KISSADAN
HİSSE (A - 1)
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün
yolda gidiyordu. Önünde birkaç koyunla bir çoban çocuk gördü. Ona acıdı ve;
"Zavallı, çocuklukta çobanlık yaparsa, büyüdükte Allahü teâlânın ibâdet ve
mârifetine nasıl erişir?" dedi. Sonra kendi kendine; "Gideyim, ona Allahü
teâlâyı tanımakta bir mesele öğreteyim." deyip, çocuğun yanına geldi ve:
-Evlâdım, Allahü teâlâyı
bilir misin? buyurdu.
Çocuk:
-Kul nasıl sâhibini bilmez?"
dedi.
-Allahü teâlâ'yı ne ile
biliyorsun?
-Bu koyunlarımla.
-Bu koyunlarla, O'nu nasıl
bilirsin?
-Bu birkaç koyun çobansız
işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyucu
birisi lâzımdır. Bundan anladım ki, kâinat, insanlar, cinler, hayvanlar ve
canavarlar ve bu kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Bu binlerce çeşit
mahlûkatı korumaya kâdir olan, Allahü teâlâdan başkası değildir. İşte bu
koyunlarla Allahü teâlâyı, böylece bildim.
-Allahü teâlâyı nasıl
bilirsin?
-Hiç bir şeye benzetmeden
bilirim.
-Böyle olduğunu nasıl
bildin?
-Yine bu koyunlardan.
-Nasıl?
-Ben çobanım. Onların
koruyucusuyum. Onlar benim korumam ve tasarrufumdadırlar. Onlara dikkatle
bakıyorum. Ne onlar bana benzerler, ne de ben onlara benzerim. Buradan, bir
çoban koyunlarına benzemezse, Allahü teâlânın elbette kullarına benzemiyeceğini
anladım. Abdullah bin Mübârek:
-İyi söyledin. İlimden bir
şey öğrendin mi? buyurdu.
Çocuk:
-Ben bu sahrâlarda, nasıl
ilim tahsîl edebilirim, dedi.
-Peki başka ne öğrenmişsin?
-Üç ilim öğrendim. Gönül
ilmi, dil ilmi ve beden ilmi.
-Bunlar nelerdir, ben
bunları bilmiyorum.
-Gönül ilmi şudur ki, bana
kalb verdi ve kendi mârifet ve muhabbeti yeri eyledi ki, bu kalb ile O'nu
bileyim. O'nun sevdiklerine gönülde yer vereyim, sevmediklerine yer vermiyeyim
ve böylelerinden uzak olayım. Dil ilmi şudur ki, bana dil verdi ve dili
zikretmek, O'nun ismini söylemek yeri eyledi. Bununla O'nu hatırlatanları dile
getirmeği, O'ndan bahsetmiyen sözden onu korumayı, böyle sözden uzak olmayı îmâ
etti. Beden ilmi şudur ki, bana beden vermiştir ve onu kendine hizmet yeri
eylemiştir. Böylece O'na hizmet olan her şeyi yaparım, hizmet olmayan şeyi ise
bedenimden uzaklaştırırım.
Abdullah bin Mübârek, bunun
üzerine:
-Ey çocuğum! Evvelki ve
sonraki ilimler, senin bana bu öğrettiklerindir! dedikten sonra: Ey oğul, bana
nasîhat ver, buyurdu.
-Ey efendi! Âlim olduğun
yüzünden belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızâsı için öğrendiysen, insanlardan
istemeyi, beklemeyi kes. Yok, dünyâ için öğrenmişsen, Cennet'e kavuşamazsın,
dedi.
Mısır Evlîyasından
Abdülkâdir Deştûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Sultan Kayıtbay ile
birlikte otururken, elbisesine sinekler kondu. Latîfe yoluyla sultâna dedi ki:
"Şu sineklere söyle de, benim üzerimden gitsinler." Kayıtbay; "Efendim! Sinekler
benim sözümden ne anlarlar. Ben onlara nasıl anlatabilirim?" dedi. Bunun üzerine
Abdülkâdir Deştûtî hazretleri buyurdu ki: "Sen nasıl sultansın ki, sineklere
dahi sözün geçmiyor?" Yânî, bunu söylerken nükte yolu ile; "Dünya sultanlığına
güvenme. Bu her ne kadar yüksek görünüyor ise de, sineklerin bile kendisine
itâat etmediği bu sultanlığa sultanlık denir mi? Buna aldanıp gururlanmamak
lâzımdır." demek istedi. Bundan sonra; "Ey sinekler, üzerimden ayrılınız."
buyurdu. Bu söz üzerine sinekler üzerinden çekilip gittiler. Bu hâdiseden çok
ibret alan Sultan Kayıtbay, hakîkî sultanların bu büyükler olduğunu, onlara tâbi
olmakla şereflenen bir çöpçünün, o büyükleri tanımak nasîb olmayan sultanlardan
kat kat kıymetli olduğunu daha iyi anladı.
Anadolu
evliyâsının
büyüklerinden Abdullah-ı İlâhî
(rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin sohbetleri çok tesirli ve faydalı olurdu.
Sohbetlerinde ve diğer zamanlarda herkesin gönlünü almaya çok dikkat gösterirdi.
Sohbette bulunanlardan birinin bir sıkıntısı, bir müşkülü olsa onun hâlini
keşfeder sıkıntısını giderirdi. Sohbetiyle, tereddütleri ortadan kaldırırdı.
Yine bir gün sohbette, söz
çalışmak ve gayretten açılmıştı ve; "İnsan çalışıp, gayret göstermedikçe
olgunlaşamaz ve bir mertebeye ulaşamaz." buyurmuştu. Bu sırada sohbetinde
bulunan bir âlim, bu sözleri işitince, "at hırsızı kıssası" diye bilinen bir
hâdiseyi hatırladı. "Peki onun hâli nasıl oldu?" diye düşündü. Abdullah-ı İlâhî,
o âlimin kalbinden geçen düşünceleri kerâmetiyle anlayıp, ona doğru dönerek;
"Söylediğim söze, at hırsızlığı yapan kimsenin hâli ile karşı çıkmak hâtıra
geldi değil mi? Fakat ona da cevap vardır." dedi. Sonra sohbetinde bulunanlara
dönüp; "Hiç o hâdiseyi işiteniniz var mıdır?" diye sordu. Ve hâdiseyi şöyle
anlattı:
"Bir hırsız geceleri at
çalıp satardı. Ömrünü böyle hebâ ederdi. Bir defâsında da, bulunduğu şehrin en
büyük âlimi ve evliyâsının atını çalmak için ahırına girmişti. Tam atı çözüp
götüreceği sırada, ahırın duvarı yarılıp, içeriye bir nûr yayıldı. Bu nûr
içinde, iki nûr yüzlü zât gözüktü. Hırsız bu hali görünce, kendini hemen at
gübrelerinin arasına atıp gizlendi. Korku ve telaş içinde boğazına kadar gübre
içine gömüldü. Bu sırada yarılan ahırın diğer duvarından daha parlak bir nûr
gözüktü. Bu nûr arasında da, o zamânın kutbu, en büyük velîsi olan ev sâhibi
çıktı. Öncekiler onu görünce hürmet göstererek selâm verdiler. Ev sâhibi
diğerlerine niçin geldiklerini sorunca; "Falan evliyâ arkadaşımız vefât etti.
Onun yerine kimi tâyin edeceğiz? Size arzetmek istedik." dediler. Atların sâhibi
olan zât; "Onun yerine, at hırsızını tayin ettik." dedi. Soran iki zât da evliyâ
olup ricâl-ül-gayb denilen velîlerden idiler. At hırsızlığı yapmaya gelen
kimsenin, gübreler arasına gömülüp saklandığını biliyorlardı. Hemen yanına
varıp, onu gübreler arasından çıkardılar, gönlünü alıp, tebrik ederek
kucakladılar. Atların sâhibi ve zamânın kutbu evliyâ zâtın da yanına gelip,
elini öptüler. Sonra hep birlikte vefât eden arkadaşlarının cenâzesini
kaldırmaya gittiler."
Abdullah-ı İlâhî, sohbetinde
bulunanlara bunu anlattıktan sonra şöyle dedi: "Şimdi at hırsızlığı yapmaya
giden kimse, nasıl bir çalışma yaptı da ricâl-ül-gayb denilen evliya arasına
girdi? diye bir sûal hâtıra gelmesin. Çünkü o zavallının gübreler arasında
mahcûbiyetinden ne kadar zorluk ve ne kadar pişmanlık çektiği bellidir. Kurtuluş
yolu kalmadığını kesinlikle anlayınca, at çalmak üzere harama yönelişinden
dolayı bütün kalbiyle pişmân olup, o zamana kadar yaptığı işlere öyle bir tövbe
etti ki, işlediği kötü işlerden gönlü temizleniverdi. Allahü teâlâya yönelip
riyâzet çeken kimseler, onun o anda yaptığı tövbeyi nice seneler yapamaz."
Sohbetin başında kalbinde
itirazlar bulunan o âlim, Abdullah-ı İlâhî hazretlerinin bu güzel îzâhını ve
tatlı sözlerini dinleyince, içindeki şüphe ve yanlış düşünceler temizlendi.
Abdullah-ı İlâhî hazretlerinin elini öpüp, özür diledi ve hâlis talebelerinden
oldu.
Tebe-i tâbiînden, Meşhûr
hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi
teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: Bir defâsında Eyyûb Sahtiyânî ile bir yolculuğa
çıkmıştık. Şam'a doğru bir müddet yol aldıktan sonra siyah renkli bir köleye
rastladık. Bir odun dengini sırtına alıyordu. Köleye:
"Senin sâhibin kimdir?"
dediğim zaman; "Benim gibi bir kul!" cevabını verdi.
Aslında, benim asıl sâhibim
Allahü teâlâdır demek istedi. Sonra başını kaldırıp; "Ey yüce Rabbim! Şu odunlar
altın olsun. Bunları altına çevir." diye duâ etti. Bir de baktık odunlar altın
olmuş!
Bize bakıp; "Görüyorsunuz
değil mi?" diye sordu. "Evet görüyoruz." dedik. Sonra tekrar; "Allah'ım bu
altınları tekrar odun haline çevir." diye duâ etti. Duâsı kabul olunup tekrar
odun halini aldı. Sonra; "Âriflere sorunuz şüphesiz onların şaşılacak halleri
bitmez, tükenmez." dedi.
Eyyüb Sahtiyânî de şöyle
demiştir: "Kölenin bu hâlinden ve sözünden dolayı hayretler içerisinde kaldım ve
son derece mahcub olup utandım." Sonra köleye; "Yanında yiyecek bir şeyler var
mı?" dedim.
Bu sözüm üzerine eliyle
işâret etti. Bir de baktık ki, önümüze bir cam kap içerisinde bal geldi. Balın
rengi kardan beyaz, kokusu miskten güzeldi. Bize; "Yiyiniz! Allahü teâlâya yemin
ederim ki, bu bal arının yaptığı bal değildir." dedi. Hayâtımızda bu baldan daha
tatlı ve lezzetli bir şey yememiştik. Bu işe çok şaştık. Köle sonra bize: "Allahü
teâlânın yarattığı böyle hallere şaşanlar ârif değildir. Kim bu işlerden dolayı
şaşarsa, Allah'tan uzaktır. Kim de bu hârikulâde işleri görerek bu sebeple
ibâdet ederse, şüphesiz o da câhildir." dedi.
Yine şöyle anlatmıştır: Bir
defâsında Beyt-i Mukaddese gitmek üzere yola çıktım. Fakat yolu şaşırdım.
Nereden gideceğimi bir türlü bilemedim. Bu şaşkın halde karşıma bir kadın çıktı.
Bana yaklaştı; "Ey garib kimse, yolunu mu şaşırdın?" diye sordu. Sonra: "Allahü
teâlâyı tanıyan kimse nasıl garib olur? O'nu seven nasıl yolunu şaşırır?" dedi.
Sonra da bana elindeki değneği uzatıp; "Bu asânın ucundan tut, önümden yürü."
dedi.
Asânın ucundan tutup önünde
yürümeye başladım. Yedi adım kadar yürüdüm ve kendimi Mescid-i Aksâ'da buldum.
Gözlerimi oğuşturarak kendi kendime; "Herhalde yanlış görüyorum, nasıl olur?"
dedim.
Bunun üzerine bana yol
gösteren kadın; "Ey kişi! Senin yürüyüşün zâhidlerin, benimki de âriflerin
yürüyüşüdür! Zâhid yürüyerek, ârif ise uçarak gider. Yürüyerek giden uçarak
gidene nasıl ulaşabilir?" dedi ve gözden kayboldu. Onu bir daha hiç görmedim.
Hizmetlerimi görmesi için
bir köle satın almıştım. Gece evimde kalmasını istedim. Fakat geceleri kapılar
kapalı olduğu halde evde yoktu. Sabah olunca eve geldi ve bana üzeri işlenmiş
bir dirhem altın verdi. Bunu nereden aldın deyince: "Efendim, ben size her gün
böyle bir dirhem vereceğim. Karşılığında geceleri beni serbest bırakmanızı
istiyorum." dedi.
O günden sonra her gece
evden çıkıp gider, sabahleyin döner ve bir dirhem getirirdi. Aradan bir müddet
geçti. Bir gün komşum yanıma gelip; "Kölen mezarları açıyor, kefen soyuyor."
dedi. Bu söz beni çok üzdü. "Ben onu eve hapsedeceğim." dedim. Kapıları
kilitledim, akşam oldu, yatsı namazından sonra kölem evden gitmek üzere kalktı.
Tâkib ettim, kapalı kapılara işâret edince, kapılar açılıveriyordu. Evden çıktı.
Bu halde peşine düşüp, gizlice onu tâkib ettim. Kurak bir yere vardı. Elbisesini
çıkarıp üzerine eski bir çul giydi. Sabaha kadar namaz kıldı. Sabaha doğru şöyle
duâ etti:
"Ey yüce sâhibim! Efendime
götüreceğim ücreti gönder!"
Gökten üzerine bir dirhem
düştü alıp cebine koydu. Bu işe çok hayret ettim. Kalkıp abdest aldım ve iki
rekat namaz kıldım. Onun hakkında yanlış düşündüğümden dolayı tövbe edip, Allahü
teâlâdan af diledim. Sonra da bu kölemi âzâd etmeye, serbest bırakmaya karar
verdim. Fakat kölem kayboldu. Bir türlü bulamadım. Bu sebeple çok üzüldüm ve
kederim gittikçe arttı. Bulunduğum kurak yerin de neresi olduğunu bilmiyordum.
Bir müddet sonra karşıma kırata binmiş biri dikildi ve; "Ey Abdülvâhid! Burada
ne oturuyorsun?" dedi. Durumu baştan sona anlattım. Atlı; "Senin bulunduğun bu
yer ile memleketin arası ne kadar mesâfedir? Biliyor musun?" dedi. "Hayır
bilmiyorum." cevâbını verdim.
"Süratli giden bir süvâri
için altmış konaklık mesâfedir. Şimdi sen bulunduğun yerden ayrılma. Kölen bu
gece yanına dönecek dedi."
Oturup bekledim, ortalık
kararınca bir de baktım ki, kölem geldi. Yanında bir sofra vardı. Sofranın üzeri
her çeşit yiyecekle doluydu. Bana; "Buyur ye efendim!" dedi.
O benzerini görmediğim
yiyeceklerden yedim. Sabah namazından sonra kölem elimden tutup, duâ etti. Sonra
birkaç adım attık. Birdenbire kendimi evimin önünde buldum. Kölem bana dönüp;
"Efendim, siz beni âzâd etmeye karar vermediniz mi?" dedi. "Evet." dedim. Yerden
bir taş alıp âzâd edilme bedeli olarak bana verdi. Bir de baktım ki, taş altın
oldu. Sonra ayrılıp gitti. Onun ayrılığından dolayı çok üzüldüm ve hep hasretini
çektim.
Bu hadiseyi komşularıma
anlatıp; "O, mezâr soyan değil nûr saçan imiş." dedim. Komşularım onun
kerâmetlerini duyunca ağlayıp, hakkında yanlış düşündüklerinden dolayı pişman
olup, tövbe ettiler.
Abdülvâhid bin Zeyd şâhid
olduğu ibret verici başka bir hâdiseyi de şöyle nakletmiştir:
Bir defâsında gazâya niyet
ettim. Bütün talebelerimi topladım. Mecliste bir şahıs meâlen; "Allah yolunda
savaşıp düşmanları öldüren ve öldürülen müminlerin canlarını ve mallarını Allah
Cennet karşılığında satın aldı." (Tövbe sûresi: 111) buyrulan âyet-i kerîmeyi
okudu. Bunun üzerine on beş yaşında bir genç ayağa kalktı. Bu gencin babası
vefât etmiş, kendisine pekçok mal kalmıştı. Âyet-i kerîmeyi okuyan zâta dedi ki:
"Efendim, Allahü teâlâ
mü'minlerden canlarını ve mallarını Cennet karşılığında satın aldı mı? Allah
yolunda canını ve malını fedâ edene Cennet verilecek mi?"
O zât: "Evet, Allahü
teâlânın kelâmı doğru ve vâdi haktır." dedi.
Genç büyük bir azim ve
kararlılıkla şunları söyledi; "Şâhid olunuz ki, ben nefsimi ve malımı Allahü
teâlâya sattım." Bu sözlerini dinleyen zât; "Vallahi bu büyük bir iştir. Sen
küçüksün. Korkarım ki, sabredemezsin ve çâresiz kalırsın." dedi.
Bunun üzerine, genç; "Ey
Şeyh! Bir kimse Cenâb-ı Hakla ahitleşsin ve çâresiz kalsın! Hâşâ ve kellâ. Hiç
böyle şey olur mu? Şâhid ol hakîkaten ben nefsimi ve malımı Allahü tealâ için
fedâ ettim, Allah yoluna adadım ve pişmân olmayacağım." dedi. Sonra bütün malını
sadaka olarak dağıttı. Bizimle birlikte cihâd için sefere çıktı. Bize ve
hayvanlarımıza hizmet etmeye başladı. Biz uyurken o nöbet tutardı. Gündüz oruç
tutar, geceleri namaz kılardı. Hepimiz onun bu haline hayrandık. Tâ ki, Rum
diyârına vardık. Biz harp hazırlıkları yaparken, o genç kendinden geçmiş ve
hayran bir vaziyette:
"Aynâ-yı merdiyyeye müştâkım
ona kavuşmak istiyorum." deyip duruyordu.
Genç o hale gelmişti ki,
herkes aklını kaybetti zannederdi. Bir gün onu yanıma çağırıp; "Bu söylediğin
sözün mânası nedir?" diye sordum.
Şöyle anlattı: Bir gün
uyumuştum. Rüyâmda birisi bana; "Aynâ-yı merdiyyeye git!" diyordu. Sonra
birdenbire bir bahçe karşıma çıktı. Bu bahçenin içinde berrak sulu bir ırmak ve
kenarında da güzelliği gözler kamaştıran süslenmiş hûriler vardı. Bu hâli
anlatmam mümkün değildir. Beni görünce birbirlerine: "Müjde işte Aynâ-yı
merdiyyenin zevci." dediler.
Onlara selâm verip; "Aynâ-yı
merdiyye aranızda mı?" diye sordum. "Bizim aramızda değildir, biz onun
hizmetçileriyiz daha ileri git." demeleri üzerine ilerledim. Bir başka bahçe
gördüm. İçinde her türlü güzellikler vardı. Hâlis sütten bir nehir gördüm. Nehir
kenarında, benzerini o âna kadar görmediğim güzellikte hûriler vardı. Onların
güzelliğine hayrân oldum. Beni görünce birbirlerine baktılar ve: "Bu gelen Aynâ-yı
merdiyyenin zevcidir." dediler. Onlara selâm verip; "Aynâ-yı merdiyye sizin
aranızda mıdır?" diye sordum. "Hayır biz onun hizmetçileriyiz." dediler.
İlerledim. Bir Cennet
ırmağına rastladım. Etrafında güzellikleri gözler kamaştıran hûriler vardı.
Bunları görünce önceki hûrileri unuttum. Onlara da selâm verdim. "Sana selâm
olsun ey Allahü teâlânın velî kulu!" dediler. Aynâ-yı merdiyyeyi sordum. "Biz
onun hizmetçileriyiz, daha ileri git." dediler.
İlerledim. Saf bal akan bir
ırmağa vardım. Bu ırmağın da etrâfında hûriler vardı. Bu hûriler güzellikte
öncekilerden daha da üstündüler. Öncekilerin hepsini unuttum. Selâm verdim ve;
"Aynâ-yı merdiyye aranızda mı?" diye sordum. Daha ilerde olduğunu söylediler.
İlerledim. İnciden yapılmış, ipleri nûrdan bir çadır gördüm. Kapısında ay yüzlü
bir hizmetçi bekliyordu. Beni görünce; "Ey Aynâ-yı merdiyye! İşte sana eş olacak
kimse geldi." dedi. Çadıra yaklaşıp içeri girdim. Aynâ-yı merdiyye adlı hûri;
inci ve yâkut kaplı altın bir taht üzerinde oturuyordu. Onu görür görmez meftûn
oldum. Bana: "Hoş geldin ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Sabret sen dünyâdasın,
henüz vakit var. Yarın gece bizim yanımızda olacaksın." dedi. Bu rüyâdan sonra
birdenbire uyandım. O güzelliğe ve nîmetlere kavuşmak için sabırsızlanıyorum.
Genç bunları anlattıktan
biraz sonra savaş başladı. Genç de savaşıp kahramanlıklar gösterdi. Büyük bir
yara alıp, yere düştü. Onu kaldırıp baktıklarında gülüyordu. Gülerek rûhunu
teslim edip, şehîd oldu
Gelibolu'da yetişen
velîlerden Ahmed Bîcân (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün, Gelibolu'nun
en büyük câmisinde vâz veriyordu. Herkes huşû içinde söylenenleri dinliyordu.
"Kardeşlerim! İnsanı Rabbinden uzaklaştıran perdelerin en büyüğü, kalbi
öldürmek, karartmaktır. Kalbin ölmesine kararmasına sebep de dünyayı sevmektir.
Bir hadîs-i kutsîde buyruldu ki: "Ey Âdemoğlu! Kanâat et zengin ol. Hasedi
terket, râhat ol! Dünyâyı terket, dînin halis olsun."
Kim gıybeti terkederse,
Allahü teâlâya karşı olan sevgisi çoğalır. Kim az ve doğru konuşursa, aklı tam
olur. Kim aza kanâat ederse, gerçekten Allahü teâlânın ahdine inanmış olur. Kim
dünyâ için kaygılanırsa Allahü teâlâdan uzaklaşır."
Ahmed-i Bîcân hazretleri vâz
ettiği kürsüden bir ara başını kaldırdı. Câminin giriş kapısında ağabeyini
gördü. Ayakta bekliyor ve kendisine tebessüm ediyordu. İçeri girip bir yere
oturmamasına hayret etmişti. Sonra mânevî bir huzurla vâzına devâm etti.
Ağabeyinin bu şekilde beklemesi bir türlü aklından çıkmıyordu.
Akşam annesi ile sohbet
ederken bu aklından çıkmayan şeyin sebebini öğrenmek istedi ve; "Anneciğim!
Bugün dikkatimi çeken bir şey oldu. Vâz ederken ağabeyim câmi kapısında durmuş,
bana bakıyor ve tebessüm ediyordu. Ama içeri girip oturmadı. Sebebini ondan bir
suâl eylesen." dedi. Evlâdını kıramayan anne ertesi gün büyük oğlu Muhammed
Bîcân'a giderek sohbet arasında kardeşinin vâzı arasında niçin câmiye
girmediğini sordu. O da; "Kardeşim âlim, ârif biridir. Hâcı Bayram-ı Velî
hazretlerini görünce bir başka Ahmed oldu. Sözleri hikmet dolu. Gönülleri alan,
ruhları cezbeden bir üslûbu var. İlminden, irfânından istifâde edenlerin sayısı
belli değil. Ben de mübârek sözlerini dinlemek için gitmiştim. Meleklerin
kanatlarını sererek vâzını dinlediklerini gördüm. Basmamak için içeriye
girmedim." dedi.
Bu duruma çok sevinen
annesi, eve dönerek durumu küçük oğlu Ahmed-i Bîcân'a anlattı. Ahmed Bîcân
sevineceği yerde durgunlaştı. Bunu fark eden annesi sebebini sorunca; "Ağabeyim
melekleri gördüğü hâlde ben niçin göremiyorum, acabâ sebebi nedir?" dedi. Annesi
hiç beklemediği bu soru karşısında şaşırdı. Ahmed-i Bîcân hazretleri sonra ilâve
etti; "Anneciğim bunun sebebini senin bilmen lâzım. Biraz düşün bulacaksın."
dedi.
Annesi bir süre düşündükten
sonra yaşlı gözlerle oğluna; "Sen henüz süt emme çağında idin. Namaza durmuştum.
O esnada komşularımdan bir hanım geldi. Sen ağlamaya başladın. Selâm vermeme de
az kalmıştı. Kadıncağız ağlamayasın diye seni emzirmeye başladı. Selâmı vermemle
birlikte mâni oldumsa da sen bir kaç yudum almıştın. Sonra sordum hanım
abdestsiz imiş. Ben seni hiç abdestsiz emzirmedim. Her halde sebebi odur." dedi.
Ahmed Bîcân; "Doğru söyledin." dedi.
Meşhûr velîlerden Ahmed
bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) başından geçen ibret verici bir
hâdiseyi şöyle nakletmiştir:
Bir gün çöle gitmiştim.
Araplar develerini koşturuyorlardı. Onlar bu işle meşgûl olurken köylü bir Arap
köşeye çekilmiş Allahü teâlâyı zikrediyor ve kendi hâlinde oturuyordu. Dikkatimi
çekti yanına gittim. Selâm verdim selâmımı aldı. Biraz konuştuktan sonra bana; "Allahü
teâlâyı zikretmek en lezzetli şey ve şifâ verici bir iştir. Şaşıyorum insanlar
nasıl boyun büküp, yalvarmazlar! Halbuki ölüm onların peşinde, onları tâkib
ediyor. İnsanlar ise tehlike ve musîbetler içinde. Buna rağmen boş şeylerle
meşguller." dedi.
"Allah'ın rahmeti üzerinize
olsun insanlar hangi musîbetler ve hangi tehlikeler içinde?" diye sordum:
"Günah musîbeti ve ölüm
tehlikesi, ölümden öncesi ve sonrası!" dedi. Sonra ağlamaya başladı. Ben de
onunla birlikte ağladım. sonra tekrar: "Neden yapayalnız duruyorsun?" diye
sordum:
"Ben yalnız değilim,
Rabbimle berâberim." dedi. Fakir ve muhtâç olduğunu zannederek; "Bir şey ister
misin?" deyince; "Evet kalbimin derdini tedavî edecek bir tabib isterim." dedi.
"Tabîbin kimdir?"
"Rabbimdir." "Kalbinin derdi nedir?" "Günahlar..." dedi. "Peki bunlardan kim
kurtuldu?" diye sordum. "Allahü teâlânın râzı olduğu kimseler." dedi. Tekrar
sordum: "Yolculuğun nereye?" "Kabiredir." dedi. "Yolcu musun?" "Annemden
doğduğumdan beri yolcuyum. Âhirete gidiyorum." dedi.
Sonra devâm ettim ve;
"Azığın nerede?" dedim.
"Azığım son derece az."
cevâbını verdi.
Bu sefer; "Yanında yiyeceğin
nedir?" "Sübhânallah, Rabbimin vereceği rızık." dedi. "Peki yalnız hâlinle
korkmuyor musunuz?" dedim. "Nasıl korkarım. Sâhibimin, Rabbimin mülkündeyim."
"Yol neresidir?" diye sormaya devâm ettim.
Ellerini açıp; "Yâ Rabbî!
İnsanların çoğu seni unutmuş başka şeylerle meşgul! Sen her işin karşılığını
vereceksin... Ey gariblerin yardımcısı, âcizlerin sığınağı! Ey azı çoğaltan,
sapmışları hidâyete erdiren! Ey kendisine herkesin sığındığı Rabbim! Senin
ihsânını ve rızânı isterim... Senin rızân olmadan dünyâ ve âhiret güzel olmaz."
Hem böyle duâ ediyor, hem de
yürüyordu. Ben de onu tâkib ediyordum. Bana:
"Allah'ın rahmeti üzerine
olsun. Senin için benden daha hayırlı olan bir kimseye git! Beni meşgûl etme..."
dedi. Sonra benden uzaklaşıp gitti. Arkasından gözden kayboluncaya kadar baktım.
Sonra ağlayarak geri döndüm.
Anadolu'da yaşamış âlim ve
velîlerden Ahmed Eflâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Selçuklu
Sultanı Alâeddîn Keykûbâd büyük bir toplantı tertib edip Şeyh Bahâeddîn Veled
hazretlerini de saraya dâvet etti. Şehrin bütün âlim, evliyâ ve ileri gelen
kimseleri bu toplantıda hazır bulundular. Bahâeddîn Veled kapıdan içeri girince,
Sultan Alâeddîn ayağa kalkarak onu karşıladı. Saygı göstererek, tahta oturmasını
istedi ve; "Ey dînin pâdişâhı! Ben kulum. Bugünden sonra senin subaşın olmak ve
efendimin de sultanlık etmesini istiyorum. Zîrâ bütün görünen ve görünmeyen
sultanlık eskiden beri sizindir." dedi. Bahâeddîn Veled de ona karşı güzel
muâmelede bulunup gözlerinden öptü. Mecliste bulunanlar Sultânın, âlim ve velî
bir zâta böyle muâmelede bulunmasına çok sevinip onu methedici sözler
söylediler. Bu sırada söze başlayan Bahâeddîn Veled hazretleri; "Ey melek huylu,
mülk sâhibi hükümdar! Dünyâ ve âhiret mülkünü kendine mâl ettiğine hiç kuşkusuz
emîn ol." buyurdu. Sultan Alâeddîn şevkle ve sevinerek ayağa kalktı. Bahâeddîn
Veled'in müridi, talebesi oldu. Pâdişâha uyan bütün kumandanlar ve askerler de
Bahâeddîn Veled'e talebe oldular. Sultan Alâeddîn ihtiyâcı olan kimselere
sadakalar dağıtılmasını ve ihsânlarda bulunulmasını emretti.
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin evine bir gün
hırsız girdi. Her tarafı aradı, fakat götürecek bir şey bulamadı. Eli boş
döneceği zaman Ahmed bin Hadraveyh; "Ey genç! Şu kovayı al su doldur. Abdest al
ve namaz kıl. Bu arada evime belki bir şey gelir, sana veririm. Böylece evimden
boş dönmemiş olursun." dedi. Genç onun emrettiği gibi hareket etti. Sabah olunca
zengin birisi Ahmed bin Hadraveyh'e yüz elli altın getirdi. Ahmed bin Hadraveyh
hazretleri bu parayı o gence vererek; "Al bu gece kıldığın namazlar sebebiyle
sana mükafattır." dedi.
Genç onun bu merhamet ve
iltifâtı karşısında şaşırdı, hâli de değişti. Sonra; "Yolumu kaybetmiş, bozuk
işlere dalmıştım. Bir gece hayırlı bir iş yapıp Allahü teâlâya ibâdet ettim.
Rabbim de bana böyle ihsânda bulundu." diyerek tövbe edip Ahmed bin Hadraveyh
hazretlerine talebe oldu.
Bir müddet Bistam'da kalan
Ahmed bin Hadraveyh hazretleri hanımı ile oradan ayrılıp, Nişâbur'a gitti.
Nişâbur'da iken Yahyâ bin Muâz-ı Râzî oraya geldi. Gelen bu misâfiri Ahmed bin
Hadraveyh evine dâvet etmek istedi. Hanımına bu zâtın dâvetinde neler
yapılmasının gerektiğini sorunca, Fâtıma şöyle cevap verdi: "Birçok hayvan
kesmeli, ayrıca şunlara da ihtiyaç vardır; çokça şamdanlar, buhûr ve misk
alınmalı, bunlara ilâveten birkaç merkep kesmeli." deyince, Ahmed bin Hadraveyh;
"Merkep kesmek de ne oluyor?" diye sordu. Hanımı; "Kerem sâhibi bir kimse, kerem
sâhibi bir kişiyi evine dâvet edip misâfir edince, mahallenin köpekleri de
bundan nasiblerini almalıdır." diye cevap verdi.
Velîlerin büyüklerinden ve
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı,
Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.241 senesi Cumâ günü vefât
etti. Vefât haberi, bütün Bağdat halkını ağlattı. Cenâze namazını kılmak üzere
çevreden gelenlerle birlikte, binlerce insan toplanmıştı. Bağdatlılar evlerinin
kapısını açıp; "Cenâze namazı için abdest almak isteyen gelsin." diye
bağırdılar. Cenâze namazı kılınınca, kuşlar tabutu üzerinde uçuşup, kendilerini
tabuta vurdular. Cenâze namazında yüz bine yakın kişi bulundu. O gün yâhûdî ve
hıristiyanlardan pekçok kimse, bu hâdiseyi görerek müslüman oldu. Ağlayıp,
bağırarak; "Lâ ilâhe illallah." dediler.
Suriye'de yetişen evliyâdan
Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bereketli sohbetleriyle
insanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmaları için çırpındığı ve şöhreti
etrafa yayıldığı sırada birçok kimseler hocalarını bırakıp Ahmed Haznevî'nin
etrafına toplanmaya başladılar. O sıralarda Suriye'de kendinin şeyh olduğunu
iddiâ eden pekçok kimse arasında bir de "Yeşil Şeyh" diye anılan biri vardı.
Elbisesi, cübbesi, sarığı, entarisi, hülâsa baştan aşağı bütün giydikleri yeşil
renkten olduğu için herkes ona "Yeşil Şeyh" derdi. İşte bu Yeşil Şeyh'in de
talebeleri kendisini terk edip Ahmed Haznevî'nin kapısına gittiler. Onun yanında
hiç kimse kalmadı. O da kalkıp o civarda ne kadar ağalar ve ileri gelenler varsa
hepsini topladı. Ahmet Haznevî'ye de haber gönderip toplantıya çağırdı.
Topladığı kişilere güvenip bir şeyler yapmaya çalışıyordu.
Ahmed Haznevî dâveti kabûl
edip gitmeye karar verdi. Talebeleri ona; "Müsâde ederseniz biz de otuz-kırk
kişi sizinle birlikte gelelim." dediklerinde; "Ne diye geleceksiniz? Biz aşîret
dâvâsına mı gidiyoruz?" buyurdu ve onların isteklerini kabûl etmedi. Devâm
ederek; "Mâdem dâvet etmiş, icâbet edelim, ne sözü varsa söylesin, yalnız iki
kişi bana refâkat etse kâfidir." buyurdu. Yanına iki talebesini alarak yola
çıktı. Yeşil Şeyh'in köyüne vardı, kapısını çaldı. Kapı açıldığında o civarın
ağaları ve halkın ileri gelenlerinden kırk-elli kadar kişinin orada olduğunu
gördü. İçeri girerek selâm verdi. Yeşil Şeyh hiç iltifât etmedi. Fakat Ahmed
Haznevî hazretleri Yeşil Şeyh'in bu davranışına aldırış etmeden yanına gidip
müsâfeha yaptıktan sonra oturdu. Ahmed Haznevî oturur oturmaz, Yeşil Şeyh
konuşmaya başladı; "Yetmez mi bize yaptığın, hakâret ve zulüm, bütün
talebelerimizi elimizden aldın. Etrâfımızda hiç talebe bırakmadın. Nedir bu
senin yaptığın? Ne kadar benim babamdan, dedemden kalan talebem varsa, hepsini
etrafına topladın. Olur mu böyle şey?" diyerek uzun uzun konuştu.
Yeşil Şeyh'in hakaret dolu
bu sözlerini sabır ve tahammülle dinleyen Ahmed Haznevî, susarak dinlemeye devâm
etti. Ahmed Haznevî'nin bu derece sabırla susmasına dayanamayan Yeşil Şeyh; "Sen
niye konuşmuyorsun?" deyince, Ahmed Haznevî; "Benimki sâdece iki kelimedir,
dinle! Eğer işim ve niyetim Allah içinse, vallahi değil sen, senin gibi yüz kişi
daha olsa bunu bozamaz. Yok eğer işim Allah için değilse, sabret altı aya
kalmaz, darmadığın olur giderim." buyurdu. Yeşil Şeyh; "Çok doğru söyledin.
Hakîkaten öyle, eğer Allah içinse yüz tâne benim gibisi gelse sana hiç bir zarar
gelmez. Çünkü Allah için çalışana kimse dokunamaz. Yok eğer Allah için değilse,
talebelerimiz hâliyle geri gelirler." diyerek hakkı teslim etti ve Ahmed Haznevî
hazretlerinin büyüklüğünü kabûl etti. |