KERÂMET (O
- Ş)
Büyük velîlerden Şeyh
Osman bin Merzûk el-Kureşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak, Şeyh Ahmed bin Berekât şöyle anlatır: Şam'a gidiyorduk. Üç gün üç
gece yiyecek ve içecek bir şey bulamadık. Şiddetli açlık ve susuzluktan adım
atamaz hâle geldim. Şeyh Osman hazretleri benim bu hâlimi görünce; "Kumdan küçük
bir tepe üzerine çıktı ve iki eli ile kum aldı. Benim elime verdi. Kumlar elime
değince, yiyecek gıdâ oldu, doyuncaya kadar yedim. Sonra Şeyh Osman hazretleri
eli ile yere vurdu. Hemen tatlı bir su çıktı. Kana kana içtim. Bu onun açık bir
kerâmetiydi."
Irak'ta yaşamış
olan evliyâdan Şeyh Ömer Ziyâeddîn Tavîlî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerini, Senendec müftüsü Molla Lütfullah Efendi, birkaç defâ evine dâvet
etti. Ömer Ziyâeddîn hazretleri bir mâzeret beyân ederek dâvete icâbet etmedi.
Bir gün müftünün ısrarlı dâveti karşısında onu kıramadı. Yanında bulunanlarla
birlikte dâvete icâbet etti. Müftünün evinin kapısına geldiği zaman eşiğin
önünde durdu ve; “Estağfirullah.” diyerek birkaç adım geri çekildi. Ev
sâhibinden kazma ve kürek istedi. Onun emri üzerine eşiğin bulunduğu yer bir
insan boyu kazıldı. Bu derinliğe ulaştıklarında bir mermer taşın olduğu görüldü.
Taş yukarıya çıkartıldığında üzerinde “Bismillâhirrahmânirrahîm, lâ ilâhe
illallah Muhammedün resûlullah” yazısının bulunduğunu hayretle gördüler. Ömer
Ziyâeddîn hazretleri; “Kapı eşiği altında böyle bir yazı varken, üzerinden nasıl
atlayıp geçebiliriz.” buyurarak bir kerâmetini izhâr etti.
Şam'ın büyük velîlerinden
Rislan Dımeşkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Ebû
Ahmed Muhammed bin el-Kürdî şöyle anlatır: "Rislân ed-Dımeşkî
hazretlerini, bir defâsında Şam'ın dışında gördüm eline çakıl alıp, havaya
atıyordu. Ne yapıyorsun? diye sorunca, İslâm askerleri, kâfir ordusu ile
çarpışıyor. Onlar, düşman üzerine oktur. Kâfir askerlerini öldürmek için
atıyorum dedi. Sonra askerler Şam'a dönünce şöyle anlattılar: Savaş sırasında,
gökten düşman askerlerinin üstüne çakıl taşları düşüyordu. Kime isâbet etse
öldürüyordu. Hattâ çakıllardan biri bir süvâriye isâbet etti, atı da kendi de
düşüp öldü. Böylece çok düşman askeri kırıldı."
Konya'nın büyük velîlerinden
Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Konya'ya geldiğinde, Çeşme
Kapısı içindeki bir mescidde imâmlık yapmaya başladı. O günlerde kendisini kimse
tanımaz ve îtibâr etmezdi. O da tanınmayı istemezdi. Bir gün Selçuklu Sultanı
Alâeddîn'e, şahdan kıymetli bir cevher hediye geldi. Sultan, kuyumcubaşısını
çağırıp cevheri süslemesini emretti. Kuyumcubaşı, cevheri alıp giderken düşürdü.
Sultan Alâeddîn cevherin düştüğünü görünce, veziri Sâhib-i Atâ'yı gönderip onu
aldırdı ve bir yerde muhâfaza etmesini söyledi.
Kuyumcubaşı dükkanına
gelince, yolda cevherin düştüğünü anladığında korkudan rengi sarardı ve feryâd
edip; "Mahvoldum." dedi. Aklı başına geldiğinde, büyük bir üzüntü içinde bu
hâlini yakınındaki câmide bulunan Sadreddîn-i Konevî'ye arz etmek istedi.
Sadreddîn hazretleri onun hâlini öğrenince; "Ey kuyumcubaşı! Eğer sır aramızda
kalır da kimseye söylemezsen, cevheri bulmamız kolay olur." buyurdu. Kuyumcu
buna sevinip söz verdi. O zaman Sadreddîn-i Konevî hazretleri bir mikdâr toprak
getirtip cevherin büyüklüğünü sordu. Kuyumcubaşı da; "Yumurta kadar." deyince,
Sadreddîn hazretleri mübârek ağzının suyundan bir mikdâr katıp çamuru güneşte
kuruttu. Çok geçmeden o toprak parçası misli bulunmayan bir cevher hâline
dönüverdi. Sadreddîn hazretleri cevheri kuyumcuya verdi. Kuyumcu çok sevinip
hemen onu Sultan Alâeddîn'e götürdü. Sultan cevheri görünce, hayretler içinde
kaldı. Vezîri Sâhib-i Atâ'ya emredip önceki cevheri getirtti. Vezir cevheri
getirip Sultanın huzûruna koydu. Kuyumcudan bu işin sırrını açıklamasını
istediler. Kuyumcu çâresiz kalıp başından geçenleri tek tek Sultana anlatıp,
Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin kerâmetini haber verdi. Sultan derhal
hazırlanıp, Sadreddîn-i Konevî hazretlerini ziyâret için onun mescidine koştu.
Sultanın, Sadreddîn-i Konevî
hazretlerini ziyâret ettiği mevsim, narların olgunlaştığı sonbahar mevsimi idi.
Sadreddîn-i Konevî hazretleri ona bir tas içinde nar hediye etti ve bunları
götürmesini söyledi. Sultan bu narları alıp sarayına döndü. Kaptaki narlara
baktığında her birinin mücevher hâline döndüğünü gördü. Bunun bir kerâmet
olduğunu anladı ve Sadreddîn-i Konevî'ye karşı sevgisi daha da fazlalaştı.
Sonradan bu mücevherlerle Konya iç kalesini yaptırdığı rivâyet edilmektedir.
Saltuk Türkî
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri büyük velîlerdendir. Aralarında Seyyid Behram Şâh Haydârî'nin de
bulunduğu îtimâd edilir bir cemâat, topluluk şöyle anlattılar: "Saltuk Türkî'nin
bulunduğu şehirden mevcudu binden az bir grup, düşmanla muhârebe etmek üzere
yola çıkmışlardı. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Saltuk Türkî, bulunduğu
yerde ayağa kalkıp, muhârebe eder gibi hareketlerde bulundu. Vücûdundan kanlar
aktı. Yanında bulunanlar kanları sildiler. Üç saat böyle devâm etti. Sonra
oturup, sükûn buldu. Yanındakiler, bunun sebebini sordular. "Birkaç gün önce
buradan ayrılanların karşısına, büyük bir düşman kuvveti çıktı. Sayıları üç bine
yaklaşıyordu. Müslümanların zayıf olduğunu anlayınca, Allahü teâlânın izni ile
onlara katıldım. Düşmana karşı ben de harb ettim. Müslümanlardan üç kişi şehîd
oldu. Onlardan ilk grup, yedi gün sonra buraya gelecekler." dedi. Bunun üzerine
yanında bulunanlar, o günün târihini attılar. Yedi gün sonra, ilk grup gelmeye
başladı. Gelenler, evlerine gitmeden önce Saltuk Türkî'nin zâviyesine geldiler
ve Saltuk Türkî'nin önünde boyunlarını büktüler; "Uzun zamandan beri senin
büyüklüğünü, senin kıymetini bilemedik. Ey Allah'ın velîsi! Biz bin kişiden
azdık. Üç bin civârında kâfir karşımıza çıktı. Tam, mağlûb olup helâk olacağımız
sırada sen yetiştin. Bizim ile berâber harb ettin. Biz seni görüyorduk. Onları,
Allahü teâlânın izni ile üzerimizden def ettin. Sağ-sâlim onlardan kurtulduk."
dediler. On gün sonra geride kalanlar da geldi. Onlar da aynı şekilde
anlattılar.
Bir hıristiyan, Saltuk Türkî
hazretlerine gelip; "Efendim! Fransızlar, kardeşimi, elinde bulunan ticâret malı
ile berâber esir aldılar, hâlbuki onlar da hıristiyandır." dedi. O zaman Saltuk
Türkî, hıristiyana; "Eğer kardeşinin esirlikten kurtulmasını temin edersem
müslüman olur musun?" dedi. Hıristiyan; "Evet olurum." diye cevap verdi. Bunun
üzerine SaltukTürkî, bir müddet olduğu yere çöktü. "Kardeşin kurtuldu. Yakında
gelecek!" buyurdu. Birkaç gün sonra esir, yanında malları ile geldi ve şöyle
anlattı; "Biz falanca gün otururken, alaca bir doğan gelip; "Ben Saltuk
Türkî'yim." dedi ve beni esir alan şahsın başını kesti. Onlar bunu görünce, beni
ve yanımdakileri serbest bıraktılar. Bu hâdise, üzerine iki hıristiyan kardeş,
çoluk-çocukları ve daha pekçok kimse ile berâber müslüman oldular.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr
külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında nakledilir ki,
Emîr Külâl bir imâret yaptırmakta idi. Bu binânın inşâsı için pekçok kimse
toplanmış çalışıyordu. Bir gün Emîr Külâl, âniden evine gitti. O gidince, orada
çalışanlar dediler ki: "Emîr Külâl gerçekten velî ise, bizim her birimize birer
sıcak ekmek verir. Bir müddet sonra Emîr Külâl geldi. Yanında hiçbir şey yoktu.
Yerine oturunca, binânın inşâsında çalışanlardan bâzıları bir birine; "Eğer velî
olsaydı, bizim arzu ettiğimiz şeyi getirirdi." diyerek, aralarında konuşmaya
başladılar. Daha sonra onlar böyle konuşurlarken, Emîr Külâl hemen ayağa kalkıp;
"Ey tahammülsüzler, işte istediğiniz!" diyerek, elini koltuğunun altına sokup,
herbirine sıcak bir ekmek çıkarıp verdi. Onlar da söyledikleri sözlerden dolayı
pişman olup, tövbe ettiler. Bundan sonra, Emîr Külâl hazretleri onlara buyurdu
ki: "Ey dostlarım, biz arzu ederiz ki, siz bizden âhireti, âhirette kurtulmayı
taleb ediniz. Nefsinizin istekelrini terkediniz ki, âhirette utanıp, mahcûb
olmayasanız. Eğer şükrederseniz, Alahü teâlâ size her istediğinizi ihsân eder.
Bu dünyâda ne yaparsak âhirette onun karşılığını bulacağız. Ey dostlar, dikkat
ediniz ve uyanık olunuz! Bir kimse hevâ ve hevesinden vazgeçmedikçe, tuzağına av
düşmeyen ve eli boş kalan avcı gibidir. Eğer insan, Allahü teâlâyı unutur,
gaflete dalarsa, belâya ve musîbete düşer. Ne yazık ki, ömür bitmek üzere olduğu
hâlde, insan dünyâlıklara dalmış, nefsinin esîri olmuş ve âhiret yolculuğunu
unutmuş, ihmâl etmiştir.
Muhammed Bâbâ Semmâsî
hazretleri'nin talebelerinden bir kısmı, Emîr Külâl hazretlerine,
evliyânın kerâmetinden sordular. Buyurdular ki: "Evliyânın kerâmeti haktır.
Aklen ve naklen câizdir. Bu hususta evliyâdan çok nakiller vardır. Mâlûm ve
meşhûr olup, hiç şüphe yoktur. Kalbi îmân nûruyla aydınlanmış olan herkes,
evliyânın kerâmetine inanır ve bu hususta hiç şüphe etmez. Buna misâl çoktur.
Süleymân aleyhisselâmın vezîri Âsaf'ın, Saba melîkesi Belkîs'in tahtını bir ânda
Sana'dan Kudüs'e getirmesi gibi. Bir başka misâl, hazret-i Ömer, bir defâsında
Medîne-i münevverede mescidde, Peygamber efendimizin mimberi üzerinde hutbe
okuyordu. Bu sırada çok uzaklarda düşmanla cihâda çıkmış olan İslâm ordusunun
tehlikeli bir durumda olduğunu görüp, ordu kumandanına; "Yâ Sâriye, dağa dağa!"
buyurdu. Uzakta olan kumandan Sâriye ve ordunun erleri, bu sesi duyup dağa
çekildi. Düşmanın tehlikeli hücumundan korundu. Bu, apaçık bir kerâmettir. Eğer
bir kimse, bu kerâmet, mûcizeden aşağı değil derse, bu yanlıştır. Çünkü, hiç bir
velî, Peygamber derecesinde olamaz. Evliyâ-i kirâm buyurmuşlardır ki: "Evliyâdan
meydana gelen kerâmet, Peygamber efendimizin mûcizesinden dolayıdır ve
peygamberin peygamberliğini tasdîk eder. Ona tâbi olmayı gösterir. Eğer
peygamberler doğru sözlü olmasaydı, evliyânın kerâmeti de hâsıl olmazdı. Çünkü
evliyâ, Nebî'ye tâbi olmuştur."
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Sivâsî Abdülmecîd Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili
olarak Şeyh Lütfi Efendi Hediyyetü'l-İhvân adlı eserinde bildiriyor ki: Lemezât
kitâbı sâhibi Şeyh Hulvî Mahmûd Efendi şöyle nakletti: "Kocamustafapaşa
Dergahında irşâdla vazîfeli olan hocam Necmeddîn Hasan Efendi ikinci defâ hacca
gittiklerinde vedâ edecekleri zaman bana; "Hulvî Çelebi! Olgun ve
olgunlaştırabilen kardeşlerimizden kime kalbin meylederse ondan tasavvuf
yolculuğunu tamamla!" deyince, kalbimde Sivâsî Abdülmecîd Efendiye karşı bir
meyl ve muhabbet peydâ oldu. Bilâhare Şeyhî Abdülmecîd Sivâsî'nin huzûruna varıp
hâlimi arz ettim. Bana Halvetiyye yolunun usûlüne göre zikir telkîn etti ve
hocana teveccüh et buyurdu. Onun bildirdiği şekilde zikirle meşgûl oldum. 1610
senesi Rebîulevvel ayının on beşinci günü tekrar huzûruna vardığımda zikir
telkîninde bulunduktan sonra bana; "Bundan sonra bize teveccüh et!" dedi. Ben,
kendi kendime, her defâsında hocana teveccüh et diyordu bunda ise "Bize teveccüh
et." dedi. Bunun bir hikmeti vardır; diye düşündüm. Aradan bir müddet geçince,
hocam Necmeddîn Hasan Efendiyle hacca gidenler döndü. Fakat hocamı onlar
arasında göremedim. Sorduğumda, Necmeddîn Hasan Efendinin, Abdülmecîd Sivâsî
hazretlerinin; "Bize teveccüh edin." buyurduğu zaman Yemen'de vefât ettiğini
öğrendim. Abdülmecîd Sivâsî hazretlerinin huzûruna girip; "Sultanım bu ne büyük
kerâmettir." dediğimde; "Hulvî Efendi! Görünen kerâmete îtibâr edilmez. Asıl
kerâmet mânevî kerâmet olup İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktır." buyurdu.
DUÂ ÇINARI
Somuncu Baba
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Niğbolu’dan dönünce,
Yıldırım Bâyezîd Han,
Bir câmi yaptırmayı,
düşünmüştü bir zaman.
Bursa Ulu Câmiyi, inşâya
etti niyet,
Câminin yapılması, sona erdi
nihâyet.
Bir Cuma günü idi, ilân
edildi o gün,
"Câmi, merâsim ile,
açılacaktır bu gün"
O gün, başta pâdişâh, dâmâdı
Emir Sultan
Molla Fenârî ile, kim varsa
ulemâdan,
Hazır oldu her biri, hem de
hâfız olanlar,
Doldurmuştu câmiyi, Bursalı
müslümanlar.
Hutbe okumak için, pâdişâh
hazretleri,
O gün Emir Sultan’a,
verdiğinde bu emri,
Dâmâdı Emir Sultan, emre
peki diyerek,
Ve
Somuncu Baba’yı, eliyle göstererek,
.
Arz etti ki: “Sultanım, baş
üstüne ve fakat,
Hutbeyi okumağa, lâyıktır
ancak şu zât.”
O dahî mecbûr kaldı, emre
peki demeğe,
Kalkıp mimbere doğru,
başladı yürümeğe.
Geçerken de, Emîr’e, dedi
“Ey Emîrimiz,
Niçin böyle yapıp da, beni
ele verdiniz?”
O da ona cevâben, arz etti
ki: “Bu yerde,
Yok idi bir başkası, sizden
daha ilerde.”
Cemâat olanları, görüyor,
duyuyordu,
Bu sebepten durumu, çok
merak ediyordu,
Zîrâ Somuncu Baba, onların
nazarında,
Ekmek satan biriydi, Bursa
sokaklarında.
Bunun için bu işi,
etmişlerdi çok merak,
Ki Cumâ hutbesini, o nasıl
okuyacak?”
Çıktı Somuncu Baba, biraz
sonra mimbere,
Öyle bir hutbe irâd, etti ki
müminlere,
Asla duymamışlardı, böyle
bir hutbe onlar
Onun büyüklüğünü, o zaman
anladılar.
Hutbede Fatiha’nın, yirmi
ana ilimde,
Yedi türlü tefsîri,
yapılmıştı o günde.
Molla Fenârî dahî, demişti
ki ertesi:
“Onun büyüklüğüne, şâhittir
bu hutbesi.
Yedi türlü tefsirden, birincisini, yalnız
İyice anladılar, cemâatten
her şahıs.
İkinci tefsîrini, bir kısmı
anladılar,
Üçüncüsünü ise, çok azdı
anlıyanlar.
Dördüncü ve sonraki,
tefsîrlere gelince,
Onlardaki mânâlar, çok
yüksek ve pek ince,
Olduğundan onları, anlamadı
kimseler,
İlim ve mârifette, deryâ
imiş o meğer.”
Namaz sona erince, câmideki
cemâat,
Mübârek ellerini, öpmek
istedi, fakat,
Câminin üç kapısı, var idi
dışarıya,
Acep hangi kapıdan, çıkardı
bu evliyâ?
Lâkin üç kapıdan da, çıkan
seviniyordu,
Hepsi de, “Öpmek ile,
şereflendim” diyordu.
Sonra Molla Fenârî hânesine
giderek,
Talebesi olmağı, arzu
eylemişti pek.
Lâkin o, “Bu şehirde, sırrım
faş oldu” diye,
İstedi ki Bursa’dan, gitsin
başka bir il’e.
Bir sabah, bu niyetle,
çıkmıştı ki Bursa’dan,
Duyup Molla Fenârî, yetişti
arkasından.
“Bir çınarın dibinde, geri
döndürmek için,
Çok yalvardı ise de, mümkün
olmadı lâkin.
Bursa’ya doğru dönüp,
mübârek zât o ara,
Duâ etti Bursa’ya, hem de
Bursalılara.
Duâyı, o çınarın, dibinde
etti diye,
Bu gün Duâ Çınarı, deniyor o
bölgeye.
Meşhur velîlerden Süfyân
bin Abdullah Yemenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir talebesinin, yabancı bir
kadına yaklaşmak istediğinde gözüküp, bir tokat vurdu. Talebenin gözleri görmez
oldu. Gelip ağlayarak yalvardı. Tövbe eder misin deyince, evet ederim dedi.
Bunun üzerine gözlerin açılır ama sonunda kör olarak ölürsün dedi. Bu talebesi
ölümünden birkaç gün önce kör oldu ve o hal üzere vefât etti.
Büyük velîlerden Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri devrinde, o zamânın en büyük
âlimlerinden İmâm-ı A'zam hazretleri, Süfyân-ı Sevrî hazretleri, Mis'âr bin
Kedâm ve Şüreyk, halîfe tarafından kâdı tâyin edilmek isteniyordu. Lâkin bunlar
bu mesûliyetli işten çekiniyorlardı. Halîfe Mensûr bunları yanına çağırttı.
İmâm-ı A'zam hazretleri yolda giderken arkadaşlarına; "Netîcenin nasıl olacağını
size tahmin edeyim mi? Ben yolunu ve çâresini bularak, Süfyân firâr ederek ve
Mis'âr kendini deli göstererek bu işten kurtuluruz. Şüreyk kâdı olur." buyurdu.
Nihâyet yolda giderken, Süfyân-ı Sevrî hazretleri; "Kâdı tâyin edilen kimse,
bıçaksız boğazlanmıştır." hadîs-i şerîfini düşünerek oradan uzaklaştı bir vapura
sığındı. "Beni gizleyiniz zîrâ öldürecekler." buyurdu. Gizlenip kâdı olmaktan
kurtuldu. İmâm-ı A'zamın buyurduğu gibi Şüreyk kâdı oldu.
Büyük velîlerden Süveyd
Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Osman Sincârî şöyle
anlatır: “Hocam Süveyd Sincârî ile Sincar’da bir sokakta giderdik. Hocam
bir adamın bir kadına dikkatli bir şekilde baktığını gördü. Adam gözü ve gönlü
ile ona yönelmişti. Hocam ona yaklaşıp haram olan bu işi yapmamasını bildirdi.
Lâkin adam bundan vazgeçmedi. Hocam o zaman; “Yâ Rabbî! Bunun bakışını al. Tâ ki
bir daha nâmahreme, yabancı kadınlara bakmasın.” buyurdu. O sırada adamın
gözleri görmez oldu. Aradan bir hafta geçtikten sonra o kişi Süveyd
hazretlerinin dergâhına gelip tövbe ve istiğfâr ederek günâh işlediğine pişman
olduğunu bildirdi. Gözlerinin açılması için duâ ricâ etti. Süveyd hazretleri
ellerini açıp; “Yâ Rabbî! Bunun görür hâle gelmesini nasîb eyle. Zîrâ o, tövbe
ve istiğfâr etti. Zâtına karşı özür diledi.” buyurdu. Bunun üzerine o kişinin
gözleri görmeye başladı. Sonradan o kişinin gözü harama değse derhal gözleri
görmez olur, haramdan uzak dursa görür hâle gelirdi.”
Süveyd Sincârî hazretleri
bir mescidde ibâdetle meşgûldü. O sırada içeri bir âmâ girdi. Kıbleyi bilemeyip
ters yöne namaza durdu. O zaman Sincârî hazretleri; “Yâ Rabbî! Bu kulunun gözünü
nûrun ile aydınlat.” buyurdu. Allahü teâlâ bu hâlis duâyı kabûl edip derhal o
kişinin gözleri görmeye başladı. O kişi, gözlerinin açıldığını anlayınca çok
sevindi ve yirmi sene daha yaşadı. Gözlerine hiç zarar gelmedi.
Ahmed bin Hâmid Sincârî
anlatır: Süveyd Sincârî hazretleriyle bir yıl hacca gittik. Çölde giderken su
bulamadık. Çok şiddetli susuzlukla karşı karşıya kaldık. Ölmeye az bir şey
kalmıştı. Süveyd hazretleri yanımızdan biraz ayrılıp az ileride iki rekat namaz
kıldı. Ben de onun gibi yaptım. Namazdan sonra ellerini açıp duâ etti. Sonra
yanında bulunan sert bir kaya parçasına ellerini dokundurdu. Hemen ondan bir su
fışkırdı. Çok lezzetliydi. Mübârek elleriyle bana su verdi. İçtim, susuzluğum
tamâmen geçti. Süveyd hazretleri de içti. Sonra elleriyle yine o taşa mesh edip
dokundular. Hemen önceki hâle döndü. Ondan sonra tam yedi gün hiçbir şey
yemedik. Aslâ açlık hissi duymadık.
Meşhûr velîlerden Şeyh
Hasan (rahmetullahi teâlâ aleyh) efendiyi sevenlerinden bir zât şöyle
anlatır: Borçluydum ve bir türlü ödeyemiyordum. Alacaklılar ise devamlı
sıkıştırıp para istiyorlardı. Bir Cumâ günü Hasan Efendinin vâzını dinledim. Bir
taraftan da içimden borcumu ödeyebilmem için duâ ettim. Vâzdan sonra Hasan
Efendinin elini öpmek için huzûruna vardım. Bana; "Beşiktaş'ta falan yere var.
Orada senin işini görürler. Durma, hemen git!" buyurdu. Beşiktaş'a gittim. Gemi
kaptanı kıyâfetinde birisi beni görüp, ismimi de söyledi; "Sen falan değil
misin?" dedi. Evet deyince, beni yanına alıp evine götürdü. Önüme içi para dolu
bir kese koydu. İçinde borcumu ödeyecek kadar para vardı. "Efendinin emri bu
kadardır." dedi. Bunun üzerine; "Sana bu haberi kim verdi." diye ısrarla sordum.
"Bize bir kimse gelip söylemedi. Gelmesine de lüzum yok. Bizim birimizin kalb
aynasında olan düşünce diğerimizin kalb aynasında akseder, mâlum olur." dedi."
Zâhirî ve bâtınî ilimleri
kendisinde toplayan İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Şeyh
İbrâhim bin Ali (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ahmed
Sayyâd el-Yemenî şöyle anlatır: "Bir defâsında Cebel bölgesinde bulunan büyük
zâtlardan birini ziyâret için Cebel'e gitmiştim. Orası bizim bulunduğumuz yere
bir günlük mesâfede idi. Oraya vardığımda, beni, o zâtın talebelerinden biri
karşıladı. Bana; "Sizin oralarda (Tihâme'de) bizim hocamız gibi büyük bir zât
var mıdır?" dedi. Anladım ki, bunlar, hocam fakîh İbrâhim hazretlerini
tanımıyorlardı. O talebeye cevâben; "Evet, var." dedim. O talebe hocamı
tanımadığı için, kendi hocasının daha üstün olduğunu söyledi. Aramızda böyle
biraz konuştuktan sonra, elimden tutarak beni hocasının huzûruna götürdü. Bana
bir şey yapılacağından çok korktum. Ben bu hâlde iken, birden hocam fakîh
İbrâhim hazretlerini yanımızda gördüm. Allahü teâlânın izni ile, aradaki bir
günlük yolu bir ânda gelmişti. Bana; "Filan kimseden mi korkuyorsun? Korkma!"
buyurdu. Sonra onların arasına girdi. Onlara; "Size gelen bu Sayyâd, size iyilik
yapmak istiyor. Siz ise onun kalbini kırıyorsunuz." buyurdu. Sonra elimden
tuttu. Oradan ayrıldık. Hocamın buna benzer kerâmetleri çoktur."
Samsun evliyasından Şeyh
Kutbeddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri için Abdülkâdir-i Geylânî
hazretlerinin torunu olduğu rivâyet edilmekte olup türbesi, Samsun Eski
Mezarlıkta kendi ismini taşıyan câminin yanındadır. Bir kerâmeti şöyle
anlatılır:
Rus donanmasının 1853 Sinop
baskını sırasında 3-5 savaş gemisi de Samsun açıklarına kadar gelerek şehri topa
tutar. Şehirde karşılık verebilecek bir kuvvet de bulunmamaktadır. Ancak Şeyh
Seyyid Kutbeddîn hazretlerinin bulunduğu eski mezarlıktan top atışları ile
karşılık verilir. Rus gemileri de bir miktar hasara uğradıktan sonra çekilip
gitmek mecbûriyetinde kalırlar.
Meşhûr velîlerden Şeyh
Reyhan Adenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin de aralarında
bulunduğu bir cemâat bir gece Aden surlarının kapılarının kapatılması sebebiyle
dışarda kalmışlardı. Geceyi Aden sâhilinde geçirmek mecburiyetinde kaldılar.
Gece vakti onu sevenlerden biri huzûruna varıp; "Acıktım. Canım herise yemek
istiyor." dedi. "Ben heriseci miyim?" dediyse de o kimse ısrar etti. Bunun
üzerine bir de baktı ki, önünde tabak içinde herise duruyor. Bu işin Reyhan bin
Abdullah hazretlerinin kerâmeti ile olduğunu anlayıp, bu defâ herisenin üzerine
yağ istedi. Şeyh hazretleri; "Şuna bakınız. Ben yağcı mıyım, bir de benden yağ
istiyor?" dedi. O kimse ısrar etti. Bunun üzerine ona bir kap verip; "Al şu kabı
git denizden su doldur gel de abdest alalım." dedi. Gidip suyu getirince, o
sudan herisenin üzerine biraz döktü. Kerâmetiyle döktüğü su gâyet nefis bir yağ
oldu. Hayatta o yemekten daha lezzetli bir yemek yemedi.
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hizmetinde bulunan Bekr
Dîneverî şöyle anlatır: "Hazret-i Şiblî'nin ömrünün son günlerinden bir cumâ
günüydü. Hastalığı biraz geçtiği için bana; "Câmiye gidelim." dedi. Berâber
giderken bana karşıdan gelmekte olan şahsı işâret etti ve; "Şu şahsı görüyor
musun?" deyince; "Evet." Diye cevap verdim. Bunun üzerine; "İşte onunla yarın
bizim işimiz olacak." dedi. O gece Şiblî hazretlerinin hastalığı arttı ve vefât
etti. Bana; "Falan yerde sâlih bir kimse var sabahleyin haber ver de cenâzeyi
yıkasın." dediler. Sabah olunca târif edilen zâtın evine gidip kapısını çaldım.
Hâne sâhibi; "Şiblî hazretleri vefât mı etti?" diye sorunca; "Evet." dedim.
Dışarı çıkınca bir de baktım ki, Şiblî hazretlerinin dün işâret ettikleri kimse
değil mi? Hayret ederek "Lâ ilâhe illallah" dedim. O zât; "Neden hayret ettin?"
deyince, Şiblî hazretlerinin, kendisini göstererek söylediklerini naklettim."
Evliyânın büyüklerinden ve
fıkıh âlimi Şihâbüddîn-i Sühreverdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Evliyâdan, yüksek mertebede bulunan birine, hiçbir kerâmet ve hârika
verilmiyebilir. Çünkü kerâmetler, yakîni, inanmayı arttırmak için verilir. Yakîn
ihsân edilen birinin kerâmetlere, hârikalara ihtiyâcı olmaz. Bütün bu
kerâmetler, Zât-ı ilâhînin zikrinden ve kalbin bu zikirle zînetlenmesinden
aşağıda kalır."
BAŞI YARIM
TIRAŞLI
Berberde saç tıraşı, olurken
Ebü'l-Vefâ,
Yarısında kalkarak, koşturdu
bir tarafa.
Berber bunu görünce, merak
sardı içini,
Çünkü anlamamıştı, ne için
gittiğini.
Ve lâkin geçer geçmez,
aradan yarım saat,
Gelip yine yerine, oturdu
mübârek zât.
Tıraş tamamlanırken, sordu
berber: "Efendim,
Öyle âcil nereye, gittiniz,
merak ettim?"
Buyurdu ki: "Gittiğim,
Irak'ta falan yerdir,
Orası bu diyârdan, bir
günlük mesâfedir.
Şimdi sen, yârın sabah, yola
çık, oraya git,
Şöyle şöyle bir kimse,
göreceksin o vakit.
Ona de ki: Denizde, seyahat
ederken siz,
Fırtınaya tutulup, batacaktı
geminiz.
O zaman dediniz ki,
"Kavuşursak felâha,
On bin dînar verelim, Seyyid
Ebü'l-Vefâ'ya."
Başı yarım tıraşlı, biri
geldi âniden,
Düzeltti geminizi,
kurtuldunuz sâlimen.
İşte onun yanından,
geliyorum bendeniz,
On bin dînar adağı, bana
teslîm ediniz!"
Berber gelip o zâtı, buldu
aynı şehirde,
Anlattı hâdiseyi, ona aynı
şekilde.
Adam hayret ederek, dinleyip
o berberi,
On bin dînarı verip,
gönderdi onu geri. |