KERÂMET (T
- Z)
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, misâfirlerin hizmetiyle
vazîfeli levâzım âmiri, bir akşam üzeri huzûruna gelerek; "Efendim! Bu fakîr, bu
akşam üzeri, bin erkek ve beş yüz kadın misâfirin yemeklerini çıkartıp yedirdim.
Şu anda beş yüz kişi Nehrî'ye girmektedir. Anbarlarda un kalmadı, ne yapayım?"
diye arzedince, Seyyid Tâhâ; "Anbarlarda olması lâzım." buyurdu. "Efendim,
süpürdüm, bir şey kalmadı." deyince; "Bir daha bak." diye emretti. Bunun üzerine
âmir gidip baktığında, anbarların unla dolu olduğunu hayretle gördü.
Kırım'da yetişmiş olan âlim
ve velîlerden Takıyyüddîn Ebû Bekr Kefevî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri'nin talebesi olan Mahmûd Kefevî hocasının şu kerâmetini anlattı:
"Gemiye binip İstanbul'a gitmek üzere yola çıktık. Ben o zaman gençtim ve bu
benim ilk yolculuğumdu. Hoş bir rüzgârla dört gün gittik. Sonra şiddetli bir
rüzgârla deniz kabardı. Dalgalar her taraftan vurmaya başladı. Gemide bulunanlar
korku, dehşet ve ümitsizlik içinde bâzı mal ve eşyâlarını denize attılar. Bu
ızdırap ve sıkıntı bana da ümitsizlik vermeye başladı. Hocam Takıyyüddîn Ebû
Bekr Kefevî, geminin alt katında sâkin ve telaşsız bir halde oturuyordu.
Dalgaların şiddetli vuruşları gemide bulunanların ve benim korkumu iyice
arttırdı. Hocam bana bakıp; "Korkma! Allahü teâlâ bizi kurtaracak ve biz Erikli
Kasabasının doğu tarafındaki Hacı Baba Dergâhında kuşluk vakti oturup süt
içeceğiz ve incir yiyeceğiz." buyurdu. Gemicilerin hesâbına göre seksen mil
yolumuz kalmıştı. Ebû Bekr Kefevî hazretleri sükûn ve vekar içinde tatlı ve
güzel sesiyle Kehf sûresini okumaya başladı. Biz rahatladık ve korkumuz kalmadı.
Halbuki dalgaların vuruşları hâlâ devâm ediyordu. Nihâyet Allahü teâlâ bizi,
hocam Ebû Bekr Kefevî hazretlerinin duâsı bereketiyle kurtardı. Gecenin
sabahında Erikli sâhiline çıkıp doğruca Hacı Baba Dergâhına ziyârete gitti. Biz
de onu tâkib ettik. Hep birlikte oturduk. Hocamız Kur'ân-ı kerîm okuyor biz de
dinliyorduk. O sırada dergâhın çevresinden bir kadın iki elinde birer çanak ile
çıkageldi. Kapları önümüze bıraktı. Biri süt, diğeri incirle doluydu. Şeyh Ebû
Bekr Kefevî tebessüm ederek bize baktı ve; "Bismillah ile yiyiniz!" buyurdu. Biz
besmele ile yedik. Hocamın bu kerâmetine şâhid olduğumuz zaman, H.949
senesiydi."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir ilkbahar mevsiminde,
Herat'dan Taşkend'e gitmek üzere yola çıkmıştı. Akşam olunca, yolda bir
talebesinin bulunduğu yere ulaşmış ve o gece orada misâfir olmuştu. Bu talebesi
şöyle anlatmıştır: "Gece yatacağımız zaman bana; "Sen benim yattığım odada yat!"
dedi. Bunun üzerine onun yattığı odada, ondan uzak bir köşeye çekilip, orada
geceledim. Geceyarısı ismimi söyleyip; "Uyuyor musun! Uyanık mısın?" dedi. Ben
de; "Uyumuyorum efendim." dedim. "Hemen kalk, kıymetli eşyâlarını topla ve
derhâl dışarı çık!" buyurdu ve kendisi de süratle dışarı çıktı. Bu çevrede
olanları da uyandır. Kıymetli eşyâlarını toplayıp hayvanlara yüklesinler. Beni
tâkib edip peşimden geliniz?" dedi. Süratle uzak bir tepeye doğru yürüdü, biz de
hemen toparlanıp onu tâkib ettik. Tepeye çıkıp, üzerinde durdu. Biz de yanında
durduk. Bizimle gelenler, bu duruma şaşırarak; "Sebeb nedir ki, geceyarısı
uykumuzu bölüp buraya geldik." diyorlardı. Bir kısmı da ihmâl gösterip,
gelmemişti. Biz tepe üzerinde iken, birdenbire korkunç bir sel geldi. Önüne
gelen ağaç, kaya, duvar, ev ve ne varsa süpürüp götürüyordu. Ayrıldığımız ev de
sel suları içinde kalmış, gelmeyenler de sele kapılmıştı. Kendilerini, selle
uzun bir mücâdeleden sonra zor kurtardılar. Pekçok yeri harab eden bu selin, o
beldede bir benzeri görülmemişti. Sele kapılmaktan kurtulanlar, Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretlerinin bu kerâmetini görerek, onun büyük bir velî olduğunu
anladılar. Ona daha çok bağlanıp, sevdiler."
Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretlerinin talebelerinden Şeyh İyân hazretleri şöyle anlatmıştır: Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretleriyle, bir bahar mevsiminde yola çıkmıştık. Yolumuz, sel sularıyla
dolup taşarak akan bir dereye rastladı. Karşıya geçmemiz îcâb etti. Talebeler
karşıya geçmek üzere saz ve kamışlardan sal yapıp, sudan geçtiler. Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretleri de karşıya geçmek için sallardan birine bindi. Beni de yanına
aldı. Hareketten biraz sonra, derenin ortasında suyun büyük bir hızla aktığı
noktaya gelmiştik. Bindiğimiz salın kamışları çözülmeye başladı. Sular, bağlar
gevşediğinden kamışları ve sazları sökerek salı dağıtıyordu. Ben çok korktum.
Karşı sâhile bir ok atımı mesâfe vardı. Suyun şiddetle aktığı yeri aşıp karşıya
ulaşmamız mümkün değildi. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu hâle hiç aldırmadan
oturuyordu. Kamışlar git gide biraz daha çözülüp dağılıyor, ben ise korkudan
eriyordum. Hocamın yanında, onun rûhâniyyetine, tasarrufuna sığınıp, tevekkülle
bekledim. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri bu durum karşısında birdenbire "Allah!"
diye bağırdı. Derin bir ürperti geçirerek, neticeyi bekledim. Bindiğimiz sal,
suyun en şiddetli aktığı noktayı geçti. Sazlardan ve kamışlardan hiçbiri
çözülmeden, sal karşı kıyıya ulaştı. Kıyıya gelince, hocam bana; "Kalk!"
buyurdu. Kalkıp, sal üzerinden kıyıya atladım. Kendisi de indi. Mübârek
ayaklarını yere basar basmaz, sal birdenbire bir çöp yığını hâline gelip, su
üzerinde dağılıverdi."
Şam'ın büyük velîlerinden
Ukayl el-Münbecî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin davranış ve
konuşmaları hikmetli idi. Bir gün, Şeyh Mesleme hazretlerinin talebelerinden
birkaçı ile birlikte Fırat Nehri kenarına geldiler. Herbiri seccâdesini su
üzerine sererek, oturup karşıya geçtiler. Ukayl el-Münbecî de seccâdesini serdi.
Üzerine oturmasıyla suya battı ve bir müddet sonra karşı kıyıdan çıktı. Fakat
üzerinde en küçük bir yaşlık görülmedi. Talebeleri, bu durumu gidip hocaları
Şeyh Mesleme hazretlerine arzedince; "O, rahmet deryâsına dalanlardan biridir."
buyurdu. Bu sebeple ona Gavvâs dendi.
Yine, Ukayl el-Münbecî
şarktaki köylerden birinde iken, başka bir yere gitmek istedi. Kaldığı köyün
minâresine çıktı ve halka seslenip oraya çağırdı. Halk toplanınca, kendisini
minârenin şerefesinden boşluğa bırakıverdi ve uçmaya başladı. Peşinden gidenler
onu Münbec denilen köyde buldular. Bu sebeple de kendisine Tayyâr, havada uçan
denildi.
Ukayl el-Münbecî bir
gün Münbec'de bir dağ kenarındaydı. Yanında da sâlih, temiz kimselerden
müteşekkil bir topluluk vardı. Bunlardan biri; "Tasarruf sâhibi olmanın alâmeti
nedir?" diye sorunca; "Karadaki hayvanlar, denizdeki balıklar toplansınlar dese,
derhal toplanırlar." buyurdu. Daha sözünü bitirmeden dağdan hayvanlar inmeğe
başladı. Balıkçılar da, Fırat'ın çeşit çeşit balıkla dolduğunu haber verdiler.
Konya'nın büyük velîlerinden
Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini babası Sultan
Veled hazretleri anlattı: "Ârif Çelebi, beş yaşlarında idi. Bir gün, başı iple
bağlı bir öküzün yularından tutmuş götürüyordu. Onu o hâlde görünce; "Ey Ârif,
bu öküz de nedir? Onu nereye götürüyorsun?" dedim. Cevâbında; "Bu yular, filân
beyin başına takılan yulardır. Çünkü Mevlânâ dergâhına dil uzatmaktadır." dedi.
Çocuğun bu hâline güldüm, fakat üç gün sonra duyduk ki, o beyin evini yağma
edip, başını kesmişler.
Ârif, yine bir gün toprakla
oynuyordu. Bir müddet onu seyrettim. Toprağı mezar gibi balık sırtı yapıp,
başlarına taş dikti. Ona; "Ârif bu nedir?" diye sordum. Cevâbında; "Bu, falanın
kabridir." dedi. O gün, dediği gibi o kimse vefât etti.
Ârif Çelebi on iki
yaşlarında idi. Birgün medresede dolaşırken, cübbesini yere serip; "Buyurun,
cenâze namazını kılalım." dedi. Ben yine hayretle; "Bu kimin cenâzesidir?" diye
sorduğumda; "Üstâdımız Hüsâmeddîn Çelebi'nin cenâzesidir!" dedi. O gün,
Hüsâmeddîn Çelebi'nin bağda hastalandığı haberi geldi. Birkaç gün sonra da vefât
etti.
Ârif Çelebi'yi
sevenlerden Kerîmüddîn anlattı: "Ârif Çelebi, bir gün kaleye gitmek istedi.
Hemen kale muhâfızına haber verdik. Muhâfız ve yardımcıları hazırlanıp, Ârif
Çelebi'yi hürmetle karşıladılar. Ârif Çelebi uygun bir yerde oturup sohbet
etmeye başladılar. Sohbet esnâsında, kale muhâfızı kalbinden; "Ârif Çelebi
hazretlerine ne ikrâm etsem ki, bostan tarlasına kavunları da yeni ekmiştim.
Keşke daha önce ekseydim, şimdiye kadar biter, olgunlaşırdı." gibi şeyler
geçirdi. Bu sırada Ârif Çelebi, muhâfıza dönerek; "Bize kavun ikrâm etmeyecek
misiniz? dedi. Muhâfız da; "Efendim! Ben de şimdi bunu düşünüyordum. Fakat
kavunun çekirdeklerini yeni ekmiştim, daha çıkmamıştır bile" dedi. Ârif Çelebi
ise tekrar; "Siz gidiniz, misâfirlerinize kavun ikrâm ediniz." buyurunca,
muhâfız; "Bunda bir hikmet olsa gerektir." diyerek bostana girdi. Kavunların
ekildiği yere varınca, hayretinden aklı gidecek gibi oldu. Yeni diktiği
çekirdekler, yetişmiş, kavunlar meydana gelmiş ve olgunlaşmıştı. Hemen en
olgunlarından birkaç tâne alıp götürdü. Kesip, ikrâm etti. Bu hâdiseye, orada
bulunanlar da hayret etti. Kale muhâfızı Emîr Necmeddîn kalbinden; "Acabâ şimdi
Ârif Çelebi'nin bu kerâmeti gibi kerâmet gösterebilen var mıdır?" diye
düşünüyordu. Ârif Çelebi, bu kerâmetini görüp hayret edenlere karşı da; "Allahü
teâlâ, hazret-i Meryem için kuru hurma ağacından tâze hurma yarattı. Cenâb-ı
Hakk'a, bir dostunun hâtırı için birkaç kavun yaratmak zor değildir. Bunda
hayret edecek bir şey yoktur." buyurdu. Sohbet bittikten sonra, Ârif Çelebi
evine döndü. Orada olanlar, muhâfızla birlikte bostana gittiler. Bostana
geldiklerinde, tohumların daha yeni çimlenmekte olduğunu ve yaprakların çıkmaya
başladığını gördüler. Hepsinin de Ârif Çelebi'ye olan bağlılıkları arttı. Ona
kalblerinde daha çok muhabbet beslediler."
Ârif Çelebi, Konya'nın
Akşehir kazâsına dostlarını ziyârete gitmişti. Akşehir'de her gün sohbetler
ederek, birkaç gün geçirmişti. Şehrin hâkimi olan İzzeddîn ismindeki kimse
düşündü ki; "Akşehir'in yedisinden yetmişine herkes, Ârif Çelebi'ye pek fazla
muhabbet besliyorlar. Ola ki tarafımdan, onun hoşuna gitmeyen bir hareket
meydana gelir de kalbi kırılır. Bu durum ise bizim mahvolmamız demektir. En
iyisi, Ârif Çelebi'yi uygun bir şekilde Konya'ya göndermek lâzım." Hâkim
İzzeddîn, bu düşünce ile evinden çıktı. Atına binmiş giderken, yolda Ârif
Çelebi'ye rastladı. İzzeddîn daha bir şey söylemeden, Ârif Çelebi; "Ey İzzeddîn!
Bâzı dostlarımız bizi Akşehir'den göndermek isterler. Sanırım ki, biz daha
buradan ayrılmadan, onlar tekrar yalvarıp yakararak kalmamızı isterler. Fakat
artık iş işten geçmiştir. Onların tekliflerini red ederiz. Bir daha da Akşehir'e
gelmeyiz ve ebedî olarak pişmân olurlar." dedi. Bunları ter dökerek dinleyen
Hâkim İzzeddîn, atından aşağı atladı ve Ârif Çelebi'nin ellerini öpmek için
sarıldı, suçunu îtirâf etti. Bundan sonra, Ârif Çelebi'yi en çok sevenlerden ve
ona en bağlı talebelerinden oldu.
Ladik şehrinde Nâzıroğlu
isminde bir Emîrzâde vardı. Şehrin ileri gelenlerinden bâzıları Emîrzâdeye;
"Hepimiz Ârif Çelebi'ye talebe olmakla şereflendik. Allahü teâlânın velî
kullarına talebe olmak bulunmaz nîmettir. Onlar ki, vefât ânında şeytânı
kovalarlar, âhirette şefâat edip kurtarırlar. Gel sen de onun talebesi ol ve
kurtul!" dediler. Emîrzâde de; "Elbet ben de talebesi olmak isterim. Fakat bir
şartım var, o da; bana duâ edip, cenâb-ı Hak bir çocuk ihsân ederse, talebe
olurum. Yoksa talebesi olmam." dedi. Ertesi gün Emîrzâde, sabahın erken
saatlerinde hamama gitmek için evinden çıktı.Yol üzerinde durmakta olan birini
gördü. Yanına yaklaşırken; "Acabâ bu saatte yol üzerinde bekleyen kimdir? Yoksa
sarhoş falan mıdır?" diye düşünüyordu. Yanına geldiğinde, o kimsenin Ârif Çelebi
hazretleri olduğunu görünce şaşırdı, öyle düşündüğüne pişmân oldu ve ellerini
öpmek için eğildi. Ârif Çelebi ise; "Düşüncelerinde yanılıyorsun Emîrzâde! Ben
sarhoş değilim. Bu erken saatte burada olmamın sebebi ise, senin kurtuluşuna
vesîle olmak içindir. Al bu gül demetini evine git! Allahü teâlâ sana hayırlı
evlât ihsân eylesin." buyurdu. Emîrzâde, Ârif Çelebi'nin ellerini öptükten
sonra, gül demetini alarak evine gitti. Bir sene kadar sonra bir erkek evlâdı
oldu. Emîrzâde de Ârif Çelebi hazretlerine gelerek, hizmetiyle şereflendi ve
onun en kıymetli talebelerinden, keşif ve kerâmet sâhibi bir kimse oldu.
Bursa'da yaşayan büyük
velîlerden Muhammed Üftâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir
kadın gelip; "Efendim! Bir oğlum vardı. Hiçbir suçu olmadığı hâlde iftirâcıların
şikâyeti ile hapse attılar. Hakkımızı arayacak kimsemiz yok. Ne olur bir duâ
buyurun da, oğlumun suçsuz olduğu anlaşılsın." dedi. Bunu derken, kadının iki
gözünden çeşme gibi yaş akıyordu. Kadının bu hâline dayanamayan Üftâde, ellerini
açarak Allahü teâlâya duâ etti. Kadına dönerek; "Evinize gidebilirsiniz."
buyurdu. Kadın, merak içinde eve geldiğinde, oğlunun evde oturduğunu gördü.
Oğlunun hasretiyle yanan kadın, evlâdına sarılıp gözlerinden öptü ve;
"Yavrucuğum! Seni hapishâneden nasıl oldu da bıraktılar?" deyince, oğlu; "Ben de
nasıl olduğunu bilemiyorum. Hapishânede otururken, bir anda bir el beni evimize
koydu. Şaşırıp kaldım." dedi. Kadın, bunun Üftâde hazretlerinin bir kerâmeti
olduğunu anladı.
Muhammed Üftâde
hazretlerinin yanına, bir ikindi vaktinde, yaşlı bir kimse geldi. "Efendim! Bu
sene çocuklarımla birlikte hacca gitmiştik. Vazifelerimizi yaptıktan sonra,
maddî gücüm olmadığı için onları getiremedim. Yanlarına bir mikdar para
bıraktıktan sonra, kendim geldim. Eğer onları buraya getirmek mümkünse,
getirmenizi istirhâm edecektim." diye yalvardı. Üftâde de; "Sağlığımda kimseye
söylemezseniz getirelim." buyurdu. Hacı da söylemeyeceğine söz verince, Üftâde
hazretleri adamın yönünü kıbleye doğru çevirdikten sonra; "Şimdi bakınız! Kâbe-i
muazzamanın yanındaki namaz kılan şu kimseler hanımın ve çocukların değil mi?"
buyurdu. Adam hayretle binlerce kilometre uzakta bulunan Kâbe'nin yanındaki
çocuklarını gördü. Üftâde, namaz kılan çocuklara hitâb ederek; "Annenizle
birlikte, Harem-i şerîfin dışındaki deveye binip acele geliniz!" buyurdu.
Çocuklar, namazlarını bitirir bitirmez annelerini aldılar ve dışarı çıktılar.
Dışarda bir devenin beklediğini gördüler. Üçü birden deveye binip Bursa'ya doğru
sürdüler. Devenin her adımı, gözün göre bildiği uzaklığı katediyordu. Kısa bir
zaman sonra deve, çocuklarla birlikte yanlarına geldi. Üftâde, deveye bir şeyler
söyleyince, birden kayboldu. O, hacıya da; "Bunu sakın kimseye söyleme!" diye
tekrâr tenbih eyledi.
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
sevdiklerinden Baba Tarak anlatır: “Balıkçı idim. Balık avlar, onunla
geçinirdim. Bir seher vakti Yahyâ Efendi hazretlerinin dergâhına vardım. Beni
gördükte; “Gel, teknen ile beni denizde bir gezdiriver. Allahü teâlânın
kudretini düşünelim. Deryâyı bir güzel seyredelim.” buyurdu. Ben de; “Başüstüne
efendim!” dedim. Hemen gidip kayığa bindik. Yahyâ Efendi hazretleri kayığa
oturdu. Kıyıdan biraz ayrılınca, gönlümü bir üzüntü kapladı. Gam ile doldum.
Zîrâ hanımım bana o gece fakirlikten yakınıp; “Evin ihtiyâcını
karşılayamıyorsun. Bak kızın yetişti. Çeyizi bile yok. Sen ise durmadan Yahyâ
Efendiye gidersin. O da böylece seni işten alıkoymaktadır. Kuru kuruya gezmek
hangi akıl îcâbıdır." demişti. Gece söylediği bu sözleri hatırıma gelmişti.
Kimseye bir şey söylememiştim. Birden Yahyâ Efendi hazretleri bana; “Evlâdım!
Yanında balık tutmaya ağın var mı?” diye sordu. Ben de; “Efendim, denizde balık
olmayınca, ağ olmuş neye yarar.” diye cevap verdim. Yahyâ Efendi yine; “Balık
yok ise üzülme. Allahü teâlâ sana rızkını elbet ihsân ediverir. Ağı bana ver.
Şimdi sana Allahü teâlânın kudretini göstereceğim.” buyurdu. Yahyâ Efendi bu
sözü söyler söylemez denizin yüzü balıkla dolup kaynamaya başladı. Ağı attı, içi
balıkla doldu. Onları kayığın içine boşalttı. Herbiri iri iri, tâze kefallerdi.
Bana dönüp; “Evlâdım! Şimdi beni kenara bırak, sen de balıkları satmaya git. Bu
balıklar ne kadar para ederse, onunla kızına babalık yap. Çeyizini alıp,
hazırla. Hanımının da istedikleri böylece yerine gelsin.” buyurdu. O zaman ben
hayretler içinde kaldım. Zîrâ benim üzüntü sebebimi anlamıştı. Hemen Yahyâ
Efendi hazretlerini kıyıya bıraktım ve balıkları pazarda satmaya gittim.
Balıkları satıp parasını getirerek, durumu hanıma anlatıp parayı saydım. Hanım
buna çok sevindi. Bütün ihtiyaçları karşıladım. Çeyizi aldık. Hanım ondan sonra
bana karşı hiç huysuzluk yapmaz oldu. Sonra koşarak Yahyâ Efendi hazretlerinin
huzûruna geldim. Beni tebessüm ile karşıladı ve; “Balığı şu kadara sattın ve
ihtiyaçlarını da karşıladın herhalde.” buyurdular. Ben de; “Evet efendim. Size
canım fedâ olsun. Bize kereminizle yardım ettiniz.” dedim. Sonra bana; “Ey Baba
Tarak! Sen bu sırrı kimseye söyleme. Allah için yayma. Bizdeki yardım doğrudur.
Kısmetmiş ve senin hakkın olmuştur.” buyurdu.”
Büyük velîlerden Seyyid
Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin daha küçüklüğünde
garip halleri görüldü. Bir gün annesi ile berâber şehrin dışında gidiyorlardı.
Âniden bir kimse geldi. Yahyâ Şirvânî’nin elinden tuttu. Havaya yükselip gözden
kayboldular. Bu hâli gören annesinin içine korku düştü. Üzülüp ağlamaya başladı.
Çâresiz kalıp, hiçbir yere de gidemedi. Şaşkınlık içinde ne yapacağını bilemedi.
Bir de baktı ki, biraz sonra oğlu Seyyid Yahyâ Şirvânî yanında duruyor.
Kavuşmanın sevinç ve şaşkınlığı ile oğluna; “Oğul nereye gittiniz? Ben üzüntüden
helâk olacaktım!” dedi. Seyyid Yahyâ da; “Bir yere vardık. Orada bu dînin ileri
gelenlerinden birçok kimse vardı. Beni ortalarına aldılar. Hepsi bana iltifât
etti. Hayır duâ buyurdular. İçlerinden biri ayağa kalkıp, bunu (Yahyâ Şirvânî’yi)
bana satın dedi.
Beni ona teslim ettiler. O
zât bana, şimdi annenin yanına git. Ben seni yine bulurum dedi. Bunun üzerine
kendimi burada buldum.” dedi.
Seyyid Yahyâ Şirvânî
hazretlerinin talebesi Mîr Gülle anlatır: Seyyid Yahyâ hazretleri çok
merhâmetliydi. Bir gün talebeleriyle şehir dışına gezintiye çıktı. Bir nehir
kenarına geldiklerinde, Seyyid Yahyâ hazretleri bir kilim üzerine oturdu.
Talebeleri de her biri bir iş için etrâfa dağıldılar. O sırada zâlim bir kişi av
peşine düşmüş ve oraya gelmişti. Bu kişi Seyyid Yahyâ hazretlerini tanımayıp
ona; “Hey âşık! Gel şu matarayı al, su doldur getir içeyim.” diye seslendi.
Seyyid hazretleri tefekkür hâlinde olduğundan söylediğini duymadı. O zaman o
zâlim kişi atından inip nehre su almaya gitti. O sırada da Seyyid hazretleri
yerinden kalkıp nehirden su almakta olan kişiye hitâben; “Hey kan içici adam ne
yapıyorsun?” diye seslendi. O kişi suyu harâretle içmek üzere iken mataradaki
suyu döktü. Su kan olmuştu. Tekrar doldurduğunda yine kan olduğunu gördü. Bunun
üzerine hemen yaptıklarına pişman olup, Seyyid Yahyâ hazretlerinin ayaklarına
kapandı. Talebeleri arasına girdi.
Âriflerin ve evliyânın
büyüklerinden ve meşhûrlarından Yâkût-i Arşî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin kerâmetlerinden biri şuydu: Kendisine yemesi için bir yemek
getirilse ve o yemek şüpheli olsa, o yemeğin üzerinde bir zulmet ve ağırlık
olduğunu hissederek, aslâ yemezdi ve terkederdi.
İŞ
HİZMETTE
Yûnus Emre,
mânevî, bir işâret alarak,
Vardı Tapduk Emre'nin
hizmetine koşarak.
Otuz yıl hizmet edip,
zannetti ki, kendinde,
İlerleme olmadı, mânevî
âleminde.
Üzüntüden kendini, atıverdi
dağlara,
Baş açık, yalın ayak,
dolaşırken bir ara,
Bir gün iki kişiye, rastladı
birden bire,
Onları çok severek, dost
oldu onlar ile.
Yemek vakti gelince, duâ
etti birisi,
O anda indi gökten, yemek
dolu bir tepsi.
Üçü de yiyip içip,
şükrettiler Allah'a,
Akşam vakti öbürü, duâ etti
bir daha.
Yine aynı şekilde, bir tepsi
indi gökten,
Öyle ki bu yemekler, nefisti
ötekinden.
Üçüncüde Yûnus'a dönerek o
müminler;
"Sıra sende, şimdi de, sen
duâ et." dediler.
O zaman Yûnus Emre, kaldırdı
ellerini,
Dedi ki: "Yâ İlâhî, mahcup
eyleme beni.
Onlar kimin ismiyle, duâ
ettiler ise,
O zâtın hürmetine, bir sofra
gönder bize."
Duâsı biter bitmez, baktılar
biraz sonra,
İndi gökten bu sefer, daha
büyük bir sofra.
Dediler: "Ey arkadaş, nasıl
oldu bu öyle,
Sen kimin hürmetine, duâ
ettin ki böyle?"
Dedi ki: "Siz söyleyin, siz
nasıl ederdiniz?
Siz kimin yüzü suyu,
hürmetine derdiniz?"
Dediler: "Taptuk Emre,
yanında hizmet yapan,
Yûnus'un hürmetine,
istiyorduk her zaman."
Yûnus bunu duyunca, dergâha
döndü yine,
Yattı Taptuk Emre'nin,
kapısının önüne.
O zaman hocasının,
görmüyordu gözleri,
Evde, el yordamıyla,
yürüyordu ekseri.
Çıkıyorken, ayağı, takılınca
bir şeye,
Dedi: "Bizim Yûnus mu, gelip
yatmış eşiğe."
Ve elinden tutarak, kaldırdı
onu yerden,
Yûnus, Yûnusluğunu,
kazanmıştı o günden.
Dağdan odun taşırdı,
yıllarca o dergâha,
O mânevî kapıdan, ayrılmadı
bir daha.
Yûnus unutulmadı, yüzyıllar
geçse bile,
Zîrâ hizmet etmişti,
üstâdına zevk ile.
Evliyânın büyülerinden
Yûsuf Mahdûm (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhında çok talebe
bulunduğundan, su yetmiyordu. Bunun için bir yerden su getirilmesi gerekiyordu.
Bu durum Yûsuf Mahdûm’a arz edilince; “Dergâhımızda âb-ı hayat gibi su varken,
uzaktan su getirmeye ne lüzum var?” buyurup, ellerinde bulunan asâsı ile
dergâhın avlusunda münâsip bir yeri işâret etti. Orası kazıldığında, fazla
derine inmeden, çok tatlı ve güzel bir su çıktı. Yûsuf Mahdûm, sonra şöyle
buyurdu: “Talebeler belki her zaman su çekecek bir kap bulamazlar, bu sebeple
zahmet çekebilirler. Ey su! Kuyunun ağzına yüksel!” buyurdu. Su, Allahü teâlânın
izni ile tam kuyunun ağzına kadar geldi, fakat bir damla bile taşmadı. Hâlen
kuyu, ağızına kadar su dolu hâldedir. Kullanmakla hiç eksilmeyip, Şirvan
halkının îtibâr ettiği ve kıymet verdiği bir sudur.
Büyük velîlerden ve Mısır’da
yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Zekeriyyâ Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Ramazân-ı şerîfin son on gününde, Câmi-ül-Ezher’de îtikâfta
bulunurdu. Bu sırada Şamlı bir tüccar geldi. Zekeriyyâ Ensârî’ye; “Gözlerim
görmüyor, herkes, sen duâ edersen, Allahü teâlânın senin duânı kabûl edeceğini,
senin duân hürmetine gözlerimin açılacağını söylediler.” dedi. Zekeriyyâ Ensârî,
Allahü teâlâya onun gözlerinin görmesi için duâ etti. O tüccara da; “Allahü
teâlâ duâmı kabûl etti. Fakat sen buradan ayrıldıktan bir süre sonra gözlerin
açılacak.” dedi. Tüccar kalmakta ısrar edince, Zekeriyyâ Ensârî; “Eğer
gözlerinin görmesini istiyorsan buradan gitmen gerekiyor.” dedi. Tüccar bunun
üzerine oradan ayrıldı. Gazze’ye gelince gözleri açıldı. Bir mektup yazarak
gözlerinin açıldığını Zekeriyyâ Ensarî’ye bildirdi. Zekeriyyâ Ensârî ona cevap
olarak; “Eğer Mısır’a gelirsen tekrar gözlerin kapanır.” diye bir mektup yazdı.
Tüccar vefât edinceye kadar Kudüs’te kaldı.”
Tâbiînin büyüklerinden,
oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Abdülmelik bin
Mervan, Haccâc’a; “Abdülmuttalib’in oğullarını öldürmekten çok sakın, onlara iyi
muâmele et!” diye bir mektup yazarak gizlice gönderdi. Bu, Zeynelâbidîn’e mâlûm
oldu. O da Abdülmelik bin Mervan’a; “Falan gün ve saatte Haccâc’a şöyle bir
mektup yazdın. Resûlullah bana, bu yaptığının Allahü teâlânın katında makbul
olduğunu, bunun karşılığı olarak da mülkün sende sâbit kalıp, pâdişâhlık
zamânının biraz daha arttırıldığını haber verdi.” diye bir mektup yazdı. Ve bunu
kendi devesiyle birine verip gönderdi. Abdülmelik mektuptaki târih ile yazdığı
târihin aynı olduğunu görünce hayret etti. Deveye götürebileceği kadar hediyeler
yükletip Zeynelâbidîn’e gönderdi.
ALTIN
TUTAN BALIKLAR
Evliyânın büyüğü olan
Zünnûn-i Mısrî,
Allahü teâlânın, aşkıyle
yanan biri.
Gemiyle yolculuğa, çıkmış
idi bir ara,
Bir yolcu, cüzdanını,
kaptırdı hırsızlara.
Arayıp bulamadı, o cüzdanı
alanı,
Parası gittiğinden, sıkıldı
hayli canı.
Gemide bulunanlar, Zünnûn
hazretlerine,
Dediler ki: "Sen aldın,
çıkar ver sâhibine."
Ne kadar "Ben almadım."
dediyse de onlara,
Mârûz kaldı yine de, çok
ağır ithâmlara.
Başlayacaklardı ki,
işkenceye, dövmeye,
O başladı Allah'a, kalbden
duâ etmeye:
"Yâ Rabbî, senden gayri,
kapı yok yalvaracak,
Suçum olmadığını, sen
biliyorsun ancak.
Hakâret ediyorlar,
dövecekler hem dahi,
Beni bu zâlimlerden, sen
kurtar yâ İlâhî!"
O, kalbinden gizlice, böyle
duâ edince,
Bir anda suyun yüzü, balık
doldu bir nice.
Birer altın vardı ki,
ağzında her birinin,
Sanki yarışırlardı, Zünnûn'a
vermek için.
Alıp verdi onlara, birinden
tek altını,
Şaşkına çevirmişti, bu hâl
gemi halkını.
Onlar bunu görünce, geldiler
hep insâfa,
İşkence eylemekten, vaz
geçtiler bu defâ.
Anladılar Allah'ın has kulu
olduğunu,
Dediler: "Başka biri,
almıştır elbet onu."
Biri çıkıp dedi ki: "Ben
almıştım vallahi,
Bu zâtın hürmetine, affedin
beni dahi."
Balıklar böyle yardım,
edince bu velîye,
Ona Zünnûn dediler, Balık
sâhibi diye.
Aşk-ı İlâhî ile, yanıyordu
kalbi hep,
Rabbinden gayrisinden,
etmezdi bir şey talep
Doğru yolu bulması,
anlatılır şöylece:
Bir yerde fakirlerle,
sabahladı bir gece.
Ertesi gün o yerde, buldu
bir küp altını,
Ve açtı merak edip, üstünün
kapağını.
Çevirip baktığında, neşe
doldu yüzünde,
Zîrâ Allah yazısı, var idi
iç yüzünde.
Gerçi velî değildi, o
zamanlar kendisi,
Lâkin Hak teâlâya, pekçok
idi sevgisi.
Dağıttı altınları,
fakirlerin hepsine,
Yalnızca o kapağı, ayırdı
kendisine.
Kârlı buldu kendini, o
kapağı alarak,
Ona göre altından
kıymetliydi o kapak.
O Allah yazısını, öpüp koydu
başına.
O gece nûrlu bir zât,
girerek rüyâsına.
Buyurdu ki: "Dün gece,
buldun bir küp altını,
Kapağının içinde, gördün
Allah adını.
Ve çok kıymet vererek, sen
Rabbinin adına,
Yazı olan kapağı, tercih
ettin altına.
Mâdem Allah ismini, tuttun
sen böyle azîz,
Seni dahi yüceltsin, azîz
etsin Rabbimiz."
Uyanınca gördü ki, pekçok
idi sevinci,
Zîrâ baktı tamâmen, nûr
dolmuş kalbi, içi.
Zâten yaratılıştan, müsâitti
bu yola,
Oldu kısa zamanda, o da
büyük evliya |