|
KERÂMET (M
- N)
Bir gün bir dânişmend, kâdı
yardımcısı gelerek Lütfullah Efendi hazretlerine intisab edip talebe oldu.
Zâhiren onun üstünlüğünü kabûl ettiği halde, içinden kerâmet sâhibi olduğunu
kabullenmedi. Bir gece yarısından sonra Lütfullah Efendi dânişmendin odasının
kapısını vurdu ve; "Kalk abdest al, mescide gidelim." buyurdu. Dânişmend kalkıp
abdest aldı ve Lütfullah Efendiyi tâkib ederek mescide vardı. Lütfullah Efendi
bir köşede namaza durdu. Dânişmend de bir kenarda namaz kılmaya başladı. Bir
müddet sonra Lütfullah Efendi oturup sessizce Allahü teâlânın büyüklüğünü ve
O'nun nîmetlerinin sonsuzluğunu düşünmeye, murâkabe etmeye başladı. Başını önüne
eğdiği sırada, dânişmend onun yanına yaklaştı. Bakınca, Lütfullah Efendinin
kaftanının kalıp gibi durduğunu fakat içinde Lütfullah Efendinin olmadığını
gördü. Bu hal üzerine dânişmend heyecan ve korkuyla halsiz yere düştü. Biraz
sonra Lütfullah Efendi gelip danişmende; "Kalk!" dedi. Dânişmend kalkınca,
Lütfullah Efendi; "Batı ile doğu arasını gezdim, uyanık bir kimse bulamadım.
Ancak Edirne'de bir Hak âşığını kitaba bakarken, Keşiş Dağındaki bir râhibi de
puta taparken gördüm. Bir müddet sonra o Hak âşığı kimse dervişlerden olur, o
râhib de müslüman olup, Allahü teâlânın sevdiği bir kul olur." buyurdu.
Lütfullah Efendinin bu sözleri karşısında tamâmen şaşkınlaşan dânişmend, onun
kerâmet sâhibi büyük bir velî olduğunu kabûl etti.
Büyük velîlerden Ma'rûf-ı
Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Halîl Sayyâd
şöyle anlatır: Oğlum Muhammed kaybolmuştu. Annesi ve ben şaşkına dönmüştük.
Ma'rûf-ı Kerhî'ye geldim ve; "Ey Ebâ Mahfûz, oğlum kayboldu, annesinin aklı
başından gitti." dedim. "Ne istiyorsun buyurdu?" "Allah'a duâ edin de,
çocuğumuzu bize iâde etsin" dedim. "Yâ Rabbî, gök senin, yer senin,
arasındakiler de senin. Muhammed'i gönder" dedi. Şam kapısına geldim. Oğlumu
orada gördüm. "Oğlum Muhammed, geldin mi?" dedim. "Şimdi Enbâr şehrinde idim,
birden kendimi burada buldum." dedi.
Zebid şehrinde yetişen
evliyânın büyüklerinden Merzûk Sârifî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yaşadığı
dönemde Zamânın kâdısı Zebid’de bir câmi yaptırmıştı. Câmi inşâatı tamamlanmış,
mihrâbın yerleştirilmesine sıra gelmişti. Kalabalık bir cemâat toplanmıştı.
Merzûk Sârifî de cemâat arasındaydı. Zâten evi de, yeni yapılan
mescidin hemen yakınındaydı. Mihrâbın tam düzgün yerleştirilmediğini görünce,
kâdıya mürâcaat ederek durumu bildirdi. Kıble istikâmetinin tam o şeklide
olmadığını, biraz daha dönülmesi îcâb ettiğini söyledi. Kâdı ise bunu kabûl
etmedi ve muhâlefet etti. Merzûk Sârifî kâdıya; “Kıble böyledir. İnanmıyorsan
bak. İşte Kâbe-i muazzama!” buyurdu. Kâdı, Merzûk Sârifî’nin bildirdiği şekilde
durarak bakınca, Allahü teâlânın izniyle Merzûk Sârifî’nin bereketiyle, tam
karşısında Kâbe-i muazzamayı gördü. Orada bulunan cemâatin hepsi de gördüler.
Mihrâbı da, Merzûk Sârifî’nin bildirdiği şekilde yerleştirdiler.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bağdat'tayken Hâcı
Mahmûd Efendi isminde, servet sâhibi, kendisine bağlı bir talebesi vardı. Bu
zât, Mevlâna Hâlid'in şerefli hânekâhlarına ve diğer yerlere kendi eliyle yüz
bin kuruş harcayıp borçlanmıştı. Bir gün Mevlânâ Hâlid'in huzurlarına gidip;
"Efendim, borcumun çokluğundan dışarı çıkmaya yüzüm kalmadı." deyince, Mevlânâ
Hâlid hazretleri buyurdular ki: "Bir ay sabret." O, bunun üzerine; "Aman
efendim, sabra tâkatim kalmadı." diyerek iki defâ tekrarladı. Bu tekrar çok
yakınlığından ve samîmiyetindendi. Mevlânâ Hâlid de; "Mâdemki öyle, kaldır şu
hasırı istediğin kadar al." buyurdu. Mahmûd Efendi de hasırı kaldırdı ve altında
bir altın gördü. Altını aldı, başka bir altın gördü ve böylece her aldığı
altının yerinde yeni bir altın gördü. Yüz bin kuruş tamamlanıncaya kadar bu işe
devâm etti. Mahmûd Efendi bu kerâmeti görünce, Mevlânâ Hâlid'in ellerini öptü.
NÛR VE
ZİYÂ
Muhammed Bâbâ Semmâsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Allah adamlarından, çok
büyük bir velîdir,
Derecesi yüksek ve kerâmet
sâhibidir.
Ali Râmîtenî’nin, mübârek
sohbetinde,
Yetişerek kemâle, geldi
nihâyetinde.
Buhârâ’nın Semmâs nâm,
köyünde doğan bu zât,
Çok insan yetiştirip, orada
etti vefât.
Resûl’ün kalbindeki, ilim,
feyiz ve nûrlar,
Kalbden kalbe akarak, ona
vâsıl oldular.
Hocasından aldığı, nûrları o
da yine,
Seyyid Emîr Külâl’in, verdi
temiz kalbine.
Ayrıca Behâeddîn Buhârî’ye
de bu zât,
Çok teveccüh ederek,
ilgilenmişti bizzat.
Kasr-i Hinduvân diye, bir
köy vardı ki meşhur,
Behâeddîn Buhârî, bu beldede
doğmuştur.
Lâkin henüz doğmadan ve
işitilmeden adı,
Onun geleceğini, müjdeledi
üstâdı.
Şöyle ki, her geçişte, o,
Kasr-i Hinduvândan,
Derdi: “Bana bir koku,
geliyor ki buradan,
Zuhur eder bu yerde, çok
büyük bir evliyâ,
İnsanların kalbine, saçar o,
nûr ve ziyâ.”
Gelince yine bir gün, bu
bereketli yere,
Buyurdu ki: “O koku,
fazlalaşmış bu kere.
Öyle zannederim ki, o
gelmiştir dünyâya,
Büyüyüp yetişince, bu dîni
eder ihyâ.”
Bunu söylediğinde, hakîkaten
o velî,
Henüz üç gün olmuştu, bu
dünyâya geleli.
Dedesi, kucağına, alıp bu
torununu,
Ve Bâbâ Semmâsî’ye, getirdi
derhâl onu.
Görür görmez, kalbini, sardı
bir sevinç, huzûr,
Buyurdu: “O dediğim, büyük
zât işte budur.”
Şefkat ve muhabbetle,
bağrına bastı onu,
Buyurdu: “Evlâtlığa, kabûl
ettik biz bunu.”
Sonra Emîr Külâl’e, buyurdu
ki: “Ey oğlum,
Bunun yetişmesini, sana
ısmarlıyorum.”
Ne zaman ki gelmişti, o,
evlenme çağına,
Geldi Bâbâ Semmâs’ın,
mübârek ocağına.
Huzûruna çıkmadan, mescide
girdi önce,
Secdeye kapanarak, duâ etti
şöylece:
“İlâhî, belâlara, türlü
sıkıntılara,
Sabredebilmem için, güç
kuvvet ver bu kula.”
Oradan, üstâdının, yanına
gelir gelmez,
Buyurdu ki: “Evlâdım, öyle
duâ edilmez.
Allah’tan belâ değil, hep
âfiyet istenir,
Yâ Rab, beni rızâna, vâsıl
et demelidir.”
Beraber yemek yiyip, kavuştu
iltifâta,
Gözü ondan gayriyi,
görmüyordu âdetâ.
Yüksek teveccühüne, nâil
olup o yine,
Ellerini öperek dönüyorken
evine.
Ona bir ekmek verip, buyurdu
ki: “Evlâdım,
Al bunu, belki yolda, birine
olur lâzım.”
Düşündü ki “Yemeği, yemiştik
biz hâlbuki,
Verdikleri bu ekmek neye
lâzım olur ki?”
Yolda misâfir oldu, bir
fakirin evine,
Gördü ki muhtaç idi, bir
ekmek dilimine.
Ekmeği ona verip, öğrendi
hikmetini.
Anladı üstâdının, büyük
kerâmetini.
Yâ ilâhî, bu büyük velîler
hürmetine,
Nâil eyle bizleri, af ve
magfiretine.
Evliyânın büyüklerinden
Midyen bin Ahmed el-Eşmûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin, uzak
bir yerden gelmiş bir talebesi vardı. Bu talebe bir gün hocasına gelerek dedi
ki: “Efendim, siz de münâsip görürseniz, ben memleketime gidip oradaki mallarımı
satmayı, orası ile alâkayı kesip, burada tamâmen sizin yanınıza yerleşmeyi
istiyorum.” Onun bu fikrini münâsip gören hocası, izin verdi. O da memleketine
gitmek üzere yola çıktı. Memleketine vardığında, ineğini ve satılabilecek
mallarını sattı. Bunların ücreti olan altınları bir keseye koyup, onu da
sarığının arasına bağladı. Bundan sonra, hocasının yanına gitmek üzere yola
çıktı. Bir gemiye bindi. Bir gün kadar gittikten sonra bir fırtına çıktı. Çok
şiddetli esiyordu. Bu esnâda, o talebenin sarığı, şiddetli rüzgâr sebebiyle
başından uçup suya düştü. Böylece altınlar da gitmiş oldu. O talebe, bunda da
bir hikmet bulunduğunu düşünerek yola devâm etti.
Hocasının yanına geldiğinde,
başından geçenleri ona anlattı. Bunları dikkatle dinleyen hocası, tebessüm edip,
üzerinde oturmakta olduğu seccâdenin bir köşesini kaldırdı. Oradan talebenin
düşürdüğü kesesini çıkarıp, talebeye verdi. Bunun gemiden nehre düşürdüğü kesesi
olduğunu ve hâlâ ondan sular damlamakta olduğunu gören talebe hayretler içinde
kalıp, bu hâlin, hocasının bir kerâmeti olduğunu anladı.
En büyük velîlerden ve on
iki İmâmın beşincisi Muhammed Bâkır (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, bir gün, sohbet esnâsında, hazret-i Ebû Bekr'den rivâyetle bir
hadîs-i şerîf okudular. Orada bulunanlardan birisi; "Hayır, bu hadîs-i şerîfin
râvisi, Ebû Bekr değil, başka bir zâttır." dedi. Bunun üzerine İmâm; "Bu hadîs-i
şerîfin râvisi Ebû Bekr'dir." buyurdu. O kimse iknâ olmayıp, îtirâza devâm
edince, İmâm-ı Muhammed Bâkır hazretleri toparlandı, ellerini dizlerine koydu
ve; "Ey hazret-i Ebû Bekr! Bu hadîs-i şerîfin râvisi siz değil misiniz?" dedi.
Bunun üzerine "Evet, yâ Muhammed bin Ali, doğru söylüyorsun. O hadîs-i şerîfin
râvisi benim." sesi duyuldu ki, herkes bu sesi işitti.
Gözleri kör olan Ebû Bâsir
anlattı: Bir gün, İmâm-ı Muhammed Bâkır ile şöyle konuştuk: "Siz
Resûlullah efendimizin torunlarındansınız." dedim. "Evet." buyurdu. "Siz
Resûlullah'ın vârisisiniz." dedim. "Evet." buyurdu. "Peki sizde ölüleri
dirilten, körlerin gözlerini açan, baras hastalığını gideren, evlerdeki
yiyeceklerden, eşyâlardan haber veren kuvvet var mıdır?" dedim. "Evet, Allahü
teâlanın izniyle vardır." buyurdu. Yanına yaklaşmamı buyurunca, yaklaştım.
Mübârek elini yüzüme sürdü ve kör olan gözlerim birden açıldı. Görmeye başladım.
Tekrar elini yüzüme sürdü. Gözlerim yine görmez oldu. Bunun üzerine buyurdu ki:
"Dünyâda gözlerin görüp, âhirette hesâba çekilmek mi, yoksa hesapsız Cennet'e
girmek mi istersin?" diye sordu. Ben de dünyâda görmeyip, âhirette Cennet'e
hesapsız girmeyi tercih ettim. Gözlerim öyle kaldı.
Oniki imâmın dokuzuncusu,
tanınmış büyük velîlerden Muhammed Cevâd (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri hakkında Ebû Hâlid adında bir zât şöyle anlatır: Irak'tayken, Şam'da
bir kişinin Peygamberlik dâvâsı ettiği için zincirlere bağlanarak hapse
atıldığını duydum. Delice konuşuyor ve acâyib bir hikâye anlatıyor dediler.
Merak ederek, o tutuklunun yanına gittim. Aklı yerinde idi. Başına gelenleri
şöyle anlattı: Ben Şam'da hazret-i Hüseyin'in başının bulunduğu söylenilen
câmide devamlı ibâdet ederdim. Bir gece ibâdet ederken, âniden mübârek yüzlü bir
şahıs karşıma çıktı. Bana; "Kalk beni tâkip et." dedi. Az bir süre yürüdükten
sonra kendimi Kûfe câmiinde gördüm. Bana "Bu câmiyi tanıyor musun?" diye
sorunca, "Evet, Kûfe câmisidir." dedim. Doğrudur dedikten sonra iki rekat namaz
kıldık. Sonra o zât çıktı. Ben onu tâkip ettim. Kısa süre sonra kendimi
Peygamber efendimizin Medîne'deki mescidinde buldum. Peygamber efendimize selâm
verdikten sonra, orada da iki rekat namaz kıldık. Sonra o zât çıktı. Ben onu
tâkip ettim. Kısa bir süre sonra kendimi Kâbe'nin yanında gördüm. Kâbe'yi tavaf
ettikten sonra o zât yine bana; "Beni tâkip et" dedi. Bir müddet sonra o zât
kayboldu. Baktım ki Şam'daki câmideyim. Bu hâle hayret ettim. Bir sene bunun
tesirinden kurtulamadım. Bir sene sonra yine aynı gece, o zâtı mescidde yanımda
gördüm. Bir sene önce yaptığımız gibi yaptık. Benden ayrılacağı sırada
kendisine; "Sana bu kuvvet ve kudreti veren Rabbin hakkı için siz kimsiniz?"
diye sorduğumda; "Ben Muhammed Cevâd bin Ali Rızâ bin Mûsâ Kâzım bin Câfer
Sâdık'ım!" dedi ve ayrıldı. Sonra ben bu durumu anlattım. Şam'ın vâlisi olan
Muhammed bin Abdülmelik duymuş, beni çağırdı. Bana bu hâdiseyi sordu. Ben de
başından sonuna kadar anlattım. Sen deli olmuşsun diye beni buraya, ellerimi ve
ayaklarımı bağlayarak hapsetti." dedi.
Ben bu anlattığı durumu
vâliye bir mektup ile bildirdim. Mektubun arkasına vâli şunu yazmıştı: "Bir
gecede o şahsı, Şam'dan Kûfe'ye, Kûfe'den Medîne'ye, Medîne'den Mekke'ye ve
oradan Şam'a götüren kimse, onu bizim zindandan kurtarsın." Ben bunu okuyunca
çok üzüldüm. Durumu o zâta bildirmek için hapishâneye gittiğimde, vâlinin
adamları ve bekçiler telâş içindeydiler. Sebebini sordum. Bana; "Zincirlerle
bağlı olan deli, bu gece hapishânenin hiçbir kapısı açılmadan, hiçbir duvarı
delinmeden kaçmış gitmiş. Kimin tarafından kurtarıldığı da bilinmiyor." Dediler.
Bunu duyunca Allahü teâlâya hamdü senâlar ettim. Ve onu oradan, Muhammed
Cevâd'ın kurtardığına inandım."
Anadolu'yu aydınlatan meşhûr
velilerden Seyyid Muhammed Çelebi Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Uluborlu Ovasında bulunan Yassıviran köyüne zaman zaman gidip halka vâz ve
nasîhat ederdi. O köyden Bedevî Dede denilen bir zât şöyle anlatmıştır:
Köyümüzün bir değirmeni vardı. Bu değirmeni çalıştıran akarsu ve içecek
sularımız kesildi. Dağdaki menbaı kurudu, akmaz oldu. Halk içecek suya muhtaç
hâle geldi. Şeyh Sultan köyümüze gelmişti. Toplanıp susuz kaldığımızı, perişan
hâlimizi arzedip; "Sultanım siz kutb-i âlemsiniz. Resûlullah efendimizin
hürmetine yaptığınız duâ makbuldür." dedik. Bunun üzerine başını eğip sessizce
oturdu, murâkabeye daldı. O hâle geldi ki teri sakalı üzerine damla damla aktı.
Bir müddet âdetâ kendinden geçmiş bir halde kaldı. Mânâ âlemine dalıp gitti.
Sonra başını kaldırdı. Gözleri iyice kızarmıştı. Merakla bekliyorduk. Bize
bakıp; "Sizin suyunuz Ağras Suyu ile birmiş. Zelzele olunca bir taş sizin suyun
önünü kapatmış. O taşa omuz vurup kaldırdım. Suyunuz yine sizden tarafa döndü.
Varın görün." dedi. Köy halkı gidip baktıklarında suyun yine dağdan aşağıya
doğru çağlayarak akıp geldiğini gördüler. Böylece o zâtın himmetiyle susuzluktan
ve sıkıntıdan kurtuldular.
Uluborlu'dan Emir Halîfe
anlatır: "Muhammed Çelebi Sultanın vefâtından kırk sene sonra kabrinin bir
tarafı çökmüştü. Tâmir etmek için kabrini açmamız îcâb etti. Kabrini açınca nûra
gark olmuş bir halde yattığını gördük. Mübârek yüzü hiç solmamış, aynen
hayattaki gibiydi. Yanımda sevenlerinden biri vardı. Bu kişi; "Benim bir oğlum
var, bir seneden beri sıtma tutuyor, hastadır. Bu zâtın sakalından bir kıl
alayım, şifâ olarak götüreyim." dedi. Biz şimdi durum başka, gâfil olma, alınca
bir belâya düşebilirsin." dedik. Fakat adam dinlemedi yanaşıp sakalından bir
kılı tutarak çekti. Koparamadı. Şeyh hazretleri sanki canlanmış gibi başını öbür
tarafa çevirdi. O kişi yine aldırmayıp sakalından bir kıl koparmak için tutup
çekti. Bu sırada Şeyh hazretleri o kişiye öyle bir tokat vurdu ki, adam düşüp
öldü. Ben de korkumdan kaçıp bir kenara çekildim ve şaşkın bir halde yığılıp
kaldım. Sonra başkaları gelip Şeyh hazretlerinin kabrini kapattı. Bu hâdisenin
tesiriyle altı ay hasta yattım.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Ezherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini bulunduğu
yerin vâlisi, evine dâvet etti. Muhammed Ezherî, vâlinin evinde birkaç gün
kaldı. Onlara nasîhatlarda bulundu. Muhammed Ezherî, vâlinin yanından
ayrılırken, vâli bir miktar para vermek istedi. Fakat o kabûl etmedi. Vâli
alması için ısrar edince, dünyâlığa ihtiyâcı olmadığını göstermek için, bir
kere; “Lâ ilâhe illallah” deyince, evin tavanından birkaç tâne altın düştü.
İkinci olarak söyleyince, bir miktar altın daha düştü. Bunu gören vâli, ondan
özür diledi. Muhammed Ezherî de onun özrünü kabûl edip, oradan ayrıldı.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Hazîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Siirt ve
havâlisinde uzun süre yağmur yağmamıştı. Dereler kurumuş, değirmenler çalışmaz
olmuştu. Muhammed Hazîn bu günlerde talebelerine; "Kalkın! Unumuz
kalmadı, değirmene gidip un öğütelim." dedi. Talebelerinin; "Değirmenler su
olmadığı için çalışmıyor." demelerine rağmen; "Gidelim!" dedi. Bir çuval buğday
alıp değirmene gittiler. Muhammed Hazîn talebelerine değirmeni temizlemelerini
söyledi. Kendisi dolabı tâmir etti. Bu sırada gökyüzünü yavaş yavaş bulutlar
kapladı. Bir süre sonra yağmur yağmaya başladı. Bardaktan boşanırcasına yağan
yağmur dereyi coşturdu ve değirmen çalışmaya başladı. Buğday öğütme işi
tamamlanınca, yağmur dindi.
Anadolu velîlerinden
Muhammed Kadri Hazîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında şeytana
tapanlardan biri müslüman olup, Muhammed Kadri'nin talebesi olmuştu. Bir gün
Cizre'den köyüne giderken yolda yağmura yakalandı. Müthiş şimşek çakıyor ve
yıldırım düşüyordu. Bir ara yıldırımın, çok yakınlarında parladığını fark etti.
Korkusundan hemen bir kayanın yanına siperlendi. Birkaç gün sonra Cizre'ye gidip
Muhammed Kadri'yi ziyâreti sırasında, bu mevzu açılmamışken, Muhammed Kadri,
onun îmânının kuvvetlenmesi için; "Geçen gün köyüne giderken şimşekten çok mu
korktun da, bir kayanın dibine saklandın?" diye sordu. Talebe; "Evet. Bizim
oralarda çok yıldırım düşer. Fakat o gün gibi korkulu bir an ömrümde
geçirmedim." dedi. Bunun üzerine Muhammed Kadri; "Şâyet ben yıldırıma teveccüh
etmeseydim, yıldırım üzerine düşecekti. Allahü teâlânın izniyle nazarım
yıldırımın hedefini değiştirdi." buyurdu.
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin sohbetinde bulunmakla şereflenen ve talebesi Hâce Muhammed
Sıddîk'ın talebesi olan bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir defâsında hayvanıma odun
yükleyip getirirken yük devrilip yıkıldı. Yalnızdım ve tekrar yüklemek için
yardım edecek kimsem yoktu. Çâresiz kalakaldım. Tam bu sırada Muhammed Ma'sûm
hazretleri birden bire karşıma çıkıverdi. Yıkılan yükü hayvanın üzerine koydu ve
gözden kayboldu."
Muhammed Ma'sûm
hazretlerinin talebelerinin büyüklerinden olan Hâce Mûsâ şöyle anlatmıştır:
"Hocam Muhammed Ma'sûm hazretleri bana, icâzet-i mutlaka ve hilâfet verip; "Size
itâat ederler, sözünüzü dinlerler." buyurup, memleketime dönmemi söylediği zaman
kendisine; "Bizim memleketimizdeki halk, sert tabiatlıdır, böyle şeyleri
bilmezler, zâhirî bir kerâmet ve tasarruf görmezlerse bu yola girmezler. Hattâ
böyle olunca alay ederler. Oradaki insanlar, sert tabiatlı ve sıkıntı
vericidirler. Onlar hakkında öyle bir teveccüh buyurunuz ki, itâat etsinler.
Böyle olunca elbette oradakiler de sevenlerden ve muhlislerden olurlar." diye
bildirdim. Bunun üzerine hocam; "Senin isminin anıldığı yerde, sana itâat
ederler. Bir de, senin duân her hastalığa şifâdır. Onunla hastaları iyi edersin.
Oradaki bütün insanlar sizi severler." dedi. Gerçekten hocamın buyurduğu gibi
oldu."
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Ömer (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün yemek
yiyordu. Bu sırada talebelerinden birisi yanına gelip, ona küçük amcasının
bulunduğu geminin batmakta olduğunu söyledi. Muhammed Ömer bu haberi duyunca
yemek yemeyi bıraktı. Çok üzüldü. Bir müddet murâkabe etti. Murâkabeden sonra
başını kaldırdı ve şunları anlattı: "Geminin hâlini göstermesi için Allahü
teâlâya bütün varlığımla yöneldim. Hamdolsun, Allahü teâlâ benimle gemi
arasındaki perdeyi kaldırdı. Dalgalar arasında batmakta olan gemiyi gösterdi.
Gemiyi bu hâlde görünce üzüntüm daha da çoğaldı. Kırık bir kalble Allahü teâlâya
çok yalvardım. Allahü teâlâ duâmı kabûl buyurdu. Bana mânevî bir yolla gemiyi
dalgalar arasından çıkarmam emrolundu. Allahü teâlâ bana bu kuvveti verdi. O'nun
izni ile bu işi yapmaya muvaffak kılındım. Gemiyi çıkarma işi ile meşgûl
olurken, birisinin yüzünde öleceğine dâir alâmetler gördüm. Nihâyet gemi, Allahü
teâlânın izni ile dalgalardan kurtuldu." Talebeleri onun anlattıklarını
yazdılar. Gemi onların bulunduğu yere gelince, küçük amcası yanındakilerle
berâber Muhammed Ömer'in yanına geldi. Başlarından geçeni aynen Muhammed Ömer'in
anlattığı gibi anlattılar. Bununla Muhammed Ömer'in büyüklüğünü daha iyi
anladılar.
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Saîd Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri zamânında bir kimsenin oğlu ölmek üzereydi. Oğlunu çok sevdiği için,
vefâtının biraz daha gecikmesini arzu ediyordu. Bu sebeple ağlayarak Muhammed
Saîd hazretlerinin huzûruna geldi ve; "Ey İmâm hazretleri! Allahü teâlâ,
hazret-i Îsâ aleyhisselâma ölüleri diriltme mucizesini ihsân etti. Siz de
peygamberlerin aleyhimüsselâm vârislerisiniz. Oğlum şu anda ölmek üzeredir.
Hâline bir teveccüh buyurmanızı istirhâm ediyorum." diye yalvardı. Muhammed Saîd
bir müddet cevap vermedi, murâkabe ettikten sonra başlarını kaldırıp; "Oğlunun
canı geri geldi, dirildi ve sağlamlaştı." buyurdular. O kimse sevinerek evine
koştu. Evde yerinden kalkamayan, konuşamayan, sekerât-ı mevt hâlindeki oğlunu,
iyileşmiş buldu.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Hâce Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin en başta gelen talebesi ve halîfesi Kutbüddîn Bahtiyâr Kâkî şöyle
anlatmıştır: "Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin çok hizmetinde bulundum. Hiç
kimseye îtirâz edip, azarladığını görmedim. Bir gün hocamla birlikte bir yere
gidiyorduk. Yanımızda talebelerinden Şeyh Ali Rızâ da vardı. Biz yolda giderken
bir adam gelip, Şeyh Ali Rızâ'nın yakasından tutarak; senden alacağım var,
borcunu ver diyerek alacağını istedi. Onun ise o anda ödeyecek durumu yoktu. Bu
sebepten çok mahcûb oldu. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri adama yaklaşarak, son
derece yumuşak ve gâyet nâzik bir hâlde birkaç gün daha mühlet vermesini
söyledi. Fakat adam diretip, aslâ kabûl etmedi. Bunun üzerine cübbesini çıkarıp
yere serdi ve cübbesinin altı altın ve gümüş ile doldu. O adama; "Alacağın ne
kadarsa onu al, fazla alma." dedi. Fakat adam altınları ve gümüşleri görünce,
tamahkârlık ederek alacağı miktardan fazla aldı. Bunun üzerine hemen eli
kuruyup, tutmaz oldu. Feryâd ederek; "Tövbe ettim, bana duâ ediniz, bu hâlden
kurtulayım" diyerek yalvardı. Muînüddîn-i Çeştî adamın bu hâline acıyıp
lütfederek, kuruyan eline kendi elini sürdü. Adamın eli eski hâline geldi. Adam,
Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayaklarına kapandı. Bundan sonra ona talebe
olup, ömrünü ona hizmetle geçirdi. Sohbetinden ve derslerinden ayrılmadı.
Böylece saâdete kavuştu."
Tokat velîlerinden
Mustafa Hâki Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) kerâmet hakkında buyurdular
ki: "Bir kimsenin havada uçtuğunu suyun üzerinde yürüdüğünü görseniz,
İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktaki hassasiyetine bakınız. Şâyet bu tam
ise ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklarda gevşeklik varsa hemen ondan
uzaklaşınız. Çünkü zararı dokunur."
Fıkıh, hadîs âlimi ve büyük
velî Yahyâ Münâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Kâdı Şerefüddîn
Ensârî'nin ziyâretine gitmişti. Evin dışarı kısmında oturdular. Kâdı Şerefüddîn,
Yahyâ Münâvî'ye; "Burada çok mikdarda kuş var. Bu kuşlar, gelip bizim
kilimlerimizi ve kitaplarımızın üstünü kirletiyorlar. Biz ne yaptık ise çâresini
bulamadık." dedi. Yahyâ Münâvî hazretleri başını kaldırıp kuşlara baktı ve; "Ey
kuşlar! Buradan gidin ve bir daha buraya gelip kilim ve kitapların üzerini
kirletmeyin." dedi. Ondan sonra bir daha Kâdı Şerefüddîn'in evinin üstüne kuşlar
gelip konmadılar ve kilimleri ile kitaplarının üzerini kirletmediler.
Anadolu'da yetişen evliyânın
büyüklerinden Müştak Baba Kadîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin Erzurum'da konağı ve meyve bahçeleri vardı. Müştâk Efendi burada
dinlenirdi. Bir zaman Müştâk Kâdirî hazretleri İstanbul'a gittiler. O sırada
Erzurum'daki evinin bahçesinde meyveler ve sebzeler yetişmiş, olgunlaşmıştı.
Bahçıvan bunları toplarken; "Âh Müştâk Efendi hazretleri burada olsaydı tâzece
bunlardan ona takdim eder, o da bana bahşiş verirdi." diye gönlünden geçirdi. O
sırada Müştâk Efendi evden çıkıp yanına geldi ve bahçıvana selâm verdi. Oradaki
çimenlerin üzerine oturdu. Bahçıvan ile konuşup hal hatır sordu. Bahçıvan bu
hâle şaşırdı. Hemen meyvelerden toplayıp getirdi. Müştâk Efendi de cebinden
sedef çakısını çıkarıp, bir iki tane meyve soyup yedi. Koynundan bir avuç altın
çıkarıp bahçıvana bahşiş verdi. Sonra da geldiği gibi eve girdi. Fakat çakısını
unuttu. Bunu gören bahçıvan çakıyı alarak arkasından koştu ve evinin kapısını
çaldı. Kapıya evin hanımı çıktı. Ona; "Efendi hazretleri az önce çakıyı bahçede
unutmuşlar. Onu getirdim." dedi. Evin hanımı ve hizmetçiler bu işe şaşıp;
"Efendi hazretleri burada değil, İstanbul'da biliyorsun." dediler. Hanımı çakıya
baktığında onun Müştâk Efendiye âid olduğunu anladı ve çakıyı alıp sakladı. Üç
ay sonra Müştâk Efendi İstanbul'dan geri döndü. Durumu hanımı kendilerine
anlattığında, Müştâk Efendi; "Bunlar olan şeylerdir. Bahçıvan bizi çağırmıştı.
Biz de gönlü hoş olsun diyerek geliverdik. Sonra da gittik." buyurdu. Çakıyı ise
bahçıvana hediye ettiler.
Büyük velîlerden Nasûhî
Üsküdârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, lodosun şiddetle estiği
fırtınalı bir günde talebeleri ziyârete gittiler. Bir miktar sohbet ettikten
sonra, Harem İskelesine doğru geldiler. Sonra Nasûhî Efendi; "Harem'den
Galata'ya cenâze namazına kim gider?" dedi. Orada bulunanlar; "Ey Sultanımız! Bu
fırtınalı havada karşıya geçmek mümkün müdür?" dediklerinde; "Aslına sonra vâkıf
olursunuz. Sevâba ihtiyâcı olan gider." buyurdu. İki ihtiyar kimse ile gitmeye
karar verdiler. Talebeleri de Aşağı Çınar'a kadar berâber gidiyorlardı. Hacı
Paşa Hamamı önünde bir mevlevî dervişi zuhûr etti. Gelerek Nasûhî hazretlerinin
elini öptü. Derviş konuşmaya başlamadan önce Nasûhî Efendi; "Fasîh Dede ne zaman
vefât etti." diye sordu. Derviş; "Bu gece yarısından önce Derviş Osman'ı odasına
çağırıp; "Bu gece yolcu olsak gerektir. Lâkin beni Şeyh Nasûhî gasl etsin
(yıkasın). Namazımı dahi onlar kıldırsınlar." diye vasiyet eyledi ve iki saat
geçtikten sonra vefât etti. Biz sabah namazını kıldıktan sonra Derviş Osman beni
çağırıp denizde fırtına var. Lâkin elbette Fasîh Dedenin söylediklerinde bir
hikmet vardır. Buradan bir kayığa bin, İstanbul'a (Eminönü'ne) var. İstanbul'dan
büyük bir kayık bulup git, Nasûhî Efendi hazretlerine durumu haber ver. Elbette
onlara dahi malûm olmuştur. İcâbet buyururlar diye, Sultanım hazretlerine ben
kölenizi gönderdi. Ben büyük bir kayık getirdim. Şimdi Şemsipaşa'dadır." dedi.
Nasûhî Efendi talebeleriyle birlikte Şemsipaşa'ya kadar yürüdüler. Orada
bekleyen kayığa bindiler. Talebeleri hocalarının sözündeki hikmeti anladılar ve
bir kerâmetine daha şâhid oldular.
Şam vâlisi, Câmi-i Emevî
Kütüphânesindeki kitapları, İran'a nakletmek istediği zaman, Şâfiî âlimlerinin
büyüklerinden İmâm-ı Nevevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ona mâni oldu.
Vâli, onu iknâ etmek istedi. Vâlinin evinde halı olarak kullanılan kaplan ve
yırtıcı hayvan derileri vardı. Nevevî onlara işâret etti. Allah'ın kudreti ile
dirilip, vâliye dişlerini gösterdiler. Vâli ve yanındakiler oradan kaçtılar.
Sonra vâli, İmâm-ı Nevevî hazretlerinden özür diledi ve elini öptü.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi altıncısı
Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
huzûruna bir gün ihtiyar bir kadın gelip; "Cinler kızımı kaçırdılar! Ne
yaptıysak bir çâre bulup onların elinden kurtaramadık. Sizden istirhâm ediyorum,
kızımın cinlerin elinden kurtulması için bir çâre bulunuz!" dedi. Bunun üzerine
Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri bir müddet oturup murâkabeye daldı.
Sonra o ihtiyâr kadına; "İnşâallah kızın falan vakit gelecek!" dedi. Buyurduğu
gibi vâki olup, cinlerin kaçırdığı kız işâret ettiği vakitte geldi. Cinlerin
elinden kurtulup gelen kıza nasıl kurtulup geldin? diye sorduklarında; "Sahrâda
cinlerin elinde esirdim. Birden bire mübârek bir zât gözüküp beni onların
elinden kurtardı ve bir anda buraya getirdi" dedi. Bu hâdiseye şâhid olan bir
zât, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerine; "Neden oturup murâkabeye
daldıktan sonra, kadına, kızın falan vakit gelecek dediniz de murâkabeye
dalmadan hemen söylemediniz?" diye sorunca; "O kızın kurtulması için himmet
gösterip Allahü teâlâya duâ ettim. Sonra bana ilham-ı ilâhî ile kurtulacağı
bildirildi. Bu fakîrin teveccühü ve himmeti bu işe tesir etti" buyurdu. |
|