KISSADAN
HİSSE (A - 2)
Endülüste'te yetişen büyük
velîlerden Ahmed Necibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) İşbiliye'de bir müddet
kaldıktan sonra, Mısır'a gitmek için yola çıktı. Mısır'da iken büyük bir kıtlık
ve vebâ olmuştu. Ahmed Necibî, yolda giderken açlıktan süt çocuklarının
öldüklerini gördü. "Yâ Rabbî! Bu hâl çok acı." diye niyâzda bulundu. Bunun
üzerine; "Ey kulum! Sana bir zarar verdim mi?" diye bir ses işitti. "Hayır!"
cevabını verince; "Bu hale îtirâz etme. Ölen çocuklar veled-i zinâdır. Halktan
ölenler ise, benim emirlerime uymayıp yasaklarımdan sakınmayanlardır. Bunun için
onları cezâlandırdım. Bu hususta kalbinde bir sıkıntı keder olmasın." dedi ve
ses kayboldu. Bunun üzerine halkın o hâli sebebiyle üzüntüden kurtuldu.
Büyük velîlerden Seyyid
Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden ikisi
birbirlerini çok severlerdi. Aralarındaki bu yakınlık ve duydukları mânevî
hazdan kendilerinden geçerlerdi. Bir gün böyle bir anda, bir tânesi ellerini
kaldırıp; "Yâ Rabbî! Cehennem'den azâd olduğuma dâir bu âciz kuluna bir belge
gönder." deyiverdi. Öbürü; "Hak teâlânın keremi çoktur, fadl ve ihsânı
hududsuzdur." dedi. Böyle konuşurlarken, âniden gökyüzünden beyaz bir kâğıt
indi. Kâğıdı aldılar. İçinde bir yazı göremediler. Seyyid Ahmed'in önüne
geldiler. Hâllerini anlatmayıp, o kâğıdı ona verdiler. Kâğıda bakınca, Allahü
teâlâya secde etti. Secdeden başını kaldırınca; "Allahü teâlâya hamd olsun ki,
eshâbımın Cehennem'den azâd olduğunu, âhiretten önce, dünyâda bana gösterdi."
buyurdu. "Efendim, bu kâğıt beyazdır." dediklerinde; "Kudret eli siyâh ile
yazmaz. Bu, nûr ile yazılmıştır." buyurdu.
Seyyid Ahmed Rıfâî
hazretleri herkese iyilik eder, kimsenin kalbini kırmaz ve kin tutmazdı. Hiçbir
zaman büyüklük taslamazdı. Çok mütevâzi idi. Bir gün yoldan geçen kendini bilmez
bir grup, Ahmed Rıfâî'ye hakâret etmeye başladılar. Uygun olmayan sözler
sarfettiler. Ahmed Rıfâî onların bu hakâretleri karşısında başını açtı, yerlere
yüzünü sürdü, toprağı öptü. Onlara; "Benim hatâlarımı îkaz edip, hatırlatan
büyüklerim, efendilerim! Bu kölenizi bağışlayın." buyurdu. Sonra o kimselerin
ayaklarına kapandı, ellerini öptü ve; "Ne olur, benden râzı olunuz. Sizler çok
yumuşak huylu kimselersiniz. Şüphesiz sizin bu yumuşaklığınız beni bu hâle
getirdi." buyurdu. Bu hâl, o kimseleri âciz bıraktı, ezildiler. Ne yapacaklarını
şaşırdılar. Nihâyet; "Senin gibi sabırlı bir kimse görmedik. Bu kadar hakâret
ettiğimiz hâlde, rengin bile değişmedi, tahammül ettin ve yine tevâzu
gösterdin." dediler. Ahmed Rıfâî hazretleri de; "Bendeki bu hâl, sizin bereket
ve himmetiniz sâyesinde olmuştur efendim." buyurdu.
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Saîd-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Delhi'de uzun
müddet kalıp talebe yetiştirdi. 1857 senesinde İngilizler Hindistan'ı işgâl
ettiler. Ahmed Saîd çoluk-çocuğu ve sevenleri ile birlikte Delhi şehrinden
ayrıldı. Dergâhında talebelerinden Hacı Muhammed'i vekil bıraktı ve Hindistan'da
bulunan talebelerim için yerime halîfe olarak, Allahü teâlânın râzı olduğu bir
kimse olan Hacı Dost Muhammed'i vekil ettim. Onun teveccühlerine, mânevî
nazarlarına yapışılsın ve kıymet verilsin." buyurdu. Dehli'den ayrıldıktan sonra
Safder-i Cenk denilen Makberer-i Mansûr'a gitti. Burada İngilizlere karşı
ayaklanma olduğu sırada, İngiliz subayı Ahmed Saîd'in yanına gelip; "Sen
âsilerdensin. Seni rezîl ve rüsvâ ederek asacağım." dedi. Bu sırada Ahmed
Saîd'in yanında birâderleri ve çocukları da vardı. Ahmed Saîd, İngiliz subayına;
"Sizinle berâber gideceğimi aklınızdan çıkarın." deyip, hizmetçisine arabayı
hazırlamasını söyledi. Hizmetçisi arabayı getirince, yanına zarûrî eşyâlarını
alıp, arabaya bindi. Bu hazırlıklar sırasında Ahmed Saîd hazretlerinin hâlindeki
asâlet ve vakar İngiliz subayının dikkatini çekti. Arabaya bindiği sırada
İngiliz subayına; "Söyleyiniz bizi nereye götürüyorsunuz?" diye sorunca, subayı
bir korku hâli kapladı ve askerlerle birlikte hemen oradan ayrıldı. Bir asker
ile; "Pîr yerinde kalsın." diye haber gönderdi.
Bir beldenin ahâlisi,
Ahmed Satîha (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğünü inkâr
edip, ona karşı çıkardı. O da buna çok üzülürdü. Bu bozuk düşüncelerinin cezâsı
olarak, o beldenin ahâlisi birbirine düştü. Aralarında, öldürme hâdiseleri ve
nihâyet harb meydana geldi. Bu hâl şiddetlendi ve sonunda o belde harâb bir hâle
geldi. Talebesi Abdülvehhâb-ı Şa'rânî, o beldenin bu durumuna çok üzülerek
hocasına arzedip, bu beldeyi îmâr etmesini, (aralarının düzelmesi için duâ
etmesini) istirhâm etti. Ona; "Bunlar münâfık kimselerdir. Birbirlerine
düşmelerinde fayda vardır. Onlar öyle olmazlarsa, hep birlikte müslümanlara
zarar verirler." buyurdu.
Evliyânın meşhûrlarıdan
Ali bin Meymûn Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtından
seneler sonra birkaç âlim kabrini ziyârete gitti. Bunlardan biri yolda kendi
kendine;
"Kerâmetini görmediğimiz bir
kimsenin kabrini ziyârete gidiyoruz." dedi. Kabre yaklaştıklarında, o çevrede
bir avcının, köpeği ile birlikte bir ceylanı yakalamak için kovaladığını
gördüler. Sağa sola kaçan ceylan en sonunda Ali bin Meymûn hazretlerinin kabri
başına gelip durdu ve hiç bir yere gitmedi. Bu hâl ziyâretçileri şaşırttı.
Avcı gelip, ceylanı
yakaladı. Avcıya; "Bu kabrin yanına gelip, sığınan hayvanı bırak. Onu kesip
yemen senin için iyi olmaz. Bu kabirde evliyâ bir zât yatıyor..." dediler.
Avcı bu söze kulak asmadı.
Ceylanı çeke çeke götürdü ve bir kenarda kesip etinden pişirip yedi. Yedikten
sonra karnına bir ağrı girdi. Kıvranmaya başladı. Şiddetli ağrıdan bir türlü
kurtulamadı. Gece vaktine kadar ağrı devam etti ve gece yarısı öldü. Sabahleyin
cenâzesini yıkayanlar vücudunu yırtıcı bir hayvan yemiş gibi parça parça olmuş
gördüler!
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Yahyâ el-Celâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hikmetli sözleri ve güzel
ahlâkıyla insanlara rehber oldu. Oğlu anlatır:
"Babam vefât ettiğinde,
cenâzesini yıkaması için birisini çağırdık. Yıkamak için yanına vardı, fakat
hemen dışarı çıkıp; "Bu vefât etmemiş!" dedi. Biz yanına vardığımızda bir
hareket göremedik. O kimse korkup gitti. Başka birisini çağırdık. O da korkmuş
hâlde çıkıp; "Ben yanına varınca eliyle beni itti." dedi. Sonra yakın
akrabâmızdan sâlih ve hal sâhibi birini çağırdık. O gelince ona hiçbir şey
yapmadı ve rahatça yıkayıp, kefenledi."
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) 63 yaşına gelmişti. O,
çocukluğundan bu âna gelinceye kadar Resûlullah efendimizin sünnet-i seniyyesine
yapışmakta hiç gevşeklik göstermedi. Resûlullah efendimizin âhirete teşrif
buyurduğu andan îtibâren yeryüzünde bulunmayı kendilerine münâsip görmediler. Bu
sebeple dergâhın bahçesine derin bir yer kazdırdı ve içini kerpiçle ördürdü.
Nihayet hazırlıklar tamamlanınca talebelerini dergâhın avlusunda toplayıp;
"Ey gönül dostları, Allahü
teâlânın en sevgili kulu olan Peygamberimiz Muhammed Mustafa hazretleri 63
yaşında bu dünyâdan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım. Artık şu gördüğünüz
çilehâneye çekilecek, ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım..."
buyurdu.
Müridlerinin gözleri yaşlı
olarak; "Ey sultanımız bizim hâlimiz nice olur." sözlerine karşı;
"Sizi Allahü teâlâya emânet
ediyorum." dedikten sonra merdivenle çilehâneye indi.
Ahmed Yesevî hazretleri
mezar misâli olan o yerde, vefât edinceye kadar, devamlı ibâdet, tâat ve Allahü
teâlâyı düşünmekle meşgûl oldu. Talebelerine ilim öğretmeye orada da devâm etti.
Kendisini vefât etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek, bambaşka bir huşû'
bağlılık ve teslimiyetle ibâdetlerini yaptı. Burada evliyâlık yolundaki makam ve
dereceleri kat kat arttı. 63 yaşından sonra ömrünün diğer yarısını orada
ibâdetle geçirdi. 125 veya bir rivâyete göre ise 133 yaşında vefât etti.
Ahmed Yesevî hazretlerinin
önde gelen halîfelerinden Seyyid Mansur Atâ çile kuyusuna ilk defâ indiği zaman
gördüğü manzaradan ciğeri parçalandı. "Hocam bu dar yerde ve sıkıntılı bir
haldedir" diye düşünerek gözyaşlarına boğulduğu sırada perdeler açıldı.
Kalp gözüyle, o daracık
zannettiği yeri bir ucu doğuda, diğer ucu ise batıda gördü. Bu hâl karşısında
kalbinden geçirdiklerinin yersiz olduğunu anlayıp, kendi kendine, "Allahü teâlâ,
evliyâsına sıkıntı çektirmez. Diğer insanların onlarda sıkıntı görmeleri, çok
acı çekiyor zannetmeleri, hakîkatte onlar için bir nîmettir. Bu saâdet
sâhipleri, görünüşte çok acı zannedilen o sıkıntılardan öyle zevk ve tad alırlar
ki, iyiliklerinde o tadı duymazlar. Allahü teâlâ, bu sevgili kulu için, daracık
bir hücreyi çok geniş yapar. Mânevî bakımdan öyle lezzetler, tadlar ihsân eder.
Zâhir olarak, görünürde çektiği sıkıntılar, o lezzetler yanında hiç kalır. Onun
rûhu, zevk ve neş'eden uçmaktadır. Vücûdunu bin parçaya bölseler ne gam..." diye
söylendi.
Ahmed Yesevî hazretleri
yetiştirdiği talebelerin her birini bir memlekete göndermek sûretiyle
İslâmiyetin doğru olarak öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde
gönderdiği talebelerinden bâzıları sonraları Moğolların katliamından kaçıp
kurtulmak sûretiyle Anadolu'ya da geldiler. Bu sûretle onun yolu Anadolu'da
yayılıp tanındı. Anadolu'nun müslüman Türklere yurt olması onun mânevî
işâretleri ile hazırlandı.
Ahmed bin Zeyd
(rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri; Tasavvuf ehli ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi olup, Yemenlidir.
Haramlardan, şüpheli şeylerden sakınması ve üstün ahlâkı ile tanınmıştır.
Yaşayışı çevresindeki insanlara tam bir örnek idi. Bu sebeple çok sevilen, sözü
dinlenilen ve çevresinde kendisine mürâcaat edilen bir âlim idi. Bütün işi ve
maksadı Eshâb-ı kirâmın Peygamber efendimizden naklen bildirdiği îmân ve ibâdet
bilgilerini, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak, insanlara anlatıp öğretmek idi. Din
ile alâkası olmayan iş ve davranışların, bid'atlerin dîne sokulmaması için çok
gayret gösterirdi. Bid'at ehli ile mücâdele eder, insanların inancını
bozmamaları için çok çalışırdı. Bulunduğu bölgede bid'at fırkalarından Zeydîler
çok yaygın ve hâkim idiler. İnsanların Sünnet-i seniyyeye yapışmalarını,
İslâmiyeti doğru olarak öğrenmeleri ve öğrendikleri doğru bilgilere göre amel
etmeleri, bid'atlerden ve bid'at ehlinden sakınmalarını gâyet güzel anlatan bir
kitap yazmıştı. Bu kitabı yazması sebebiyle bid'at ehli ona düşmanlık besledi.
Bid'at ehlinden olan Muhammed bin Ali Mehdevî adında bir vâli kalabalık bir
askerle birlikte, Ahmed bin Zeyd'in bulunduğu yere geldi. Ahmed bin Zeyd'in
evine hücûm etti. Herhangi bir karşılıkta bulunmadıkları hâlde, Ahmed bin Zeyd'i,
oğlu Ebû Bekr'i, çoluk-çocuğunu ve onu sevenlerden bir kısmını şehîd ettiler.
Evinde pekçok mal vardı. Bu mallar halka âit idi. O havâlide herkesin îtimâd
edip güvendiği bir zât olduğu için, halk, mallarını onun yanına emânet olarak
bırakıyorlardı.
Vâli Muhammed bin Ali
Mehdevî, Ahmed bin Zeyd hazretlerini şehid ettikten sonra âkıbeti çok kötü oldu.
Bir gün katıra binmişti. Katır, yolda giderken birdenbire ürküp, vâliyi
üzerinden yere attı. Vâlinin ayaklarından birisi üzengiye takılıp kaldı. Katır,
koştukça koşuyordu. Vâliyi de yerde sürükleyerek götürüyordu. Bir müddet katırı
kimse yakalayamadı. Ancak büyük bir çabadan sonra yakalayabildiler. Ona, katırın
niçin ürküp kaçtığı sorulduğunda, şöyle anlattı: "Âniden Ahmed bin Zeyd'i
gördüm. Katırın karşısına çıkıp, eliyle katıra işâret etti. Bunun üzerine katır
birdenbire süratle kaçmaya başladı ve beni üzerinden düşürdü." dedi. Vâli yaralı
hâlde bir müddet yattı ve sonra öldü.
Bu hâdise Ahmed bin Zeyd
hazretlerinin şehit edilmesinden bir ay kadar sonra vukû buldu. Âlimlerden bir
zât, Ahmed bin Zeyd'i şehîd edildikten sonra rüyâsında bu zâtın elinde bir kâğıt
üzerinde şöyle bir beyit yazılı olduğunu görmüş:
"Günler bizim lehimize
dönünce, onların da aleyhinde olan günler gelecek (cezâlarını görecekler)."
Hemedan'da yetişen Evliyânın
meşhûrlarıdan Ahnef el-Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir halini
şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında çöle çıkıp yalnız başıma kaldım. Ellerimi
açıp, Allahü teâlâya şöyle duâ ettim:
Yâ Rabbî ben zayıfım, sen
her şeye kâdirsin. Senin ziyâfetine (Kâbe'yi ziyârete) gitmek isterim. Böyle duâ
edince gönlüme seni kim dâvet etti? diye suâl geldi. Sonra yâ Rabbî! Kâbe öyle
bir yerdir ki, oradaki sâlih kullarının hürmetine bana da orada bulunma nasîb
olur diye duâ ettim. Bu sırada âniden bir ses duydum. Baktım ki arkamdan biri
bana sesleniyor. Deveye binmiş birisi idi. Bana; "Nereye gidiyorsun?" dedi.
"Mekke'ye." dedim. "Seni kim davet etti?" dedi. "Bilmiyorum." dedim. "Peki böyle
yola çıkmak güç kuvvete bağlıdır." deyince, "Öyledir, fakat ben tufeylî olarak,
beni sevenlerin yanında geldim." dedim. "Ne güzel tufeylîlik ve dost sevgisi!
Haydi yürü sana yol açıldı." dedi. Sonra devesini gösterip;
"Bu devenin hakkından
gelebilir misin?" deyince, "Evet!" dedim. Deveden inip bana teslim etti. Haydi
bin Kâbe'ye doğru yola devâm et." dedi.
İstanbul'un mânevî fâtihi,
büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşemseddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh)
birgün küçük oğlu Hamdi Çelebi ile meşgûl olurken;
"Bu küçük oğlum yetim, zelîl
kalır; yoksa bu zahmeti, mihneti çok dünyâdan göçerdim." deyince, hanımı;
"A efendi! Göçerdim dersin
yine göçmezsin." dedi.
Bunun üzerine Şeyh hemen:
"Göçeyim." deyip, mescide
girdi. Evlâdını topladı. Vasiyetnâmesini yazdı. Helâllaştı, vedâ eyledi. Yâsîn
sûresi okunurken sünnet üzere yatıp rûhunu teslim eyledi. Göynük'teki târihî
Süleymân Paşa Câmiinin bahçesine defn edildi. Daha sonra oğullarının kabri ile
berâber bir türbe içine alındı.
Şeyh Alâeddîn Harezmî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin şöyle naklettiğini, İmâm-ı Yâfiî
bildirdi: "Anadolu sâhillerinden bir yerde idim. Ramazân-ı şerîf bayramı erişti.
Bayram namazı için müslümanların köylerinden birisine vardım. Namazı kıldım,
müminlerle bayramlaştıktan sonra kaldığım yere döndüm. Bir de baktım, kaldığım
evde biri namaz kılıyor. Fakat evin kapısı açılmadığı gibi, evin önündeki kum
üzerinde de bir iz yoktu. Bu zât nereden girdi diye kendi kendime düşündüm.
Kapıyı açıp içeri girdikten sonra o kimse feryâd ederek ağladı. Ben kendi
kendime; "Bayram günüdür, bu zâta ne ikrâm edeyim!.." diye düşünürken, bana
yönelip dedi ki:
"Ey Alâeddîn! Benim için
düşünme. Allahü teâlânın gâib hazînesinde senin bilmediğin hususlar vardır. Eğer
yanında su varsa getir." dedi. Su getirmek üzere kalktım. İbrikle suyu
getirdiğim zaman o zâtın yanındaki tabakta yiyecek bir şeyler gördüm. Bu
kaplarda ekseriyetle bâdem içi vardı. Tabakları önüne ittim. O zât bâdemi önüme
döktü. Ayağa kalkarak bâdem içinden bir mikdarını bana verdi. Ben o bâdemden az
bir kısmını yedim. O ise bir veya iki bâdem yedi. Bana bu yiyeceklerin hazır
oluşu garib geldi. O zât bana; "Bu hâle şaşma. Allahü teâlânın öyle kulları
vardır ki, nerede olursa olsun her ne dilerse bulurlar." dedi. Bu sözler
karşısında merâkım daha da arttı. Kendi kendime; "Bu zât büyük bir kimsedir.
Onunla kardeş olmayı isteyeyim." dedim. Daha bir şey söylemeden;
"Acele etme, inşâallah yine
geleceğim." dedi ve birden kayboldu. Şevval ayının yedinci gecesi tekrar geldi,
benimle kardeşlik akdeyleyip gitti.
Evliyânın büyüklerinden
Seyyid Alevî bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında müslüman
olmayan biri fevkalâde mâli sıkıntıya düşmüştü. Bu sebeple Seyyid Alevî
hazretlerine gelip hâlini arz etti. Seyyid hazretleri ona; "Şu Hindistan
cevizini al!" buyurunca, alıp hürmeten evine götürdü. Özel bir yere koydu. Sonra
her alıp sattığından kâr etti. Netîcede çok mal sâhibi bir zengin oldu. Bu
zengin ticâret için başka yerlere gönderdiği malın üzerine teberrüken Seyyid
Alevî hazretlerinin isimlerini yazmayı âdet edindi. Bir gemide bu kişinin yine
çok malı vardı. Bir kısmının üzerine Seyyid hazretlerinin ismi yazılmış,
diğerlerinin üzerine yazılmamıştı. Bu sırada gemi battı. İçindeki mallardan
Seyyid Alevî hazretlerinin ismi yazılı olanlar dışında hepsi telef oldu. İsmi
yazılı olanlar ise, su üzerinde yüzerek sâhile gitti.
Birgün Seyyid Alevî
hazretlerine birisi geldi. "Fakirim, muhtâcım bana yardım edin." deyip yardım
istedi. Seyyid hazretleri ona;
"Falan tüccara git istediğin
kadar parayı vermesini ricâ et!" dedi. Fakir, tüccara gidip istediğini söyledi
ve kendisini Seyyid hazretlerinin gönderdiğini bildirdi. Tüccar o fakire
istediği parayı vermekten kaçındı. Fakir mahzun olarak geri döndü. Bir zaman
sonra aynı tüccar, işlerini idâre eden bir adamından bir kese altın getirmesini
istedi. Adam, altın dolu keseyi götürüp teslim etti. Tüccar keseyi açtığında
kesedeki altınların bakıra dönmüş değersiz şeyler olduğunu gördü. Çok üzüldü.
Sebebini düşünüp hatâsını anladı ve koşup Seyyid Alevî hazretlerinden özür
diledi.
Seyyid hazretleri bir öğle
namazı vaktinde bir câmi-i şerîfe gitmişti. Câmide büyük bir kalabalık vardı.
Daha sonra kâmet okunup namaza kalkıldı. Herkes imâma uydu. Seyyid hazretleri
ise saftan çıkıp dışarıda yalnız başına namazını kıldı. Halk, namazı bitirince,
Seyyid Alevî hazretlerinin bu davranışından hayrette kalıp, sebebini
birbirlerine sormağa başladılar. İçlerinde şehrin hâkimi ile âlimler ve eşraf da
vardı. Bunlar seyyid hazretlerinin namazı yalnız kılmasının sebebini sorunca,
onlara tebessümle;
"Namazda, sütü çok olan
ineğin arkasına düşmüş bir imâma uymak istemediğimden yalnız kıldım." buyurdu.
Sonra herkes câmiden dışarı çıktı. Seyyid hazretlerinin bu cevâbını öğrenenler,
imâma gelip Seyyid hazretlerinin sözlerini naklettiler. İmâm da;
"Doğrudur, zevcem hastadır.
Tedâvîsi için hergün süt içmesi lâzım. Cemâat içinde sütü çok bir ineğin
sâhibini gördüm. Namaz sonunda kendisinden istemeye karar verdim. Zihnim
bunlarla meşgul oldu." dedi. Bunun üzerine oradakiler Seyyid Alevî hazretlerine
hüsn-i zan edip, onun büyük bir zât olduğuna daha çok inandılar.
Evliyânın büyüklerinden
Ali Bekkâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin çok ağlamasının ve "Bekkâ"
çok ağlayan lakabının verilme sebebi şöyle anlatılır: Sâlih ve kendisi gibi velî
bir arkadaşı vardı. Hâller ve kerâmetler sâhibi idi. Bir defâsında ikisi
birlikte Bağdat'tan bir yolculuğa çıkmışlardı. Gidecekleri yer ile Bağdat arası,
yürümekle bir senelik yol idi. Onlar, kerâmetleriyle bir senelik yolu bir saatte
almışlardı. Bu arkadaşı ona;
"Ben, falan vakitte, falan
memlekette öleceğim. O zaman yanımda bulun." diyerek, Ali Bekkâ hazretlerine
vasiyet etmişti. Fakat bu arkadaşı, son nefesde îmânsız öldü. Bu hâdise
karşısında Ali Bekkâ hazretleri, Allahü teâlânın rızâsına kavuşamamaktan ve son
nefes endişesi ile korkarak çok ağlardı. Îmânsız giden arkadaşının hâlini,
kendisi şöyle anlattı:
"Söylediği vakit gelince
yanına gittim. Hayâtının son anlarını yaşıyor ve can çekişiyordu. Yönünü doğu
tarafına dönmüştü. Tutup kıbleye çevirdim. Tekrar doğuya döndü. Tutup yine
kıbleye çevirdim. Bu arada gözlerini açıp bana dedi ki:
"Hiç uğraşma, ben bu tarafa
dönmüş olarak öleceğim!" Hıristiyan ruhbanlarının söylediği küfür olan, îmânı
gideren sözler söylemeye başladı. Dîn-i İslâmdan çıktı. Nihâyet îmânsız öldü.
Ölüsünü kaldırıp, oradaki bir kiliseye götürdük. Bir de gördük ki, kilisede bir
kalabalık toplanmış ve çok üzgün bir hâlde idiler. Önlerinde yatan bir cenâzenin
etrâfında duruyorlardı. "Nedir bu hâl?" dediğimizde;
"Bizim meşhûr bir ruhbanımız
vardı, yüz sene yaşadı. Bugün öldü. Fakat, ölmeden önce dînimiz olan
hıristiyanlıktan çıktı. Müslüman olduğunu söyledi ve müslüman olarak öldü."
dediler. Biz de onlara;
"Bizim elimizdeki cenâze de
müslüman idi. Son nefesinde hıristiyanlık dîni üzere öldü ve îmânsız gitti. Siz
bunu alın, o, müslüman olarak ölen ruhbanınızın cenâzesini de bize verin."
dedik. Bu teklifimizi kabûl ettiler. Biz o müslüman olanın cenâzesini alıp,
yıkadık, kefenledik, müslüman mezarlığına defnettik. Onlar da öbürünü alıp,
hıristiyan mezarlığına defnettiler. Allahü teâlâdan, son nefesimizde îmân ile
gitmeyi nasîb etmesini dileriz, yalvarırız!" âmin.
Amasya’da yetişen velîlerden
Ali Hâfız (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Şamlar türbesinin
etrâfındaki ağaçları, bir talebesi ile dikti. Birgün armut fidanlarının yan
sürgünlerini budarken yanında bulunan talebesine dönerek; "Evlâdım! Bu yan
sürgünler budandıkça fidan daha çok boy verir. Tez büyüyüp meyve
verir.
Zikr eyle her nefes
Kalpten gitsin kötü heves.
Müslüman zikirle kalpten
kötü istekleri kestikte, kalpteki îmân nûru kuvvetlenir, meyve verir. Bu
fidanları buradan sökelim, şuraya dikelim." dedi. O talebenin îtirâz etmek hiç
âdeti olmadığı hâlde o gün; "Efendim! Burası iyidir." dedi. Ali Hâfız; "Bu
fidanları buradan sökelim şuraya dikelim." deyince, talebesi tekrar; "Hocam
buranın yeri iyidir, etrafı boştur." dedi. Bunun üzerine Ali Hâfız; "Evlâdım!
Allahü teâlâ yakında vefât edeceğimi bildirdi. Benim yerim burasıdır. Vefât
ettiğimde türbede yatan zâtın akrabalarından izin alıp, buraya defn edersiniz."
dedi. Fidanları söküp başka bir yere diktiler. Aradan bir süre geçince
rahatsızlanan Ali Hâfız, doktor getirilmesini istedi. O talebe hocasının yüzüne
doktora neye lüzum der gibi bakınca; "Allahü teâlâ sebepler halk eder. Sebebe
yapışmak lâzım." dedi. Doktor gelip muâyene ettikten sonra bir şey yok deyip
gitti. Gece yarısına doğru Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti (1957). Vefât
ettiğinde altmış beş yaşında idi. Dediği yere defnedildi.
Vefâtından dört sene sonra
talebeleri kabrini yaptırmak için açtılar. Bu esnada birkaç kerpiç düştü ve
içerisini gördüler. Nâşı hiç bozulmadan, defnedildiği günkü gibi duruyordu.
Alnında hafif bir ter vardı. Bir talebesi başından sakalına kadar sıvazladı.
Kabir yapıldıktan birkaç gün sonra, talebe rüyâsında Ali Hâfız'ı gördü ve ona;
"Âşık beni incittin." dedi. |