CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

KERÂMET (F - İ)

Doğu Anadolu'da yetişen büyük velîlerden Seyyid Fehim-i Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında talebeleriyle Van Gölü kıyısında giderken, göldeki Ahtamar Adasında bulunan Ermeni kilisesinden bir papaz çıkarak su üstünde yürümeye başlar. Talebeler bunu görünce, bâzılarının hatırına; "Allah'ın düşmanı dediğimiz papaz, su üzerinde yürüyor da, evliyânın büyüğü, Allahü teâlânın sevdiği, seçtiği kulu bildiğimiz, Seyyid hazretleri acabâ neden yürümez ve kıyıdan dolaşır" diye gelir. Seyyid Fehim, bu düşünceyi anlayıp, mübârek ayaklarındaki nalınları ellerine alıp, birbirine çarpar. Nalınları çarptıkça papaz suya batar. Boğazına kadar gelince, bir daha çarpar. Papaz, batar ve boğulur. Sonra, böyle düşünen talebesine dönerek; "O, sihir yaparak, su üstünde gidiyor, böylece sizin îmânınızı bozmak istiyordu. Nalınları çarpınca sihri bozulup battı. Müslümanlar sihir yapmaz. Allahü teâlâdan kerâmet istemekten de hayâ ederler." buyurdu. Kerâmeti ile papazın sihrini bozdu. Bu kerâmet, Abdurrahmân Arvâsî hazretleriyle ilgili olarak da anlatılmaktadır.

Diyarbakır'da adliye müfettişi Mustafa Necâti Bey isminde bir kimse vardı. Vazifeli olarak Van'ın Müküs kazâsına gitti. Bir bayram günü, bayram namazından sonra kaymakam ve kazânın ileri gelenleri Seyyid Fehim hazretlerini ziyârete gitmek üzere hazırlandılar. Mustafa Necâti Bey de onlarla birlikte gitmek istedi. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra yola çıktılar. Yolculuk esnâsında güzel şeylerden bahsedildi. Arvas'ın yakınındaki Kırmızı Köprüyü geçtikten sonra hepsi de ayrı bir mânevî havaya girdiler. Mustafa Necâti Bey de o havadan etkilendi. Fakat kendisi içki içtiği için heybesinde iki şişe içki vardı. Arvas kabristanının altındaki taşlıkta bu şişeleri kimseden habersiz, bir yere sakladı. Arvas'a varıp, Seyyid Fehim hazretlerini ziyâret ettiler. Hepsi sırasıyla saygıyla elini öptüler. Mustafa Necâti Bey de ellerini öpüp, tasavvuf yolunda talebesi olmak istediğini bildirdi. Seyyid Fehim hazretleri ona; "Şişe ile tarîkat bir arada olmaz. Git şişeleri kır, dök gel, öyle kabûl edelim." buyurdu. Mustafa Necâti Bey şişeleri oraya koyduğunu kimsenin görmediğini düşündü. Fakat Allahü teâlâ velî kullarına kerâmetle bildirir diye düşünerek gitti. Şişelerden birini kırdı, diğerini de sıkışırsam kullanırım dedi. Seyyid Fehim hazretlerinin huzûruna gelince; "Git öbürünü de kır gel!" buyurdular. Mustafa Necâti Bey bu durum keyfî değil, zarûrîdir. O şişeyi oraya isteyerek bırakmadım. Zarûrî kalırsam içerim, diye bıraktım." dedi. Seyyid Fehim hazretleri; "Haramda zarûret olmaz." buyurdular. Mustafa Necâti Bey gidip o şişeyi de kırdı. Sonra ellerini öptü ve talebeleri arasına girdi. Bundan sonra içki alışkanlığı kalmadı. Mustafa Necâti Bey, Seyyid Fehim hazretleri hakkında; "Türkiye'yi hemen hemen tamâmen, Arabistan'ın bir kısmını gezdim. Her yerde meşâyıhtan pek çok kimseyle karşılaştım. Bu zât gibi olgun bir ferd görmedim. Peygamber efendimizi ve Eshâb-ı kirâmı temsil ediyordu. Onlardaki ilim, hilim, yumuşaklık, vakar, letâfet ve heybeti hiç kimsede görmedim." diye anlatır ve ağlardı.

Van'ın Gürpınar Muhammed Pîrân aşîretinden Ali isminde bir zât gelerek Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu. Bir yolculuk sırasında vaktiyle hasmı olan bir kimse yolunu kesti. Ali ismindeki zâtı öldürmek üzere silâhına sarıldı. Nişan aldığı sırada Ali ismindeki zât; "Beni öldürme! Hazret-i Şeyhe (Seyyid Fehim) talebe oldum. Bütün dünyâ düşüncelerinden sıyrıldım." diyerek, hasmını iknâ etmeye çalıştı. Fakat silâhlı kimse onu dinlemeyip silâhının tetiğine bastı. Beş tane fişeği vardı. Hepsini attı fakat hiç ses duyulmadığı gibi, Ali Efendiye de herhangi bir şey olmadı. Silâhlı kimse, fişek yuvasına baktı, fişekleri göremedi. Olanlar karşısında şaşırıp kaldı. "Şeyhin seni öldürtmez." diyerek ayrılıp gitti.

Ali Efendi bir müddet sonra Seyyid Fehim-i Arvâsî hazretlerini ziyâret etmek üzere Arvas'a gitti. Ziyâret esnâsında Seyyid Fehim hazretleri ona; "Köyün tepesinde çok korktunuz mu?" diye sordu. Ali Efendi; "Evet efendim." dedi. Seyyid Fehim hazretleri oturduğu postun altından beş adet fişeği çıkararak Ali Efendiye verdi ve; "Kul hakkıdır. Üzerimizde kalmasın." buyurup fişekleri sâhibine vermeyi emretti. Ali Efendi bu fişekleri sâhibine götürüp verdi. Hâdise sırasında zâten hayret içinde kalmış olan silâhlı kimse, yaptıklarına pişman oldu. Tövbe edip, Arvas'a gitti ve Seyyid Fehim hazretlerine talebe oldu.

Gaziantep'te yetişen velîlerden Fethullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelere ders vermek için Gaziantep'te bir tekke ile bir câmi yaptırdı. Câmi ve tekkenin inşâatı devâm ettiği günlerde Fethullah Efendinin hanımı hamama gitti. Burada iyi muâmele görmedi ve kirli suyla yıkandı. Olup bitenleri Fethullah Efendiye anlattı ve fakirliği yüzünden uğradığı muâmeleden dolayı yakındı. Fethullah Efendi; "Hanım kovayla kuyudan su çek!" dedi. Hanımı kuyudan su çekince kovanın altınla dolu olduğunu gördü. Fethullah Efendinin emri ile bunu kuyuya boşalttı. İkinci bir kova daha su çekti. Bunun da içerisi yılan, akrep ve çiyanla doluydu. Fethullah Efendi; "Ey hâtun! Eğer dünyâ malı olan altına rağbet etseydin, bu haşerat senin içindi." dedi. Hanımı bu kovayı da boşalttı. Üçüncü kere kovayı çektiğinde çıkan su ile yıkandı. Bu durum üzerine Fethullah Efendi câminin yanına bir de hamam yaptırdı. Hamam yapıldıktan sonra yedi sene bir mumla ısıtıldı. Ancak durum açığa çıkıp halkın öğrenmesi ile mum söndü ve odun kullanılmaya başlandı.

Bağdât'ta yaşayan büyük velîlerden ve Tâbiînden Habîb-i Râî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Süfyân-ı Sevrî ile birlikte hacca gitmek üzere yola çıkmıştı. Yanlarında rehberleri olmadığı gibi, içecek suları da yoktu. Yolculuk esnâsında bir akşam vakti, yorgun ve açtılar. Yiyecek bir şeyler araştırıyorlardı. Âniden bir arslan karşılarına çıktı. Arslan yavaşça gelip önlerinde durdu. Habîb-i Râî'ye doğru başını çevirip gelmesi için işâret etti. Habîb-i Râî ve yanındakiler arslanı tâkip ederek bir mağaraya ulaştılar. Arslan tekrar işâret ederek bir tarafa doğru yürüdü. Onun gittiği yere giden Habîb-i Râî ve arkadaşları mağara içinde temiz bir su kaynağı ile, yeterli mikdârda ekmek buldular. Ekmeği yiyerek açlıklarını giderdiler ve kaynaktaki sudan doya doya içtiler.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Hâce Osman Hârûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin huzûruna bir şahıs gelerek; "Uzun zamandır kayıp oğlumdan bir haber alamadım." deyip, Fâtiha ve duâ taleb etti. Osman Hârûnî bir müddet murâkabeye daldı. Sonra orada bulunanlara; "Niyet edip Fâtiha okuyun da bu zâtın oğlu bulunsun." buyurdu. Oradakilerin hepsi denileni yaptılar.

Osman Hârûnî bir müddet daha murâkabeye daldı. Sonra o zâta; "Git, oğlun inşâallah evine gelmiştir. Onu beni görmeye getir." buyurdu. O zât evine yaklaşınca, oğlunun döndüğü müjdelendi. Hasret giderdikten sonra, Osman Hârûnî'nin huzûruna gittiler. Osman Hârûnî o zâtın oğluna nerede olduğunu ve başına gelenleri sordu. O da; "Bir gemide esir alınıp adalardan birinde zincirle bağlı iken, bir zât gelip zincirleri çözdü, gözünü kapat ve aç deyince kendimi evde buldum. Sonra da o pîr kayboldu ve o sizdiniz." diye anlattı. Daha sonra bu zâtın oğlu, Osman Hârûnî'nin hâlis talebelerinden oldu.

Seydişehir'de yaşayan büyük velîlerden Hacı Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Bergamalı İbrâhim Efendi, ziyâret maksadıyla Seydişehir'e geliyordu. Eskişehir'de bir gece bir arkadaşında misâfir oldu. Hacı Abdullah Efendiyi ziyârete gittiğini söyleyince ev sâhibi; "Ben de seninle ziyâret için gelip, o mübârek zâtın hayır duâsını alayım." dedi. Ertesi gün birlikte yola çıktılar. Abdullah Efendi o gün talebelerinden birine; "Oğlum! Kasaptan et al eve götür. Hacı anneye söyle, eti topluca pişirsin. Helva ile pilav da yapsın. Akşam üzeri misâfirlerimiz gelecek. Onlar gelinceye kadar hazır olsun. Geldiklerinde yemekleri aldırırız." dedi. Talebe bu emri yerine getirdi.

Akşam üzeri iki misâfir geldi. Abdullah Efendi hizmetlerini gören talebesine; "Oğlum! Misâfirlerimiz aç, yemek getir." dedi. Biraz sonra ağızları kapalı yemekler tepsi üstünde önlerine konulunca, Eskişehirli olan hemen yemek tabaklarının kapaklarını açıp, baktı. O anda derhal ayağa kalkıp, Abdullah Efendinin elini öpüp, af diledi ve şöyle dedi: "Yolda hayli acıkmıştım. Şehre yaklaşınca; "Şeyh Efendi olgun bir zât ise, et, bir helva, bir de pirinç pilavı hazırlatır. Bize ikrâm eder." diye kalbimden geçirdim. Aynı yemekleri önümde bulunca çok şaşırdım. Beni bağışlayın."

Hacı Abdullah Efendi de; "Bizde bir şey yok. Her şeyi Allahü teâlâ emreder, kulları yapar. Karnınızı doyurmaya bakın, buyrun âfiyet olsun." dedi.

Harput'un büyük velîlerinden Hacı Tevfik Rıfkı Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün câmiye giderken bir fırının önünden geçiyordu. Birden fırının önünde durdu ve içeri girerek hamur yoğuran işçiyi yanına çağırdı. Ona; "Oğlum! Bu parayı al ve hemen hamama git. Gusül abdesti alarak temizlen ve pislikten kurtul. Bir daha da burada bu vaziyette çalışma." dedi.

Hacı Tevfik Rıfkı Efendinin bu sözleri karşısında utanan ve sıkılan fırın işçisi, hemen ellerine kapanarak af diledi. O ellerini gencin omuzuna koyup; "Af, Allahü teâlâya, merhâmet ise kula mahsustur. Maksad, hatâyı anlayıp ve bildikten sonra tekrarlamamaktır. Tekrarlamadığın müddetçe, Allahü teâlâ affeder." buyurdu.

Tevfik Efendinin bu sözlerini gözleri yaşlı bir halde dinleyen fırın işçisi, hemen hamama giderek gusül abdesti aldı. Bir daha da abdestsiz dolaşmadı.

Son devir Türkistan velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) birkaç talebesiyle birlikte bir mezarlığın yanından geçiyordu. Bir ara yeni gömülmüş bir mezarın başında durdu. Sonra mezarın kime âit olduğunu sorup öğrendi ve mezar sâhibinin evine gitmek istediğini söyledi. Mezar bir gün önce gömülmüş bir gence âitti. Hep birlikte gencin evine gittiler. Gencin babası çıkıp onları karşıladı. Halîfe-i Kızılayak ondan, ölen oğlunun yerine kendisini evlat kabûl etmesini istedi. Herkes bu istek karşısında şaşırmış durumdaydı. Halîfe-i Kızılayak; "Eğer istediğimi kabûl ettiysen beni istediğin gibi azarla, hattâ döv. Fakat dün ölen oğlunun kusurunu affet. Çünkü onun azaptan kurtulması buna bağlıdır." dedi. Bunu duyan baba oğlunu affetti ve gönlü hoş bir şekilde onları uğurladı.

Sofiyye-i aliyye denilen büyük velîlerden Hallâc-ı Mansûr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hâtırından; "Peygamber efendimiz, Mîrâc gecesi, sâdece müminleri diledi de, neden bütün insanları dilemedi ve, yâ Rabbî, cümlesini bana bağışla demedi." diye geçti. Böyle düşünürken, Resûlullah efendimiz içeri girdi ve; "Biz kimi dilersek Hakk'ın fermânı ile dileriz. Bizim gönlümüz Hakk'ın fermân evidir. O'nun irâdesinin ve fermânının gayrisinden pâk ve mâsumdur. Eğer O, hepsini dilerse, ben de hepsini dilerim." buyurdu. Bundan sonra Hallâc-ı Mansûr, başından sarığını çıkararak Resûlullah'ın huzûrunda kerâmet gösterdi. Resûlullah efendimiz buyurdu ki: "Bu sarık kerâmeti ile, baş dahi vermek gerektir ki, ben râzı olayım." Onun idâm edilmesine hakîkatte, sebep, bu hüküm oldu.

İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Hasan Sezâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ıle ilgili olarak rivâyet edilir ki: Zamânın Edirne vâlisi, adamlarından ikisine birer kese altın vererek; "Gidiniz. Bunların birini Güzelcebaba'daki dergâhın şeyhi Enis Dede'ye, diğerini de Bostanpazarı'ndaki Hasan Sezâî'ye veriniz." dedi. Vazifeliler Enis Dede'ye gelip parayı vermek istediklerinde, Enis Dede; "Evlâdım, vâli paşaya selâmlarımı söyleyiniz. Biz bir şeyimiz kalmadığı zaman sâhib olduklarımıza bakarız ve Rabbimize şükrederek ne kadar çok nimete kavuştuğumuzu anlarız. Siz lütfen bunu muhtâc birine veriniz. O zaman ben de memnun olurum." dedi. Bunun üzerine oradan ayrılan vazifeliler Hasan Sezâî'nin dergâhına doğru yola çıktılar.

Bu sırada Sezâî Efendi dergâhının esnafa olan borçları birikmiş olduğundan, bâzı esnaf, alacaklarını istemek üzere dergâha gelmişlerdi. Hasan Sezâî alacaklıları iltifât ile karşılıyarak; "Buyurunuz. Lütfen oturunuz. Paranız gelmek üzeredir." dedi. Hasan Sezâî'nin yanında para olmadığını bilen talebeleri bu alacaklıların sıkıştırmasından, bu sebeple hocalarının zor durumda kalacağından dolayı üzgün idiler. Az sonra vâlinin adamları geldiler. Hasan Sezâî onları görünce; "Nerede kaldınız evlâtlarım. Bizleri beklettiniz. Şu altınları verin de alacaklıların hesaplarını kapatalım. Kendilerini bekletmeyelim." dedi. Oradakiler Sezâî hazretlerinin bu kerâmeti karşısında şaşa kaldılar. Hepsi onun talebesi oldular.

Hasan Sezâî hazretlerinin hayâtında çok kerâmetleri görüldüğü gibi vefâtından sonra da böyle fevkalâde hâlleri, kerâmetleri çok görülmüştür. Vefâtından yüz sene kadar sonra, Kabrini su basmıştı. Dergâhın bulunduğu yerdeki câminin hatîbi rüyâda birkaç defâ îkâz olundu. Bunun üzerine, hürmetle ve hükümetin de mâlûmâtı olarak, tasavvuf ehli zâtların da huzûrunda, besmele ile kabir açıldı. Bu arada Hasan Sezâî'nin cesedi de göründü. Vefâtından sonra aradan yüz küsûr sene geçmiş olmasına rağmen, vücûdu eskisi gibi duruyordu. Kabirden alınıp yan tarafta bir odaya kondu. Oraya konulduğu anda etrafı çok güzel bir koku kapladı. Kabir tâmir edilip ve su basması önlendikten sonra tekrar aynı kabre defnolundu. Bu hâli gören ve duyanların muhabbet ve bağlılıkları daha da arttı.

Bir gün içkiye mübtelâ olan bâzı gençler, torbalarına içki şişeleri koyarak, kıra içki içmeye gidiyorlardı. Giderken, Hasan Sezâî hazretleri'nin dergâhının önünden geçmeleri îcâbetti. Sezâî Efendi onları görerek; "Evlâtlar, nereye gidiyorsunuz. Torbaların içindeki şişelerde ne var?" diye sordu. Gençler, mûziplik olsun diye ve hâllerini gizlemek için gülerek; "Efendi baba! Kıra gezmeye gidiyoruz. Şişelerimizde de şerbet var." Dediler. Hasan Sezâî tebessüm edip; "Peki öyle olsun." buyurdu. Gençler ayrılıp gittiler. Kıra vardıklarında sofralarını kurdular. Şişelerindeki içkiyi içmeye başladıklarında hepsi birden çok şaşırdı. Çünkü şişelerin içindeki içkilerin hepsi şerbet olmuştu. Sonra yolda Sezaî Efendi ile karşılaştıklarını ve konuşmalarını hatırladılar. Bu hâlin, o büyük zâtın bir kerâmeti olduğunu anlayıp, tövbe ettiler, artık bir daha içki içmediler.

Mısır'ın meşhûr velîlerinden Hıfnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Allâme Şeyh Hasan Şemmet Mısrî şöyle anlatır: Muhammed Hıfnî, Seyyid Ahmed Bedevî için tertiplenen bir mevlid cemiyetinde idi. Sevenlerinden birisi, tam on sekiz senedir konuşamıyordu. Yakınları onu alıp Muhammed Hıfnî hazretlerine getirdiler. "Murâdımız bunun konuşması için himmetinizi istemektir." diyerek duâ talebinde bulundular. O da; "Bu öyle bir şeydir ki, ancak Allahü teâlânın kudretiyle olur." buyurdu. Onlar duâ istemekte ısrâr ettiler. Bunun üzerine; "O hâlde şimdi doğruca Seyyid Ahmed Bedevî'nin kabrine gidiniz. Gece orada kalsın ve uyusun. Sabahleyin bana getirin." buyurdu. Sabahleyin onu getirdiler. Konuşamayan kişiye; "Şimdi Lâ ilâhe illallah kelime-i tayyibesini söyle." diye üç defâ buyurdu. Allahü teâlânın izni ve keremi ile o kişi konuşmaya başladı.

Yemen'in meşhûr velîlerinden İbn-i Üstâd-ül-A'zam Seyyid Abdullah bin Alevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hizmetçilerinden birisi şöyle anlatır: "Bir defâ kendisi ile berâber bir sefere çıktık. Bir yere vardığımızda bana, yüksekçe bir yere çıkıp, uzakta Fîl beldesinde bulunan Şeyh Ömer isimli bir zâtı çağırmamı söyleyince, emrettiği gibi yaptım. Üçüncü defâ seslendiğimde, o zâtın; "Lebbeyk, buyurun efendim!" diye cevap verdiğini işittim. Aradaki mesâfe çok uzaktı. Abdullah hazretlerinin çağırdığını söyledim. Biraz sonra çıka geldi. Sür'atle geldiği için, çok terlemiş ve terden elbisesi ıslanmıştı. Berâberce oturup sohbete başladılar. Öyle derin mânâlı konuşuyorlardı ki, ben yanlarında bulunup kendilerini dinlediğim hâlde bir şey anlayamadım. Bu hâlde akşam namazı vakti oldu. Namazdan sonra vedâlaştılar. Şeyh Ömer memleketine gitti. Abdullah bin Alevî, kendisi hayatta olduğu müddetçe bu hâli hiç kimseye haber vermememi emretti. Ben de bu kerâmetini, onun sağlığında hiç kimseye söylemedim. Vefâtından sonra anlattım.

Hindistan'da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yakın talebelerinden, Şehzâde Veliahd'ın hocası Mîrek Şeyh şöyle anlatmıştır: "Ben önceleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerini sevenlerden değildim. Çünkü, "Kendini hazret-i Ebû Bekr'den üstün görüyor." diye bir iftirâ yayılmıştı. Bu sıralarda Hindistan'a gitmiştim. Serhend şehrine varınca eski dostlarımdan biriyle karşılaştım. Bu arkadaşım önceden çok kötü bir insandı. Fakat bu defâ onu çok iyi ve üstün bir hâlde, takvâ sâhibi gördüm. Yüzünde bir nûr vardı. "Sen böyle değildin bu hâl nedir?" dedim. Cevap olarak; "Ben İmâm-ıRabbânî hazretlerinin hizmetine ve sohbetine girdim, devamlı huzûrundayım. Onun sohbetinin bereketi ile bu nîmete kavuştum." dedi. Bunun üzerine ben ona; "Senin bahsettiğin zât kendinin hazret-i Ebû Bekr'den üstün olduğunu yazmış. Onun sohbetinin tesir ve faydası olur mu?" dedim. Arkadaşım ben böyle deyince; "Aslâ! Binlerce aslâ! Bilmeden, anlamadan inkâr etme! O yeryüzünün kutbudur. Eğer sen onu görüp sohbetine kavuşsaydın, hakkında söylenilen bu iftirânın asılsız olduğunu anlardın." dedi. Fakat bendeki şüphenin çokluğu sebebiyle; "Görmek istemiyorum." dedim. Arkadaşım bana İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gidip onu görmem için çok ısrar etti. Mutlakâ görmemi ve bu yanlış düşünceden kurtulmamı istiyordu. Bu ısrar üzerine İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gitmeye karar verip kendi kendime; "Eğer şu üç şeyden bahsedip beni iknâ ederse onu sevenlerden olurum." dedim. Kendi kendime cevâbını almak üzere hazırladığım üç suâlden birincisi, hakkında kendini hazret-i Ebû Bekr'den üstün görüyor diye söylenilen iftirâya cevap vermesi, hemen bu mevzûyu açıp bu hususta benim şüphelerimi giderip tam iknâ etmesi idi. İkincisi; benim babam ve dedelerimden bahsetmesi, üçüncüsü de Hâce Hâvend Mahmûd'dan anlatması idi. Bu karardan sonra arkadaşımla berâber, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna gittik. Onu uzaktan görür görmez bütün âzâlarım heybet ve dehşete kapıldı. Kalbim ona tutuluverdi. Korkarak ve titreyerek huzûruna yaklaştım. Oturmamıza izin verdi. Oturduktan sonra yastığının altından bir mektup çıkarıp benim elime verdi. Sonra verdiği bu mektubu okuyup öyle bir îzâh yaptı ki, hakkında yapılan ve kendini hazret-i Ebû Bekr'den üstün görüyor diyenlerin iftirâlarına cevap verip açıkladı. Benim bu hususta artık hiç şüphem kalmadı. Bundan sonra zihnimde tuttuğum ikinci meseleye geçip; "Mevlânâ Mîrek! Senin baban şöyle şöyle bir zât, deden de şöyle şöyle bir zât ve senin ecdâdının şerefi şöyledir." diyerek medhetti. Ayrılmak üzere kalktığımızda vedâ ederken, üçüncü olarak tuttuğum Hâce Hâvend Mahmûd'dan bahsetmedi diye geçti. Tam bu sırada yüzünü bana dönüp; "Hâce Hâvend bizim Pîrzâdemizdir ve cezbe sâhibidir." buyurdu. Bir sohbetinde bu üç kerâmetini gördüm."

İmâm-ı Rabbânî hazretleri vefât etmeden altı ay önce, Şâban ayının on beşinci gecesi olan "Berât kandili" gecesini, kendi husûsî odasında ihyâ eyledi. O gece yarısı, kıymetli hanımının bulunduğu odaya geldi. Hanımı dedi ki: "Bu gece ecellerin ve amellerin takdir edildiği gecedir. Kimbilir Allahü teâlâ kimin defterine ölecek ve kimin defterine yaşayacak! diye kaydetti." İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu sözü duyunca; "Niçin tereddüt ve şüphe ile söylüyorsun? Ya isminin, dünyâda yaşayacaklar sahifesinden silindiğini görenin hâli nice olur?" buyurdu. Bunu söyleyince, esrâr yatağı olan kalbinden bir âh çekti. Böylece İmâm-ı Rabbânî hazretleri, o sene vefât edeceğine kerâmetiyle işâret buyurmuşlardı.