
Türbesinden İstanbul'a getirtmiş ve Eyyûb Câmiine koydurmuştu. Sultanahmed Câmii
tamamlanınca da Nakş-ı Kadem oradan alınarak buraya nakledildi. Nakil işinin
yapıldığı günün gecesinde Sultan Ahmed şöyle bir rüyâ gördü:
Bütün pâdişâhların
toplandığı yüce bir dîvanda Peygamber efendimiz kâdılık yapmaktadır. Kayıtbay
Türbesini ziyârete vesîle olan "Kadem-i şerîf" resmini kendi câmiine nakleden
Sultan Ahmed'den dâvâcıdır. Peygamber efendimiz dâvâcıyı dinledikten sonra,
Kadem-i şerîfin alındığı yere geri verilmesi istikâmetinde karar verir. Suçlu
mevkıinde oturan Ahmed Han, kan ter içerisinde uyanır ve derhal şeyhi Azîz
Mahmûd Hüdâyî hazretlerine giderek rüyâsını anlatır. Hüdâyî hazretleri,
rüyâyı; "Emânetin derhâl yerine gönderilmesi." şeklinde yorumlar ve Kadem-i
şerîf taşı Kayıtbay Türbesine iâde edilir.
Bu hâdise üzerine Sultan
Birinci Ahmed, "Kadem-i Saâdet-i Peygamberî" şeklinde bir sorguç yaptırıp, Cumâ,
bayram ve diğer resmî günlerde bereketlenmek için hilâfet sarığına takmaya
başladı. Ayrıca bir tahta üzerine resmedilen "Kadem-i şerîfin" kenarına da:
N'ola tâcım gibi başımda
götürsem dâim
Kadem-i resmini dâim
Hazret-i Şâh-ı Rusülün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o
kadem sâhibidir
Ahmedâ durma yüzün sür
kademine o gülün.
kıtasını kendi hattıyla yazıp şeyhi
Hüdâyî Efendiye gönderdi. O da bunu dergâhının duvarına astırdı.
Azîz Mahmûd Hüdâyî
hazretleri bir gün Ahmed Hanı ziyârete gitmişti. Pâdişâh; "Efendim! Seyyid
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin, kıyâmet günü talebelerine ve pekçok günahkâr
mümine şefâat edeceği hakkında rivâyetler var. Bu rivâyetlerin doğruluğu
hakkında ne buyurursunuz? diye suâl eyledi. Azîz Mahmûd Hüdâyî hemen cevap
vermedi. Bir müddet murâkabe hâlinde kaldıktan sonra; "Bu söz doğrudur."
buyurdu. Sonra Padişâh; "Efendim! Acabâ zât-ı âlinizin bizlere bir vâdiniz ve
müjdeniz yok mudur?" diye sorunca, Mahmûd Hüdâyî ellerini kaldırarak: "Yâ Rabbî!
Kıyâmete kadar bizim yolumuza katılan, bizi sevenler ve ömründe bir kere
türbemize gelip rûhumuza fâtiha okuyanlar bizimdir. Bize talebe olanlar denizde
boğulmasınlar. Ömürlerinin sonlarında fakîrlik görmesinler. Îmânlarını
kurtararak gitsinler ve öleceklerini bilip haber versinler." diye duâ eyledi.
(Âlimler ve evliyâ bu duânın kabûl olduğunu, bu yola mensup kimselerin hiç
denizde boğulmadıklarını ve pekçok kimsenin de vefât günlerine yakın,
öleceklerini haber verdiklerini bildirdiler.)
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençlik yıllarında yaptığı bâzı
ibâdetlerden zevk alamıyordu. Bu durumu zaman zaman annesine anlatırdı ve
yetişmesinde, terbiye edilmesinde bir kusur bulunup bulunmadığını sorardı ve;
"Anneciğim; beni emzirdiğin zaman, benim yüzümden haramdan bir şey aldın mı?
İçimde beni Rabbimden alıkoyan bir şey hissediyorum. Fakat neden olduğunu
bilmiyorum." derdi. Annesi uzun bir müddet düşündükten sonra; "Evlâdım tek şey
hatırlıyorum. Sen daha küçüktün. Komşulara oturmaya gitmiştim. Kucağımda iken
ağlamaya başladın. Bir türlü susturamadım. Seni susturmak için ocağın üstünde
pişmekte olan tarhanaya komşudan izin almaksızın parmağımı batırıp ağzına
koydum." dedi. Bunun üzerine annesinden, o komşuya gidip helallik dilemesini
istedi. Annesi helallik diledikten sonra yaptığı ibâdetlerden zevk almaya
başladı.
Bir gün Bâyezîd-i Bistâmî
hazretlerine; "Mürşidin, yol göstericin kimdir?" diye sordular. O da; "Bir
kadın." dedi. "Bu nasıl olur?" dediler. Cevâbında şöyle buyurdu: "Bir gün Allahü
teâlânın sevgisi ile, kendimden geçmiş olarak yolda yürüyordum. Bir kadın
gördüm. Elinde bulunan bir çuval unu, taşımam için bana ricâda bulundu. Gücüm
yetmez diye düşündüm. Orada kafes içinde bulunan bir arslana işâret ettim. Kafes
açılıp, arslan geldi. Un çuvalını yükledim. Fakat açıktan kerâmet göstermiş
olduğum için de çok korktum ve mahcûb oldum. Kadının beni tanıyıp tanımadığını
öğrenmek için; "Pazara varınca kimi gördüm diyeceksin?" dedim. Kadın; "Zâlim
Bâyezîd'i gördüm diyeceğim." dedi. Ben hayretle; "Neden?" diye sordum. Kadın
şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâ, bu arslanı yük taşımak için yaratmadığı hâlde,
sen niçin yük yükledin? Bu zulüm değil de nedir? Bunu, insanlar sana kerâmet
sâhibi desinler diye yapmış isen çok fenâ." dedi. Bunun üzerine çok ağlayıp
istigfâr ettim. Bundan sonra benden fevkalâde bir hâl meydana gelse, "Lâ ilâhe
illallah Muhammedün resûlullah, Nûh Neciyullah, İbrâhim Halîlullah, Mûsâ
Kelîmullah, Îsâ Rûhullah" yazısını veya bir nûr görüyorum. Böylece, benden
meydana gelen hâllerin doğru olduklarının, Allahü teâlâ tarafından tasdik
olunduğunu anlıyorum."
Bâyezîd-i Bistâmî
hazretleri; Kabristanda çok dolaşırdı. Bir gece gezerken, gece bekçisi elindeki
sopayla vurdu. Bâyezîd; "Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyil azîm."
dedi. Bekçi birkaç kere daha vurunca sopa kırıldı. Bâyezîd hazretleri eve
dönünce talebelerine sopanın fiatını sordu. O kadar parayı bir keseye koyarak,
bir mikdar da tatlı ile berâber bir talebesiyle, o bekçiye gönderdi. Bir de
mektup yazarak bekçiye vermesini söyledi. Mektup şöyle idi: "Muhterem Bekçi
efendi, belki beni hırsız sanarak dövdün. Kabahat bendedir. Gece kabristanda
gezmeseydim, dövmezdin. Sopanızın kırılmasına da sebeb oldum. Gönderdiğim
parayla kendine bir sopa al! Sopanın kırılma üzüntüsünün kalbinden gitmesi için
de, yolladığım tatlıyı ye! Allahü teâlânın selâmı üzerine olsun." Genç bekçi
mektubu okuyunca, gelip özür dileyerek tövbe etti. Onunla birlikte birkaç bekçi
daha hak yola girdi.
Bir sene hacca gitmek üzere
yola çıktı. Bir devesi vardı. Azığını ve eşyâsını o deveye yüklemişti. Birisi
kendisine; "Bu kadar uzun yol için, bu kadar yük bu deveye fazla gelmez mi?"
dedi. Bâyezîd-i Bistâmî; "Acaba yükü taşıyan deve midir? Dikkat et bakalım,
devenin sırtında yük var mı?" dedi. O kimse dikkatle baktığında gördü ki, yük
devenin sırtından bir karış yukarıda durmaktadır. O kimse hayretini
gizleyemeyip; "Sübhânallah! Ne kadar acâib bir iş." deyince, Bâyezîd-i Bistâmî;
"Hâlimi sizden gizlesem, bana dil uzatıyorsunuz. Hâlimi size açık açık göstersem
hayret ediyorsunuz, tâkat getiremiyorsunuz. Ben size ne yapayım bilemiyorum?"
buyurdu ve yoluna devâm etti. Ziyâretleri esnâsında kendisine, annesinin
hizmetine gitmesi bildirildi. Bistâm'a giden bir kâfile ile hemen yola çıktı.
Bistâm'a geldiği duyulunca bütün halk yollara dökülüp, kendisini karşıladılar.
Seher vakti evlerine geldi. Annesi abdest almış şöyle duâ ediyordu:
"Yâ Rabbî! Benim garib
oğlumu her kötülükten muhâfaza buyur. Büyükleri kendisinden hoşnûd eyle. Oğluma
güzel hâller ve iyilikler ihsân buyur..." Bunun üzerine Sultan-ül-Ârifîn kapıyı
çalıp izin istedi. Annesinin "Kim o?" suâline, Bâyezîd-i Bistâmî; "Senin garîb
oğlun." cevâbını verdi. Annesi koşup kapıyı açtı ve; "Senden ayrılık hasretiyle
ağlaya ağlaya saçlarıma ak düştü, belim büküldü." dedi.
Bâyezîd-i Bistâmî
hazretleri; Bir gece, talebelerinden bir kısmı ile bir yere misâfir oldular. Ev
sâhibi, evin aydınlanması için bir kandil yaktı. Bâyezîd-i Bistâmî yanında
bulunanlara; "Bu kandilde bir gariblik görüyorum. Yanıyor ama ışık vermiyor.
Hikmeti nedir?" diye sordu. Ev sâhibi; "Efendim. Biz bu kandili bir gece yakmak
için komşumuzdan emânet almıştık. Bu akşam ikinci gece yakıyoruz." deyince,
Bâyezîd, kandili söndürdü ve hemen kandili sâhibine götürüp teslim edin. Arzu
ederseniz, bir gece daha yakmak için izin isteyin." buyurdu. Ev sâhibi kandili
alıp komşusuna götürdü. Olanları anlattı ve tekrar izin alıp geri getirdi. Eve
gelince kandili yaktılar ve oda aydınlandı. Bâyezîd-i Bistâmî buyurdu ki: "İşte
şimdi ışığını görüyorum." |
|