|
KERÂMET (K
- L)
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Emk beldesinde, o memleketin kâdısının evinde misâfir bulunuyordu.
O sırada kâdı evde yoktu. Ramazân-ı şerîf ayı idi. Terâvih namazı kılınıyordu.
Âniden şehirde bir gürültü ve büyük bir karışıklık meydana geldi. Bu karışıklık
ve kavga sesleri, şehrin kâdısının evine yâni Kayyûm-i Zaman'ın bulunduğu yere
doğru yaklaşıyordu. Bin kişi kadar olduğu tahmin edilen kalabalığın, kadının
evini yağmaya geldikleri anlaşıldı. Kâdının âilesi ve yakınları bu hâli haber
alınca, çok korkup üzüldüler ve ağlamaya başladılar. Bu kalabalık eve yaklaşınca
durakladı ve geri çekilmeye başladı. Sonra birbirine girdiler. Birçoğunun
başının kesildiği görüldü. O memleketi terk edip gidinceye kadar karışık hâlleri
devâm etti. Ortalık yatışınca onlara bu gerilemelerinin ve hezîmetlerinin sebebi
sorulduğunda, dediler ki: "Kâdının evine yaklaştığımızda, beyaz sakallı,
heybetli bir zât gördük. Elinde öyle bir kılıç vardı ki, kime sallasa başını
gövdesinden ayırıyordu. Bu hâli görünce can korkusundan geri çekildik. Çoğumuz
da o keskin kılıçtan kurtulamayıp telef oldu. Kılıç sallayan zâtı iyice târif
ettiklerinde, Kayyûm-i Zaman'ı gördükleri anlaşıldı. Hâlbuki, kendisi o sırada,
bütün düşüncelerden arınmış olarak namaz kılıyordu.
Sûfî Abdüllatîf isminde bir
zât şöyle anlatır: Kayyûm-i Zaman hazretleri Kâbil'i teşrif etmişti. Huştî
Köprüsünün yanında, Mirzâ Muhammed Âdil ismindeki bir zâtın evinde kalıyordu.
Ayaklarında nikris denilen rahatsızlık vardı. Bu sebeble doktorlar soğuk su
içmesini yasaklamışlardı. Bu yüzden yanında bulunanlar kendisine buzlu su
getirmezlerdi. Kayyûm-i Zaman bir gün bu fakîre; "Bâzı pınarlar vardır ki, suyu
kardan daha soğuk olur. Bu yakınlarda böyle bir pınar biliyor musun?" buyurdu.
"Buralarda öyle bir pınar yoktur efendim." deyince; "Görmeden cevap vermeyin,
kalkın, arayın." buyurdu. Bu yakınlarda böyle bir pınarın bulunmadığı bilindiği
hâlde emirlerine uyarak talebelerinden bir kısmı ile çıktık. Kapıdan çıkar
çıkmaz bir pınar göründü. Duvarın dibinde su kaynıyordu. Oraya yaklaşınca, bir
su gördüm ki, hakkında; "Sütten daha beyaz, baldan daha tatlı ve kardan daha
soğuk." sözü söylenebilirdi. Bu duruma oradan gelip geçenler de şaşırdı. Önce o
sudan ben içtim. Sonra kabı doldurup huzûruna getirdim. Buralarda böyle bir
suyun bulunmadığını, bu hâlin, kendilerinin tasarruf ve himmetleriyle olduğunu
arz ettim. Sevindi ve Allahü teâlâya şükreyledi. O pınara, "Nûr pınarı." ismini
verdi. O pınar, o güzel hâliyle epey müddet aktı."
Muhammed Sibgatullah
hazretlerinin kıymetli oğlu Meyan Şeyh Ehlullah, sıtma hastalığına yakalanmıştı.
Bir sene geçtiği hâlde, iyileşmedi. Doktorlar âciz kaldıklarını söylediler. Bu
hastalık devâm ederken, birgün Kayyûm-i Zaman talebelerine buyurdu ki: "Oğlum
Şeyh Ehlullah'ın hastalığı çok uzadı. Çok zayıf düştü. Üstelik gittikçe
ağırlaşıyor. Hastalığı kendime çekmem ve bundan sonraki ağrılarını benim
yüklenmem îcâb ediyor." Bunu söyler söylemez oğlu tam sıhhate kavuştu. Kendisi
ise iki sene kadar hasta yattı. Sonra iyileşti.
Kayyûm-i Zaman Muhammed
Sibgatullah hazretlerinin daha yaşı çok gençken, babası İmâm-ı Ma'sûm hacca
gidiyordu. Yanlarında talebelerinden bir kısmı ile Muhammed Sibgatullah da
vardı. Muhammed Sibgatullah'ın yaşı çok genç olduğu için, kâfilede bulunanların
ekmek ve su ihtiyaçlarını temin etmek vazifesi ona verilmişti. Bir gün diğer
hizmetçilerin başı, Muhammed Sibgatullah'a gelerek; "Etrafta çalı, çırpı, odun
görünmüyor. Hamur hazır, fakat ateş olmadığı için pişirip ekmek yapamıyoruz.
Hamur olduğu gibi duruyor. Arkadaşların ise yemek zamânı yaklaşıyor. Bu duruma
bir çâre bulunuz." diye arz etti. Bu söz üzerine Muhammed Sibgatullah; "Hamuru
buraya getirin." buyurdu. Hamuru getirdiler. Hamuru eline aldı. "Kimse gelmesin.
Ben şu tümseğin arkasında pişirip getireyim." dedi ve gitti. Hemen başını açtı.
Bir parça hamur alıp başına koydu. Çabucak pişiverdi. Böylece bütün hamuru ekmek
yapmaya başladı. Arkadaşlarından biri, gideyim bakayım, ekmeği neyle pişiriyor
deyip, yanına geldi. Vaziyeti gördü. O da başını kapadı ve hâlini örtmek istedi.
Az bir hamur kalmıştı. Ekmeklerle ve az hamurla babasının yanına gelip; "Odun
kâfi gelmedi, hepsini pişiremedim efendim!" deyince, kerâmetler hazînesi yüksek
babası tebessüm ederek; "Şu arkadaş gelmeseydi, odun yetişecekti değil mi?"
buyurdu.
Kıbrıs velîlerinden
Kıbrıslı İbrâhim Sıdkı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin huzûruna gelen gayr-i müslimler için ayağa kalkmazdı. Kıbrıs'a
gelen bir İngiliz vâli bu durumu işitince; "Ben gideyim, benim için ayağa
kalkmasın da görelim." dedi. Medreseye gidip; "Bakın bakalım İbrâhim Efendi
odasında mı?" diye söyleyince, talebeleri; "İçerde oturuyor." dediler. Vâli
birden odaya girdi. Ayakkabıları eşikte olduğu halde İbrâhim Efendi odasında
yoktu. Odaya girip oturduktan sonra İbrâhim Efendi odaya girdi. Vâli onun için
ayağa kalkmak mecburiyetinde kaldı.
Anadolu'da yetişen evliyâdan
Lütfullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Mansûr
Halîfe adında birisinden naklolunur ki: Lütfullah Efendinin bir dergâhı vardı.
Kimseyi içeri almazdı. Sâdece bana izin vermişti. Ben orada Minhâc-ül-Âbidîn
okurdum. Bir gün dersimiz vilâyet, velîlik ve kerâmet konusuna geldi. Ben bunun
aslı yoktur, diye inkâr ettim. Lütfullah Efendi; "İnkâr etmeyin." buyurdu. Fakat
ben inkârda ısrar ettim. Lütfullah Efendi gazâba gelip mübârek ayaklarını yere
vurdu. Mübârek başı dergâhın tavanına kadar yükseldi. Sonra yerine oturup;
"İnandın mı oğlum!" buyurdu. Ben şaşkın ve mahcûb bir halde kalkıp oradan
ayrıldım. |
|